Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Ana sayfa
Forumlar
İSLAMİ PAYLAŞIMLAR
Risale-i Nur
İşârât-ül İ'caz
nübüvvetin tahkiki işarat-ül i'caz
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Ekrem" data-source="post: 24047" data-attributes="member: 3"><p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px">Aziz arkadaş! Bu mes'elelerde yazılan muhakemelerin neticesi olarak şu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lâzım olur.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 1- Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 2- İki şahıstan sudur eden bir söz, istidadlarına göre tefavüt eder. Yani birisine göre altun, ötekisine nazaran kömür kıymetinde olur.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 3- Fünun; fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekâmül eder.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 4- Eski zamanda nazarî olup, bu zamanda bedihî olmuş olan çok mes'eleler vardır.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 5- Zaman-ı mazi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 6- Sahra ve çöl adamları basit ve saf insanlar olduğundan, medenîlerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler. Her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 7- Çok ilim ve fenler vardır ki; âdetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> (Haşiye): Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur'da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşâallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.</span></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 8- Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususî keyfiyat ve ahvali göremez.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 9- Beşer için bir ömr-ü tabiî olduğu gibi, yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabiî vardır; onun nihayeti olduğu gibi, bunun da nihayeti vardır.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 10- İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvalinde zaman ve mekânın çok te'siri vardır.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 11- Eski zamanlarda hârika addedilen çok şeyler vardır ki, mebadî ve vesâitin tekâmülüyle âdi şeyler hükmüne geçmişlerdir.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 12- Def'aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen kemale erer.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Aziz Kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol; bu asrın sahilinden dal, Ceziret-ül Arab yarımadasına çık; o yarımadanın mahsulâtından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahraya bak. Göreceksin ki: Bir insan... tek başına... Ne muini var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi... Meydana çıkmış... Bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır... Ve omuzlarına Küre-i Arz'dan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü' ve inkişaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev'-i beşerin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i'cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz, kelâm-ı ezelî'den ayrıldık, nev'-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev'-i beşer dünyadan kat'-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev'-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Ey arkadaş! Bu gördüğün garib, acib sahifenin baştan nihayete kadar ihtiva ettiği haller, inkılâblar, vaziyetler; فَاْتُوابِسُورَةٍمِنْمِثْلِهِ deki emr-i tacizîyi, nev'-i beşere tekrar tekrar ilân ediyorlar.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım. وَاِنْكُنْتُمْفِىرَيْبٍمِمَّانَزَّلْنَا ilââhir olan Âet-i Krimenin işaret ettiği gibi, cemaatin istidadına göre irşadın yapılması lüzumundan ve Şâri'in cumhuru irşad etmekte takib ettiği maksaddan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla bazı insanlar, Kur'an hakkında çok şek ve şübhelere maruz kalmışlardır. O şek ve şübhelerin menşei üç emirdir.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 1- Diyorlar ki: Kur'anda "müteşabihat ve müşkilât" denilen, hakikî mânaları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i'cazına münafîdir. Zira Kur'anın i'cazı, belâgat üzerine müessestir; belâgat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 2- Diyorlar ki: Yaratılışa ait mes'eleler, mübhem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza kâinata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise, talim ve irşad mesleğine münafîdir.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> 3- Diyorlar ki: Kur'anın bazı âyetleri zâhiren aklî delillere muhaliftir. Bundan, o âyetlerin hilaf-ı vâki oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kur'anın sıdkına muhaliftir.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> O heriflerin zuumlarınca Kur'ana bir nakîse ve şek ve şüphelere sebeb addettikleri şu üç emir, Kur'an-ı Kerim'e bir nakîse teşkil etmez. Ancak Kur'anın i'cazını bir kat daha isbat etmeye ve irşad hususunda Kur'anın en belîğ bir ifade ile en yüksek bir üslûbu ihtiyar etmesine sadık şâhid ve kat'î delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir, hâşâ! Kur'an-ı Kerim'de değildir.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Evet, وَ كَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا وَ آفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِşâirin dediği gibi, fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri ta'yib ediyorlar veya ayı gibi elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri Kur'anın o yüksek i'cazına yetişemediğinden, ta'yib ediyorlar.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Kur'an-ı Kerim'de müteşabihat vardır dedikleri birinci şüphelerine cevab: Evet Kur'an-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev'-i beşerdir. Nev'-i beşerin ekserisi avâmdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahâza avâma yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar; aksi halde avâm, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır. Ve keza avâm-ı nâs, ülfet ettikleri üslûblardan ve ifadelerin çeşitderinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maânî ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatları ve akliyyatı fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikın, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur'anın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki; cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhib olmasınlar. Ancak, o gibi ifadelere, hakaika geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Meselâ; Cenab-ı Hakk'ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki; اِنَّ اللّهَ عَلَىالْعَرْشِ اسْتَوَى da kinaye tarîkı ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasılki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur'an-ı Kerim'in ince hakikatları اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِİİİİİİİİİİİ İile anılmaktadır. Yani insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakk'ın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'an-ı Kerim'in üslûbları, hakikatlara geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki; bülega, büyük bir ölçüde ince hakikatları tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlara suretlerdir.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Kur'anda müşkilât vardır dedikleri birinci şüphenin ikinci kısmına cevab: İşkal dedikleri şey ya üslûbun pek yüksek ve muhtasar olmasıyla mananın çok derin ve inceliğinden ileri gelir, Kur'anın müşkilâtı bu kabildendir. Veya ibarede karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neş'et eder; Kur'an-ı Kerim, bu kısım müşkilâttan müberra ve münezzehtir. Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatları kolay ve kısa bir suretle avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmak ayn-ı belâgat değil midir? Belâgat, mukteza-yı hali müraattan ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun herif!</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Yaradılışta ve maddiyata dair mes'elelerde Kur'an mübhem geçmiştir dedikleri ikinci şüphelerine cevab, şöyle ki:</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px">Şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumî meyl-ül istikmalden ayrı olarak, insanda da meyl-üt terakki vardır. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teşekkül ve tevessü' etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır. Buna binaen bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garib mes'elelerden bahsetmek; onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir faide vermezdi. Meselâ: Kur'an-ı Kerim, "Ey insanlar! Şems'in sükûnuna, Arz'ın hareketine (*) ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlahiyeyi anlayasınız." demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevketmiş olurdu. Çünki hiss-i zâhirîye muhaliftir. Maahaza on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek; makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatla da kabil-i te'lif değildir.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> S: Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hazıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me'lûf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahval gibi, müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me'lûufturlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor?</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> C: Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiç bir cihetle hiss-i zâhirî taalluk etmemiştir ki, o hissin hilafını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh o gibi şeyler, daire-i imkândadırlar. Öyle ise, onlara itikad ve onlar ile itmi'nan peyda etmek mümkündür. Öyle ise, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Haşiye: (*): Hasta halimde, nevm ile yakaza arasında ihtar edilen bir nüktedir:</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Şems'in yerinde mevlevî-vâri yaptığı semavî hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlid etmek içindir. Kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek Şems'in mihverinde dairevari cereyan ve hareketi olmasa, yıldızlar düşerler.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Said Nursî</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Muhterem müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor:</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Evet güneş bir meyvedardır, silkinir tâ düşmesin seyyar olan yemişleri;</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Eğer sükûnuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczubları.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Mütercim</span></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir. Öyle ise, onların hissiyatına hürmeten, o gibi mes'elelerde belâgatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın. Fakat Kur'an-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz'iyla, hakikatlara işaretler yapmıştır. (Haşiye)</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kerre كَلِّمِالنَّاسَعَلَىقَدَرِعُقُولِهِمْ olan meşhur düstûru nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telâhuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine </span><span style="font-size: 12px">dikkat edersen anlayacaksın ki; Kur'an-ı Kerim'in o gibi mes'elelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi, yüksek i'cazını da isbata aşikâr bir delil olduğunu gözün kör değilse göreceksin.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Kur'anda delâil-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler vardır dedikleri üçüncü şübhelerine cevab: Kur'an-ı Kerim'de takib edilen maksad-ı aslî; isbat-ı Sâni', nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh Kur'an-ı Kerim'in kâinattan yaptığı bahis tebeîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihîdir, lizâtihî değildir. Yani Kur'an-ı Kerim Cenab-ı Hakk'ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzât keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir. Ancak kâinat sahifesinde yazılan san'at-ı İlahiyenin nakışları ve kudretin hilkat mu'cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sâni' ve Nazzam-ı Hakikî'ye istidlal keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san'at, kasd, nizam kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur. Teşekkülü nasıl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur. Febinâen alâ zâlik mademki Kur'anın kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel malûm olması şarttır ve delilin muhatablarca vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî malûmatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad olmaz mı? Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi mes'elesi, o hissiyata kasden delalet etmek için değildir.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> (Haşiye): Mu'cizat-ı Kur'aniye Risale-i Nuriyesi tamamıyla bu hakikatı isbat etmiş.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Mütercim</span></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Ancak kinaye kabilinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahâza hakikata ehl-i tahkiki îsal için, karine ve emareler vaz'edilmiştir. Meselâ: eğer Kur'an-ı Kerim, makam-ı istidlâlde şöylece demiş olsa idi ki: "Ey insanlar! Güneş'in zâhirî hareketiyle hakikî sükûnuna ve Arz'ın zâhirî sükûnuyla hakikî hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acîbelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk'ın herşeye kadir olduğunu anlayasınız." deseydi; delil, müddeadan binlerce derece daha hafî, daha müşkil olurdu. Halbuki delilin müddeadan daha hafî olması, makam-ı istidlâle uymaz. Maahâza onların hissiyatına imale edilen âyetler kinaye kabilinden olup, ifade ettikleri zâhirî manaları sıdk veya kizbe medar olamaz. Evet görmüyor musun قَالَ deki(ا) hiffeti ifade ediyor. Aslı (و) olsun, (ى) olsun, ne olursa olsun bize taallûk etmez.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Hülâsa: Madem ki Kur'an, bütün zamanlardaki bütün insanlara nâzil olmuştur, şu şübhe addettikleri umûr-u selâse, Kur'ana nakîse değil, Kur'anın yüksek i'cazına delillerdir. Evet Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ı tâlim eden Cenab-ı Hakk'a kasem ederim ki; o Beşîr ve Nezîr'in (A.S.M.) basar ve basireti, hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celîdir veya insanları kandırarak ağlatalara düşürtmekten, meslek-i âlîleri ganidir, âlîdir, temizdir, tâhirdir. Yedinci Mes'ele: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın izhar ettiği mahsus ve zâhirî ve insanlarca meşhur ve malûm olan hârika ve mu'cizelerinin ekserisi, Tarih ve Siyer kitablarında mezkûrdur ve aynı zamanda, muhakkikîn-i ulema tarafından izah ve beyan edilmişlerdir. Binaenaleyh tafsilâtını o kitablara havale ile yalnız o hârikaların nevi'lerini icmalen izah edeceğiz. Evet Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın zâhirî hârikalarının herbirisi âhâdî olup mütevatir değilse de, o âhâdîlerin heyet-i mecmuası ve çok nevi'leri, mütevatir-i bil'manadır. Yani lâfz ve ibareleri mütevatir değilse de, manaları çok insanlar tarafından nakledilmiştir. O hârikaların nevi'leri üçtür:</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Birincisi: "İrhâsat" ile anılmaktadır ki, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikalardır. Mecusi Milleti'nin taptığı ateşin sönmesi, Sava Denizi'nin sularının çekilmesi, Kisrâ Sarayı'nın yıkılması ve gaibden yapılan tebşirler gibi şeylerdir. Sanki o hazretin (A.S.M.) zamân-ı veladeti, 0hassas ve keramet sahibi imiş gibi o Zât'ın kudum ve gelmesini şu gibi hâdiseler ile tebşiratta bulunmuştur.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> İkinci Nev': İhbârât-ı gaybiyedir ki, bilâhare vukua gelecek pek çok garib şeylerden bahsetmiştir. Ezcümle; Kisra ve Kayser'in definelerinin İslâm eline geçmesi, Rumların mağlûb edilmesi, Mekke'nin fethi, Kostantiniye'nin alınması gibi hâdisattan haber vermiştir. Sanki o Zâtın cesedinden tecerrüd eden ruhu, zaman ve mekânın kayıdlarını kırarak istikbalin her tarafına uçup gezmiş ve gördüğü vukuatı söylemiştir ve söylediği gibi de vukua gelmiştir.</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> Üçüncü Nev': Hissî hârikalardır ki, muaraza zamanlarında kendisinden taleb edilen mu'cizelerdir. Taşın konuşması, ağacın yürümesi, Ay'ın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından su akması gibi... Tefsir-i Keşşâf'ın müellifi Zemahşerî'nin dediğine göre, o Hazretin bu nevi' hârikaları bine baliğ olmuştur. Ve bir kısmı da mütevatir-i bil'manadır. Hattâ Kur'anı inkâr edenlerden bir kısmı, inşikak-ı Kamer manasında tasarruf etmemişlerdir.(*)</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> S- İnşikak-ı Kamer bütün insanlarca kesb-i şöhret etmesi lâzım bir mu'cize iken âlemce o kadar şöhret bulmamıştır. Esbabı nedir?</span></p> <p style="margin-left: 20px"></p> <p style="margin-left: 20px"><span style="font-size: 12px"> C- Matla'ların ihtilafı ve havanın bulutlu olmasının ihtimali ve o zamanda rasadhanelerin bulunmaması ve vaktin uyku gibi gaflet zamanı</span></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Ekrem, post: 24047, member: 3"] [INDENT][SIZE=3]Aziz arkadaş! Bu mes'elelerde yazılan muhakemelerin neticesi olarak şu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lâzım olur.[/SIZE] [SIZE=3] 1- Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.[/SIZE] [SIZE=3] 2- İki şahıstan sudur eden bir söz, istidadlarına göre tefavüt eder. Yani birisine göre altun, ötekisine nazaran kömür kıymetinde olur.[/SIZE] [SIZE=3] 3- Fünun; fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekâmül eder.[/SIZE] [SIZE=3] 4- Eski zamanda nazarî olup, bu zamanda bedihî olmuş olan çok mes'eleler vardır.[/SIZE] [SIZE=3] 5- Zaman-ı mazi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır.[/SIZE] [SIZE=3] 6- Sahra ve çöl adamları basit ve saf insanlar olduğundan, medenîlerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler. Her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir.[/SIZE] [SIZE=3] 7- Çok ilim ve fenler vardır ki; âdetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle[/SIZE] [SIZE=3] (Haşiye): Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur'da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşâallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.[/SIZE] [SIZE=3] ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler.[/SIZE] [SIZE=3] 8- Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususî keyfiyat ve ahvali göremez.[/SIZE] [SIZE=3] 9- Beşer için bir ömr-ü tabiî olduğu gibi, yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabiî vardır; onun nihayeti olduğu gibi, bunun da nihayeti vardır.[/SIZE] [SIZE=3] 10- İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvalinde zaman ve mekânın çok te'siri vardır.[/SIZE] [SIZE=3] 11- Eski zamanlarda hârika addedilen çok şeyler vardır ki, mebadî ve vesâitin tekâmülüyle âdi şeyler hükmüne geçmişlerdir.[/SIZE] [SIZE=3] 12- Def'aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen kemale erer.[/SIZE] [SIZE=3] Aziz Kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol; bu asrın sahilinden dal, Ceziret-ül Arab yarımadasına çık; o yarımadanın mahsulâtından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahraya bak. Göreceksin ki: Bir insan... tek başına... Ne muini var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi... Meydana çıkmış... Bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır... Ve omuzlarına Küre-i Arz'dan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü' ve inkişaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev'-i beşerin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i'cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz, kelâm-ı ezelî'den ayrıldık, nev'-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev'-i beşer dünyadan kat'-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev'-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.[/SIZE] [SIZE=3] Ey arkadaş! Bu gördüğün garib, acib sahifenin baştan nihayete kadar ihtiva ettiği haller, inkılâblar, vaziyetler; فَاْتُوابِسُورَةٍمِنْمِثْلِهِ deki emr-i tacizîyi, nev'-i beşere tekrar tekrar ilân ediyorlar.[/SIZE] [SIZE=3] Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım. وَاِنْكُنْتُمْفِىرَيْبٍمِمَّانَزَّلْنَا ilââhir olan Âet-i Krimenin işaret ettiği gibi, cemaatin istidadına göre irşadın yapılması lüzumundan ve Şâri'in cumhuru irşad etmekte takib ettiği maksaddan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla bazı insanlar, Kur'an hakkında çok şek ve şübhelere maruz kalmışlardır. O şek ve şübhelerin menşei üç emirdir.[/SIZE] [SIZE=3] 1- Diyorlar ki: Kur'anda "müteşabihat ve müşkilât" denilen, hakikî mânaları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i'cazına münafîdir. Zira Kur'anın i'cazı, belâgat üzerine müessestir; belâgat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.[/SIZE] [SIZE=3] 2- Diyorlar ki: Yaratılışa ait mes'eleler, mübhem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza kâinata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise, talim ve irşad mesleğine münafîdir.[/SIZE] [SIZE=3] 3- Diyorlar ki: Kur'anın bazı âyetleri zâhiren aklî delillere muhaliftir. Bundan, o âyetlerin hilaf-ı vâki oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kur'anın sıdkına muhaliftir.[/SIZE] [SIZE=3] O heriflerin zuumlarınca Kur'ana bir nakîse ve şek ve şüphelere sebeb addettikleri şu üç emir, Kur'an-ı Kerim'e bir nakîse teşkil etmez. Ancak Kur'anın i'cazını bir kat daha isbat etmeye ve irşad hususunda Kur'anın en belîğ bir ifade ile en yüksek bir üslûbu ihtiyar etmesine sadık şâhid ve kat'î delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir, hâşâ! Kur'an-ı Kerim'de değildir.[/SIZE] [SIZE=3] Evet, وَ كَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا وَ آفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِşâirin dediği gibi, fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri ta'yib ediyorlar veya ayı gibi elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri Kur'anın o yüksek i'cazına yetişemediğinden, ta'yib ediyorlar.[/SIZE] [SIZE=3] Kur'an-ı Kerim'de müteşabihat vardır dedikleri birinci şüphelerine cevab: Evet Kur'an-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev'-i beşerdir. Nev'-i beşerin ekserisi avâmdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahâza avâma yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar; aksi halde avâm, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır. Ve keza avâm-ı nâs, ülfet ettikleri üslûblardan ve ifadelerin çeşitderinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maânî ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatları ve akliyyatı fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikın, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur'anın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki; cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhib olmasınlar. Ancak, o gibi ifadelere, hakaika geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Meselâ; Cenab-ı Hakk'ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki; اِنَّ اللّهَ عَلَىالْعَرْشِ اسْتَوَى da kinaye tarîkı ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasılki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur'an-ı Kerim'in ince hakikatları اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِİİİİİİİİİİİ İile anılmaktadır. Yani insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakk'ın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'an-ı Kerim'in üslûbları, hakikatlara geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki; bülega, büyük bir ölçüde ince hakikatları tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlara suretlerdir.[/SIZE] [SIZE=3] Kur'anda müşkilât vardır dedikleri birinci şüphenin ikinci kısmına cevab: İşkal dedikleri şey ya üslûbun pek yüksek ve muhtasar olmasıyla mananın çok derin ve inceliğinden ileri gelir, Kur'anın müşkilâtı bu kabildendir. Veya ibarede karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neş'et eder; Kur'an-ı Kerim, bu kısım müşkilâttan müberra ve münezzehtir. Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatları kolay ve kısa bir suretle avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmak ayn-ı belâgat değil midir? Belâgat, mukteza-yı hali müraattan ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun herif![/SIZE] [SIZE=3] Yaradılışta ve maddiyata dair mes'elelerde Kur'an mübhem geçmiştir dedikleri ikinci şüphelerine cevab, şöyle ki:[/SIZE] [SIZE=3]Şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumî meyl-ül istikmalden ayrı olarak, insanda da meyl-üt terakki vardır. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teşekkül ve tevessü' etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır. Buna binaen bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garib mes'elelerden bahsetmek; onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir faide vermezdi. Meselâ: Kur'an-ı Kerim, "Ey insanlar! Şems'in sükûnuna, Arz'ın hareketine (*) ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlahiyeyi anlayasınız." demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevketmiş olurdu. Çünki hiss-i zâhirîye muhaliftir. Maahaza on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek; makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatla da kabil-i te'lif değildir.[/SIZE] [SIZE=3] S: Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hazıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me'lûf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahval gibi, müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me'lûufturlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor?[/SIZE] [SIZE=3] C: Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiç bir cihetle hiss-i zâhirî taalluk etmemiştir ki, o hissin hilafını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh o gibi şeyler, daire-i imkândadırlar. Öyle ise, onlara itikad ve onlar ile itmi'nan peyda etmek mümkündür. Öyle ise, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve[/SIZE] [SIZE=3] Haşiye: (*): Hasta halimde, nevm ile yakaza arasında ihtar edilen bir nüktedir:[/SIZE] [SIZE=3] Şems'in yerinde mevlevî-vâri yaptığı semavî hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlid etmek içindir. Kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek Şems'in mihverinde dairevari cereyan ve hareketi olmasa, yıldızlar düşerler.[/SIZE] [SIZE=3] Said Nursî[/SIZE] [SIZE=3] Muhterem müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor:[/SIZE] [SIZE=3] Evet güneş bir meyvedardır, silkinir tâ düşmesin seyyar olan yemişleri;[/SIZE] [SIZE=3] Eğer sükûnuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczubları.[/SIZE] [SIZE=3] Mütercim[/SIZE] [SIZE=3] imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir. Öyle ise, onların hissiyatına hürmeten, o gibi mes'elelerde belâgatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın. Fakat Kur'an-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz'iyla, hakikatlara işaretler yapmıştır. (Haşiye)[/SIZE] [SIZE=3] Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kerre كَلِّمِالنَّاسَعَلَىقَدَرِعُقُولِهِمْ olan meşhur düstûru nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telâhuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine [/SIZE][SIZE=3]dikkat edersen anlayacaksın ki; Kur'an-ı Kerim'in o gibi mes'elelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi, yüksek i'cazını da isbata aşikâr bir delil olduğunu gözün kör değilse göreceksin.[/SIZE] [SIZE=3] Kur'anda delâil-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler vardır dedikleri üçüncü şübhelerine cevab: Kur'an-ı Kerim'de takib edilen maksad-ı aslî; isbat-ı Sâni', nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh Kur'an-ı Kerim'in kâinattan yaptığı bahis tebeîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihîdir, lizâtihî değildir. Yani Kur'an-ı Kerim Cenab-ı Hakk'ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzât keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir. Ancak kâinat sahifesinde yazılan san'at-ı İlahiyenin nakışları ve kudretin hilkat mu'cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sâni' ve Nazzam-ı Hakikî'ye istidlal keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san'at, kasd, nizam kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur. Teşekkülü nasıl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur. Febinâen alâ zâlik mademki Kur'anın kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel malûm olması şarttır ve delilin muhatablarca vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî malûmatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad olmaz mı? Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi mes'elesi, o hissiyata kasden delalet etmek için değildir.[/SIZE] [SIZE=3] (Haşiye): Mu'cizat-ı Kur'aniye Risale-i Nuriyesi tamamıyla bu hakikatı isbat etmiş.[/SIZE] [SIZE=3] Mütercim[/SIZE] [SIZE=3] Ancak kinaye kabilinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahâza hakikata ehl-i tahkiki îsal için, karine ve emareler vaz'edilmiştir. Meselâ: eğer Kur'an-ı Kerim, makam-ı istidlâlde şöylece demiş olsa idi ki: "Ey insanlar! Güneş'in zâhirî hareketiyle hakikî sükûnuna ve Arz'ın zâhirî sükûnuyla hakikî hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acîbelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk'ın herşeye kadir olduğunu anlayasınız." deseydi; delil, müddeadan binlerce derece daha hafî, daha müşkil olurdu. Halbuki delilin müddeadan daha hafî olması, makam-ı istidlâle uymaz. Maahâza onların hissiyatına imale edilen âyetler kinaye kabilinden olup, ifade ettikleri zâhirî manaları sıdk veya kizbe medar olamaz. Evet görmüyor musun قَالَ deki(ا) hiffeti ifade ediyor. Aslı (و) olsun, (ى) olsun, ne olursa olsun bize taallûk etmez.[/SIZE] [SIZE=3] Hülâsa: Madem ki Kur'an, bütün zamanlardaki bütün insanlara nâzil olmuştur, şu şübhe addettikleri umûr-u selâse, Kur'ana nakîse değil, Kur'anın yüksek i'cazına delillerdir. Evet Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ı tâlim eden Cenab-ı Hakk'a kasem ederim ki; o Beşîr ve Nezîr'in (A.S.M.) basar ve basireti, hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celîdir veya insanları kandırarak ağlatalara düşürtmekten, meslek-i âlîleri ganidir, âlîdir, temizdir, tâhirdir. Yedinci Mes'ele: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın izhar ettiği mahsus ve zâhirî ve insanlarca meşhur ve malûm olan hârika ve mu'cizelerinin ekserisi, Tarih ve Siyer kitablarında mezkûrdur ve aynı zamanda, muhakkikîn-i ulema tarafından izah ve beyan edilmişlerdir. Binaenaleyh tafsilâtını o kitablara havale ile yalnız o hârikaların nevi'lerini icmalen izah edeceğiz. Evet Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın zâhirî hârikalarının herbirisi âhâdî olup mütevatir değilse de, o âhâdîlerin heyet-i mecmuası ve çok nevi'leri, mütevatir-i bil'manadır. Yani lâfz ve ibareleri mütevatir değilse de, manaları çok insanlar tarafından nakledilmiştir. O hârikaların nevi'leri üçtür:[/SIZE] [SIZE=3] Birincisi: "İrhâsat" ile anılmaktadır ki, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikalardır. Mecusi Milleti'nin taptığı ateşin sönmesi, Sava Denizi'nin sularının çekilmesi, Kisrâ Sarayı'nın yıkılması ve gaibden yapılan tebşirler gibi şeylerdir. Sanki o hazretin (A.S.M.) zamân-ı veladeti, 0hassas ve keramet sahibi imiş gibi o Zât'ın kudum ve gelmesini şu gibi hâdiseler ile tebşiratta bulunmuştur.[/SIZE] [SIZE=3] İkinci Nev': İhbârât-ı gaybiyedir ki, bilâhare vukua gelecek pek çok garib şeylerden bahsetmiştir. Ezcümle; Kisra ve Kayser'in definelerinin İslâm eline geçmesi, Rumların mağlûb edilmesi, Mekke'nin fethi, Kostantiniye'nin alınması gibi hâdisattan haber vermiştir. Sanki o Zâtın cesedinden tecerrüd eden ruhu, zaman ve mekânın kayıdlarını kırarak istikbalin her tarafına uçup gezmiş ve gördüğü vukuatı söylemiştir ve söylediği gibi de vukua gelmiştir.[/SIZE] [SIZE=3] Üçüncü Nev': Hissî hârikalardır ki, muaraza zamanlarında kendisinden taleb edilen mu'cizelerdir. Taşın konuşması, ağacın yürümesi, Ay'ın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından su akması gibi... Tefsir-i Keşşâf'ın müellifi Zemahşerî'nin dediğine göre, o Hazretin bu nevi' hârikaları bine baliğ olmuştur. Ve bir kısmı da mütevatir-i bil'manadır. Hattâ Kur'anı inkâr edenlerden bir kısmı, inşikak-ı Kamer manasında tasarruf etmemişlerdir.(*)[/SIZE] [SIZE=3] S- İnşikak-ı Kamer bütün insanlarca kesb-i şöhret etmesi lâzım bir mu'cize iken âlemce o kadar şöhret bulmamıştır. Esbabı nedir?[/SIZE] [SIZE=3] C- Matla'ların ihtilafı ve havanın bulutlu olmasının ihtimali ve o zamanda rasadhanelerin bulunmaması ve vaktin uyku gibi gaflet zamanı[/SIZE][/INDENT] [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Günün ilk namazı hangi namazdır
Cevap yaz
Ana sayfa
Forumlar
İSLAMİ PAYLAŞIMLAR
Risale-i Nur
İşârât-ül İ'caz
nübüvvetin tahkiki işarat-ül i'caz
Üst
Alt