Rahmet Dağı’nın rahmeti

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Cebel-i Rahme, Arafat

Dağların sırrını arayan tarihçinin yolu bu defa Mekke’ye düşmüştü. Hac mevsimi olmadığı için oldukça sakin görünüyordu Mekke, “Kentlerin annesi, vahyin beşiği Mekke”...
umre.jpg

Mekke’ye giden her Müslüman gibi önce Umre yapan tarihçimiz, ertesi gün sabah serinliğinde, içinde defteri, kalemi, suyu ekmeği bulunan torbasını omzuna attı ve Arafat’ın yolunu tuttu. Arada bir duruyor, torbasındaki pet şişeden Zemzem suyunu yudumluyordu. Ve nihayet Arafat’ta, Cebelu’r Rahme’ye vardı. Biraz dinlendikten sonra, tekrar Zemzem’den yudumladı ve bir kayanın gölgesinde oturarak aşağıdaki satırları karaladı:

Sürgünler Diyarında

Günler değil, aylar değil, senelerdir koşuyordu. Tırmanmaya alışık olmadığı dağlardan yuvarlanıyor, kayalara çarpa çarpa kupkuru vadilere sürükleniyordu. Geldiği ülkede muhtemelen dağ-taş olmadığından, içine düştüğü bu kupkuru arazide elleri ayakları kan içinde kalıyor, çaresizlikten ağlıyordu…
Ne gölgesine sığınacak bir ağaç, ne de suyundan içilecek bir çeşme vardı etrafta... Kayalar... Elleri, ayakları parçalayan kayalar... Kendisini kabul etmeyen, âdetâ tersleyen kayalar...

Kendini içinde bulduğu ülke, o kadar yabancıydı ki, tanıdığı hiçbir şey yoktu ortalıkta. Kokusu, havası tamamen farklıydı bu ülkenin... Ondan yaratıldığı toprak dahi, sanki farklı bir toprak gibi geliyordu kendisine... “Bir kurtuluş, bir sığınak bulurum” kaygısıyla dağdan dağa koşuyor, beynini kaynatan güneşten yine kurtulamıyordu. Dağların mağaraları bile barındırmıyordu onu... Kovulduğu “sıla”sını, öyle özlüyor, öyle arıyordu ki, üzüntüsünden, yine toprak olmak, yine aslına dönmek istiyordu...
Kendisiyle birlikte Özlenen Ülke’den kovulmuş olan hanımı da kayıplarda, kim bilir ne perişanlıklar içerisindeydi. Ama acıları, Özlenen Ülke’den kovuluşundan dolayı vücudunu sarmış olan hasret, benliğini öylesine sarmıştı ki, hanımını hatırlamıyordu bile...

Hanımı ise bir tuzlu deniz kenarına düşmüş, susuzluktan kavrulunca, “biraz tatlı su bulurum” ümidiyle, sırtını denize çevirmiş, karaya doğru adeta kaçarcasına koşmuştu. Ümitle kendisine doğru koştuğu kara ve karanın çocukları olan dağların, çöllerin, kupkuru vadilerin, susuzluktan kavrulduğunu nasıl bilebilirdi ki?

Geldiği ülkeyle bu yeni coğrafya birbirinden o kadar farklıydılar ki, mukayese edebilmek için bir tek canlı ya da cansız yoktu. Her şey yabancı, her şey korkunçtu onun için... Fakat en korkuncu, geldiği ülkede hiç olmayan bu yalçın dağlar; elleri, ayakları parçalayan sivri kayalardı. En sivri dikiş iğnesinden daha sivri olan deve dikenleri bile ona korkunç gelmiyordu kayalar kadar, dağlar kadar...

Özlenen Ülke’de kara kara dağlar, insan vücudunu paralayan kayalar yoktu ki... Korkusundan bağırıyor, dağlarda yankılanan sesinden başka hiçbir ses duymuyordu. Hele güneşin batmasını, ortalığın kararmasını hiç istemiyordu. Çünkü akşam girince, tabiat bir başka korkunç oluyordu... Onun için akşam karanlığı çökünce, rüzgârdan korunan bir arı gibi bir yerlere sığınıyor, korkusundan sabahlara kadar titreyip duruyordu... Sabah olur olmaz da, yine koşuyor, kendisini kurtarır ümidiyle, kocasını arıyordu canhıraş feryadıyla... Böylece günler, aylar, seneler geçti.

Sancılı kavuşma

Ve nihayet bir gün, her ikisi birden farklı birer ses duydular. Birisi hanımının sesi, öbürü de kocasının sesiydi. Her ikisi de seslerin geldiği tarafa koştular ve birden durdular. Perişan hâlde olan koca ile aynı şekilde üstü başı kan, ter içinde olan hanımı... Artık bağırmıyor, birbirlerini tanımaya çalışıyorlardı... Çünkü görüşmeyeli seneler olmuş ve daha önce birbirlerini bu vaziyette hiç görmemişlerdi...

Evet... Karşı karşıya bakışan bu karı-koca, işledikleri suçtan dolayı Cennet’ten, yâni Özlenen Ülke’den kovulan Âdem ile hanımı Havva idiler.

İnsanlığın ceddi olan bu karı-koca, birbirlerini tanıyınca, başlarına gelenden dolayı tekrar ağlamaya başladılar.

O tarifi mümkün olmayan güzelliklere sahip Cennet’ten sonra, Dünya gezegeninin en çorak bölgesi olan Mekke Dağları’na atılmak, elbette ağlanılacak, kahrolunacak bir olaydı...

Yaratıcıları, yani Allah, Cennet’i, içindeki bütün nimetleriyle birlikte onların emrine vermiş, onların güzel bir hayat sürmelerini istemiş, onlara şöyle seslenmişti:

“Ve ‘Ey Âdem, sen ve eşin Cennet’e yerleşin ve istediğiniz zaman, ondan (cennetin yiyeceklerinden) ikiniz de bol bol yiyin’ dedik.”(1) Artık Âdem orada ne acıkacak, ne de çıplak kalacaktı; ne susayacak, ne de sıcaktan bunalacaktı.(2)

Allahu Teâlâ bu şekilde Cennet’i onların emrine veriyor amma; bu lütfa lâyık olup olmadıklarını imtihan etmek üzere, onlar için bir çekince koyuyor ve Cennet’teki milyarlarca meyve ağacından sadece birisini yasaklayıp şöyle emrediyordu:

“(Ancak) şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz.”(3)
dag.jpg

Allah, Âdem’e secde etmemiş olan Şeytan’ı dinlememeleri konusunda da onları uyararak şöyle demişti:

“Biz de: ‘Ey Âdem, demiştik, hiç şüphesiz ki bu (Şeytan), senin de, eşinin de düşmanıdır. Bundan dolayı sakın sizi cennetten çıkarmasın o. Sonra zahmete düşersiniz.”(4)

Fakat onlar, Allah’ın uyarılarını unutmuş, Şeytan’ı dinlemişlerdi. Oysa ki Allah, hem Cennet’teki bütün melekleri Âdem’e secde ettirmiş(5), hem de ona eşyanın sırrı olan “Esmâ”yı da öğretmiştir ki, onun öğrendiklerini melekler bile bilmiyordu(6). Bütün bunların yanında Allah (c.c), onlara, acıkmamayı, susamamayı, güneş altında rahatsız olmamayı vaad etmişti. (7)

İmtihan sırrı

Allah (celle celaluhu) dileseydi, onlara o ağacın meyvesini de helâl kılardı. Fakat Yüce Yaratıcı, bir meyveyle dahi olsa, kullarını imtihan ediyor.

“Acaba kendilerine helâl kıldığım binlerce nimete rağmen, kulum Benim rızamı unutur da, yasakladığım tek ağaçtan yer mi? İnsan, neden binlerce nimete kanaat etmiyor da, Benim yasakladığım meyveye yaklaşıyor?” diyor Allah...

Şayet Allah, istisna ettiği bu ağacı da yasaklamasaydı, belki Âdem ve Havva, o ağaca -diğerlerinden sıra bulup- hiç yanaşmayacaklardı bile... İşte, meselenin düğüm noktası budur: Allah’ın emrine rağmen, haramdan yemek!

Fakat Şeytan, Âdem ve hanımının ayaklarını kaydırdı; onları Allah’a isyan ettirerek, Cennet nimetlerinden mahrum kalmalarına sebebiyet verdi. (8) Ve onlar, Şeytan’ın salık vermesi üzerine, yasak ağaçtan yiyince, Allah onları Cennetten kovup(9) cezalandırdı ve yeryüzünün en kurak bölgesi olan Mekke dağlarına attı.

Rahmet Dağı’nın rahmeti
Âdem ve Havva buluşmuş, fakat konuşamıyorlardı. Neredeyse, olanlar için birbirlerini suçlayacaklardı...

Güneş, her ikisinin beyin hücrelerini kaynatıyor, çıldıracak hâle geliyorlardı. Her ikisi de suçluluk psikolojisi içerisinde kavrulup gidiyorlardı. Ağlıyorlar, dövünüyorlardı...
sudamla.jpg

Allah’a karşı işledikleri suçtan dolayı benliklerini sarmış olan utançlarından, O’na seslenmeye cesaret edemiyor, kendilerinde böyle bir hakkı bulamıyorlardı. Ama onların, O’ndan başka kimseleri yoktu ki!

Hem Allah’a yalvarıyor, hem de ağlıyorlardı utançlarından...

Bağışlanmak ümidiyle Âdem, yine çekinerek ve utanarak Yaratıcı’ya seslendi:

— Yâ Rabbi! Ben Senin indindeydim ve Senin komşundum. Sen’den başka sahibim de yoktu. Sen’den başka beni sorgulayan da yoktu. Orada dilediğim yerde yaşıyor, dilediğimi yiyordum. Sonra beni bu mukaddes dağa attın. Oysaki orada meleklerin seslerini duyuyor, Arş’ının etrafında nasıl tavaf ettiklerini görüyordum. Cennetin güzelliğini ve kokusunu buluyordum. Derken beni yeryüzüne attın. Şimdi bütün bunlardan yoksun kaldım. (10) Ya Rabbi bana ne oldu? Meleklerin seslerini dahi duyamıyorum, onları hissetmiyorum.” (11)

Âdem ve eşi Havva, yaptıklarına pişman olarak, Mekke varoşlarındaki bu dağın eteğinde senelerce ağlayıp Allah’a yalvardılar, bağışlanma dilediler. Allah onları bağışlamadığı takdirde, daha kötü durumlara düşeceklerini de biliyorlardı. Bu hâle gelmelerine neden olan Şeytan’a o kadar çok lânet ediyorlardı ki, sonunda yine suçu kendilerinde bulup, Yüce Yaratıcıya yalvarıyor, yalvarıyorlardı.

“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyân edenlerden oluruz.” (12)

Derken, Allah’ın bağışlaması yeryüzüne o denli akmaya başladı ki, Âdem ve Havva’nın üzerinde bulundukları dağın her tarafı kutsal ilâhî rahmet kokuyordu...

Rahmet yağıyordu göklerden, bağışlanma bağışlanıyordu Yüce Arş’tan, onun Yüce Sahibi’nden...

Âdem ve Havva secdeye kapanmış, affedilmelerinin işareti olan ve üzerinde bulundukları dağa yağan “Kutsal Rahmet” için hamd ediyorlardı Allah’ın yüce lütfuna, bağışlamasına...

O gündür, bu gündür; üzerine “rahmet” yağan bu dağa, “ilâhî rahmet” in sembolü olarak, Cebelu’r Rahme (Rahmet Dağı) denildi ki bugün hâlâ, Kurban Bayramı’nın arefesinde, milyonlarca Müslüman o dağın etrafında “vakfe”ye, “ilâhî huzurda yakarma”ya dururlar ki Rableri rahmete gelsin ve Âdem ile Havva’yı affettiği gibi, onların da günahlarını affetsin...

Notlar: 1- Bakara sûresi, 35. 2- Tâ-Hâ suresi, 117-118. 3- A’râf sûresi, 19. 4- Tâ Hâ sûresi,117. 5- Bk. A’râf sûresi, 11. 6- Bakara sûresi, 32. 7- Bk. Tâ-Hâ, 117-119. 8- Bk. Bakara sûresi, 35-36 9- Bk. A’râf sûresi, 24. 10- İbn Sa’d, Tabakât, I, 35-36. 11- Ezrakî, Ahbâru Mekke, I, 36. 12- A’râf sûresi, 22-23. n


İHSAN SÜREYYA SIRMA​
 
Üst Alt