Sorumluluğa Tâbi Olan ve Olmayan Vesveseler

İLiM DiLeNcİsİ

Rüyalar aleminden
Süper Mod
Katılım
10 Haziran 2011
Mesajlar
709
Tepkime puanı
42
Sorumluluğa Tâbi Olan ve Olmayan Vesveseler

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuş*tur: "Biriniz, içindeki vesveseyi konuşmadıkça veya onun*la amel etmedikçe onun günahından muaftır (affedilmiş*tir)." (Müttefekun aleyh), "Allah Teâlâ, amelleri yazan meleklere şunu emret*miştir: 'Kulum bir günahı içinden geçirdiği zaman bir şey yazmayın; onu işlediği zaman da bir günah olarak yazın. Kulum bir iyiliği içinden geçirdiği zaman, kendisine bir sevap yazın. Onu işlediği zaman da kendisine on (bir rivayet*te de, yedi yüz) sevap yazın." (Müttefekun aleyh) Bu ve benzeri hadis-i şerif*ler, insanın kendi kalbine gelen vesveselerden dolayı so*rumlu tutulmadığını ve muâheze edilmediğini ifâde et*mektedir. Buna mukabil, bazı ayet-i kerimeler ise, onun bunlardan sorumlu olduğunu ve muâheze edildiğini bil*dirmektedirler. Örneğin, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Siz içinizdekini açılasanız da, gizleseniz de Allah onun hesabını sizden soracaktır. Ondan sonra dilediği kimse için onu affedecek, dilediği kimseyi de onunla cezalandıracak*tır. Allah her şeye kadirdir." (Bakara, 284), "Fakat Allah, sizi kalpleri*nizin kazandıklarıyla muâheze eder." (Bakara, 225), "Hiç şüphesiz, kulak, göz ve kalple neler yapıldığı sorulacaktır." (İsrâ, 36)

Bize göre, farklı hükümler ifade eden bu nassların (âyet ve hadislerin) konuları da farklıdırlar. Çünkü, kalbe gelen vesvese (kötülük arzusu) iki türlüdür. Bunlardan bi*rincisi, gelip geçen bir anlık vesveselerdir. Bu vesveseler, vücudun kendisi için çekici gelen şeylerle karşılaşmasın*dan hâsıl olan ve şeytan tarafından kalbe taşınan etkilerdir. Kalb, kendisine aksettirilen bu etkileri değerlendirip onla*rın şer olduğunu anladığı zaman Allah korkusu ve O'na itâat duygusuyla onları reddettiği takdirde, buraya kadarki gelişmelerden dolayı her hangi bir sorumluluk doğmaz. Hatta, kalb bu vesveseleri Allah korkusu ve O'nun emirle*rine saygı duygusuyla reddettiği için, sâlih bir amel ortaya çıkmış olur ve kul, bundan dolayı sevapla mükâfatlandırı*lır. Hadis-i şeriflerde sözü edilen vesveseler bu türlü olanlardır. Bunların ikinci türlüsü ise, sabit huy ve sıfat hâline gelen vesveselerdir. Bu türlü vesveseler (kötü arzu ve istek*ler), birincilerin aksine, vücudun dışarıdan aldığı geçici et*kiler değildir; kalpte mekân kurmuş, yerleşmiş hastalıklar ve zaaflardır. Bu hastalık kabilinden olan kötü arzu ve is*tekler cesedi de harekete getirir ve kötülük yapmaya sevk ederler. Bu türlü vesveseler (şer ve günah arzuları) sorum*luluğa tabidirler. İlgili âyetlerde kasdedilen vesveseler de bunlardır. Allah Teâlâ, değişik münasebetlerle münafıklar*dan bahsederken, "Kalplerinde hastalık vardır.", "Kalple*rinde hastalık olanlar", "Kalplerinde hastalık bulunduğu için" gibi ifadeler kullanmıştır.

Daha değişik bir ifade ile izah etmek gerekirse, bir ves*vesenin kalpte doğmasından fiil hâline gelmesine kadar dört aşaması vardır.

Bu aşamalardan birincisi, "akla gelme" aşamasıdır. ikincisi, kalpte heyecan oluşmasıdır. Bu iki aşamadaki ves*veseler sorumluluğa tâbi değildir. Çünkü bunlar, irade dı*şında oluşan ve irade ile önlenemeyen hâllerdir. Üçüncü aşama, kalpte oluşan heyecanı istek hâline getirmektir. Dördüncü aşama da, bu isteği fiil hâline getirmeye karar vermektir.

Bu aşamalardaki vesvese, irade altına girdiği ve onun tarafından oluşturulduğu için, sorumluluğa tâbidir. Ancak, bu aşamalarda kul Allah korkusu duyup vesveseyi siler ve*ya en azından onu ilk iki aşamaya geri iterse sâlih bir amel işlemiş olur ve sevap kazanır. Çünkü Allah korkusu ve O'na itâat düşüncesiyle kalbin vesveselerine, nefsin arzula*rına ve cesedin dürtülerine karşı koymak bir cehd ve çaba gerektirir. Bu cehd ve çaba, bütün sâlih amellerdeki cehd ve çabanın aynısıdır. Vesvese bu son aşamalarda iken, elde olmayan bir sebep onların gerçekleştirilmesini önlerse, gü*naha teşebbüs sorumluluğu ortadan kalkmaz. Çünkü gü*naha teşebbüs, Allah Teâlâ’nın hakkına taalluk eden yönüy*le günahı işlemek gibidir. Günahın fiilen işlenmesi şartı ise, kul haklarıyla ilgilidir. Onun için Allah Rasûlü (as), bir hadiste şöyle buyurmuştur: "insanlar, ni*yetleri üzerinde haşredilirler." (İbnu Mâce) Bir hadiste de, "Kendi ira*deleriyle birbirini öldürmeye kalkışan iki müslümanın iki*si de ateştedirler." buyurmuş ve sahâbilerin, "Katil tamam da, maktul niye ateştedir?" sorularına karşı da şöyle de*miştir: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeyi niyet eder." (Müttefekun aleyh) Ve bu niyetle Allah Teâlâ’nın yasakladığı bir fiile teşebbüs suçunu işler. Bu hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki, bir kimse gece içinde, sabahlayınca bir müslümanı öldürmek, içki iç*mek, faiz yapmak gibi bir günah işlemeye niyet etse, fakat sabahlamadan ölürse, niyet ettiği günah üzerinde haşredi*lir. Bir sâlih amel işlemeyi niyet ettiğinde de durum bunun aynısıdır.

Rivayet edildiğine göre, "Siz içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onun hesabını sizden soracaktır." ayet-i kerimesi indiği zaman, ashâbtan bazı zatlar, Allah Rasûlü’ne gelip, "Bu âyetle bize gücümüzü aşan bir sorum*luluk yüklenmiştir. Çünkü kalbimize, irademizin dışında hatıralar ve vesveseler gelir." dediler. Allah Rasûlü (as), onlara, "Siz de yahudiler gibi, Allah Teâlâ’nın emirlerini tartışmaya mı kalkıyorsunuz? Onları ka*bul edin ve, 'Duyduk, uyduk.’ deyin." buyurdu. Onlar da, "Duyduk, uyduk." dediler. Bundan sonra, şu ayet-i kerime indirildi: "Allah, kimseye güç ve iradesi dışında teklifte bu*lunmaz, sorumluluk vermez." Bu ikinci âyet birinci âyeti bir anlamda tahsis, bir anlamda da tefsir etti. Buna göre, vesvese irade dışında ise, sorumluluk yoktur. Fakat, irade*ye tâbi ise, sorumluluk vardır.

Kalbin sabit sıfatları olan nifak, kibir, ucub, riya, hased, buğz, şirretlik, iffetsizlik gibi kötü hasletlerle; takva, mer*hamet, hayâ, ihlas, tevazu, iffet gibi iyi hasletler en mühim günah ve sevap kaynaklarıdır. Nitekim, Allah Rasûlü (as), takvadan bahsederken, kalbini göster*miş ve "O buradadır." (Müslim) demiştir.

Bu sıfatlar, irade ile benimsenmiş huy ve duygulardır.
 

İLiM DiLeNcİsİ

Rüyalar aleminden
Süper Mod
Katılım
10 Haziran 2011
Mesajlar
709
Tepkime puanı
42
Zikir Esnasında Vesvese Kesilir mi?

Zikir Esnasında Vesvese Kesilir mi?

Bil ki, kalplerin arifi olan ve onların sıfat ve acaipliklerini bilen âlimler, bu meselede beş görüş ileri sürmüşlerdir.

Birinci görüşe göre, Allah Teâlâ’nın zikriyle vesvese bü*tünüyle kesilir. Çünkü Allah Rasûlü (as), "Kul, Allah Teâlâ'yı zikredince şeytan ondan uzaklaşır (diğer bir tercüme ile, şeytan susar.)" (Geçti) buyurmuştur.

İkinci görüşe göre, vesvese kesilmez. Fakat, kalb zikir ile meşgul olduğu için, onu duymaz veya az duyar.

Üçüncü görüşe göre, kalb zikir esnasında da vesveseyi duyar, fakat diğer zamanlara göre ondan daha az etkilenir.

Dördüncü görüşe göre, zikir ve vesvese nöbetleşe ve sıra ile kalbi işgal ederler. Bu, tıpkı ışığın yanıp sönmesi gi*bi bir olaydır. Çünkü burada da ışık ve karanlık nöbetleşirler. Onun için, zikir yapılırken kalb aydınlanır ve o zaman vesvese kaybolur. Zikir arasındaki susmalarda ise, aydınlık kaybolur ve vesvese ortaya çıkar.

Beşinci görüşe göre ise, kalb zikir ve vesvesenin etkile*rini birlikte hisseder. Bu, tıpkı bir insanın aynı anda hem Kur'ân sesini, hem de haram olan müzik âletinin sesini duyması ve bunlardan ayrı ayrı etkilenmesi gibidir. Veya bunlar, tatlı ile ekşinin birbirine karışması gibi karışırlar ve kalpte ikisinin karışımı bir his duyulur.

Bu görüşler, mistik tecrübeler ve iç müşâhedeleriyle tesbit edilmiştir. Onun için de bir anlamda doğrudurlar. Ancak bize göre, zikir esnasında vesvesenin tamamen kesi*lip kesilmemesi vesvesenin türüyle alâkalıdır. Bu açıdan bakılınca, vesveseler şu türlere ayrılırlar:

1- Bâtılın hak suretinde gösterilmesi. Meselâ, şeytan in*sana vesvese vererek der ki: "Sen lezzetleri (lezzetli şeyleri, zevkli işleri, tatlı günahları) ne diye terk edersin? Halbuki, ömrün uzundur ve böyle uzun bir ömür boyunca nefsin ar*zusu olan lezzetlerden uzak durmak çok elem vericidir." Bu vesvese karşısında, eğer insan, Allah Teâlâ'ya imanını tazeler ve O'nun bu konudaki söz ve vaadlerini hatırlayıp, "Ömür uzun değildir. O, bir saniye içinde bitebilecek kadar kısadır. Uzun olan ise, ahiret ömrüdür. Haram zevklerden uzak durmak, bu saniyelik dünya ömründe elem vericisi ise, onun cezası olan cehennem ateşi de, uzun ve hatta son*suz olan ahiret ömründe elem vericidir. Bu durumda akıl ve mantığa göre, hangi eleme katlanmak ve hangisinden kaçmak lâzımdır? Olması ile bitmesi bir olan geçici zevkler için, asırlarca ateşte yanmaya razı olmak, hangi hesaba gö*re doğru olabilir? Bütün akıl sahipleri tarafından yanlış bi*linen ve pek çok insanları elemle kıvrandıran kumar bile, az koyup çok kazanma ümidine dayanırken, çok koyup az kazanmak gerçeğine dayanan günahları doğru bulmak mümkün müdür?" derse; yapılan vesvesenin bâtıl olduğu ortaya çıkar ve şeytan susmak zorunda kalır. Bunun için, Allah Rasûlü (as), "Şeytana direnme açısından bir âlim, bin âbid'ten daha güçlüdür." buyur*muştur. Çünkü, âlim, şeytanın vesvese ettiği yanlışların iç yüzünü ortaya çıkarır ve onları kirli paçavra gibi onun (şeytanın) suretine fırlatır.

Câhil olan ise, vesveselerin zahirine aldanır ve onları doğru zannedip şeytanın tuzağına düşer. Meselâ, şeytan ibadet eden bir insana ucub (kibirlenmek, kendi kendini beğenmek, amelini çok görmek) vesvesesini verip ona, "Kim senin kadar Allah Teâlâ'yı tanımış ve O'na canla baş*la ibadet ve tâat etmiştir?" der. Eğer insan bu yanlış ve bâ*tıl vesveseye karşı, "Allah Teâlâ'yı tanımak ve O'na ibadet ve tâat etmek O'nun önemli nimetlerindendir. Çünkü bu*na, ancak O'nun lütuf ve inayetiyle muvaffak olunabilir. Bu sebeple, bunu kendine mal edip onunla kibir ve gurura ka*pılmak yersiz ve yanlış bir iştir. Bunun hakkı şükürdür, şü*kür de hiçbir zaman tam olarak ifâ edilemez. Onun için, Dâvûd (as) şöyle demiştir: 'Allah'ım! Ben senin şükür hakkını nasıl ifâ edeyim ki, her ibadet ve tâat için şükrettikçe, bu şükür de şükretmeyi gerektirir.’ Kaldı ki, tartışmasız olarak Allah Teâlâ'yı en çok bilen ve O'na en çok ibadet ve şükreden insan Allah Rasûlü iken, kendisi, Al*lah'ım! Seni gerektiği kadar tanıyamadık ve sana gerektiği kadar ibadet ve şükredemedik.’ demiştir. Kendine ait ol*mayan meziyetleri kendine mal etmek veya kendi kusurlu işlerini mükemmel görmek himmet ve basiret erbabının huyu değildir. Bu duruma karşı, ben kendime ait olmayan iman ve itaate muvaffakiyeti nasıl kendime mal edebili*rim? Hem, eksik olan marifetim ve kırık dökük olan ibadet*lerim yüzünden kibir mi duymalıyım, yoksa mahcubiyet ve eziklik duyup tevbe ve istiğfar mı etmeliyim?" derse, vesvese kesilir ve şeytan çekilir.

İşte, bu iki örnekte olduğu gibi, bâtılı doğru gibi göste*ren vesveseler, Allah'ı Teâlâ'yı zikretmek ve O'nun büyük olan hakkını düşünmekle kesilir.

2- Şehvetin (isteğin) tahrik edilmesi ve heyecan uyandırılması. Bu vesvese, kulun haram olduğunu bildiği ve buna kesin olarak inandığı şeylere karşı ise, zikir onu keser. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Takva sahiplerine şeytan*dan bir dürtü geldiği zaman, bunlar Allah'ı zikreder ve he*men gerçeği görürler." (A'râf, 201) buyurmuştur. Hakikî mümin, Al*lah Teâlâ’nın yasakları önünde, tıpkı mayınlı bir arazi çizgi*sinde veya bir ateş çukurunun kenarında durduğu gibi du*rur. Kendisi bu hassâsiyetle dururken, şeytanın vesvesele*ri, onu yasakların içine itebilecek kadar güçlü olamazlar. Allah Teâlâ, hakikî müminleri tarif ederken, "Onlar, Al*lah’ın sınırlarını koruyanlardır." (Tevbe, 112) buyurmuştur. Allah’ın sınırları ise, haram ve yasakların önündeki sınırlardır.

3- Geçmiş, gelecek veya şimdiki zamanla alâkalı olan bazı şeylerin hatırlatılması ve düşündürülmesi. Her hangi bir fiile sevk etme durumu bulunmayan ve mücerret tasavvur planında kalan bu vesveseler, genel olarak zikirle aza*lır, fakat bütünüyle kesilmezler. Nitekim, en büyük zikir olan namazda bile, bu vesveselerin izleri görülür. Buna rağmen, bunların bütünüyle kesilmesi de mümkündür.

Bundan dolayı, Allah Rasûlü (as), "Kim iki rekât namaz kılar ve onun içinde dünyaya ait her hangi bir şeyi aklına getirmezse, onun geçmiş günahları af*folunur." (Geçti) buyurmuştur. Ancak bu durum, zikirde istiğ*rak bulan ve bütün dikkatleriyle ona yönelen kimselerde görülebilir. Bu kimseler şeytan vesveselerini duymak bir yana, zikir ve ibadet esnasında vücutlarından bir parça koparılsa onu da duymazlar. Allah Teâlâ’nın sevgi ve marife*tinde derinleşenlerin zikir ve ibadet hâllerinde enteresan örnekler görülmüştür. Bunlardan kimisinin kangren olmuş bacağı kesilmiş, kendisi duymamış; kimisinin evi yanmış, ateş ve duman içinde kalmış, fakat kendisi hissetmemiştir.

Ancak ara sıra ve özellikle zikir ve ibadet esnasında vesveseler tamamen kesilseler bile, bunların nihaî bir su*rette ve bir daha dönmemecesine kesilmeleri mümkün de*ğildir. Çünkü, insanlar bu dünyaya şeytanla devamlı bir surette mücâdele etmek için getirilmişlerdir. Ömür boyu devam eden bu mücâdele, onların cenneti hak etmelerini veya cehenneme müstahak olmalarını sonuç veren yegâne etkendir.

Mücâdelenin bu öneminden dolayıdır ki, peygamber*ler bile ondan bütünüyle muaf tutulmamışlardır. Bu sebep*le, onlar da zaman zaman ufak çaplı ve özellikle üçüncü türden olan vesveselere maruz kalmış ve bunlarla mücade*le etmişlerdir. Örneğin, Peygamberimiz bir gün nakışlı bir elbise giymiş ve onunla namaz kılmıştır. Fakat selâm verin*ce, "Bu elbisenin nakışları dikkatimi dağıttı." buyurmuş ve onu çıkarıp eski ve sade bir elbise giymiştir. (Geçti) Bir gün de parmağına altın bir yüzük takmış ve onunla minbere çık*mıştır. Hutbe okurken aniden, "Bu yüzüğe mi bakayım, si*ze mi bakayım?!" deyip onu çıkarmış ve fırlatmıştır. (Buharî)

Allah Rasûlü (as), bu olaylarla hiç kimsenin vesveselerden ve dünyanın tabiî çekicilik ve cazi*belerinden tamamıyla kurtulamadığı dersini vermiş ve bunlardan bir ölçüde kurtulmanın yolunu göstermiştir. O da vesvese veren şeylerden uzak durmak veya onları ken*dinden uzaklaştırmaktır. Vücudunu yağa batırmışken si*neklerin üstüne konmamasını beklemek ne kadar yersiz bir beklenti ise, dünyanın süs ve ziynetlerini kullanmışken şeytandan kurtulacağını zannetmek de öylesine yanlış bir zandır.

Hakimlerden birisi şunu söylemiştir: "Şeytan, insana önce günahları süslü ve lezzetli gösterir. Şayet o, bunlara il*tifat etmezse, bu sefer ona bid'atları doğru gösterir. O bunlara da takılmazsa, o zaman da ona dinde aşırılık telkin eder. O bundan da kendisini kurtarırsa, ona ucub ve kendini be*ğenmişlik telkin eder. Bu, şeytanın son tuzağıdır. Ondan da kurtulabilen bir kimse cennete gider. Fakat şeytan, son ümidi olan bu son tuzağı çok iyi kurar."
 
Üst Alt