Mümin, Allah katındaki azabı bilseydi,

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Soru
"Mümin, Allah katındaki azabı bilseydi, Cennetten ümidini keserdi. Eger kafir, Allah'ın rahmetini bilseydi, Cenneten ümidini kesmezdi." anlamında hadis var mıdır? Varsa nasıl anlamalıyız?


Cevap

Değerli kardeşimiz;
Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:

“Mü’min, Allah katında olan azabı bilmiş olsaydı, hiç kimse Cennete göz dikmezdi. Kâfir de Allah katında olan rahmeti bilmiş olsaydı, hiç kimse Cennet’ten ümidini kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23, (2755); Tirmizî, Da'avât 100, (3542). Tirmizî: Bu hadis hasendir, demiştir. (a.y.)

Bu rivayet, Allah karşısında, müminin koruması gereken edebi veciz şekilde ifade eden hadislerden biridir: Ne cennetliğim diyerek tam ümit ne de artık cehennemden başka yol yok diyerek ümidi kesmek. Aksine eşit derecede hem korku hem ümit içinde olmak gerekir

Mümin ne kadar çok hayır amel işlese de, Allah'ın azabından korku içinde olacaktır. Yine ne kadar çok, ne kadar büyük günah işlese de Allah'ın rahmetinden ümidini kesmeyecektir.

Yeis ve ucubun her ikisi de ruh dünyamızın iki büyük düşmanıdır. En kısa ifadesiyle, yeis ‘kişinin cehennemini garanti görmesi,’ ucub ise ‘cennetini kesin bilmesi’dir. Bir başka ifadeyle, yeis ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmek,’ ucub ise ‘O’nun azabından kendini emin sanmak'tır.

İbadet yapmada ve hayır işlemede başarılı olamayan insanlarda ‘ümitsizlik’ hastalığı kendini gösterir. Başarıya ulaştığı halde nefsine söz geçiremeyen insanlarda ise, sonu kibir ve gurura varan ‘ucub’ hastalığı meydana gelir. Bunlardan birincisi tefrit, ikincisi ifrattır. İkisi de zarardır.

“De ki: Ey (günah işleyerek) kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlayıcıdır. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Zümer, 53) mealindeki ayet, ümitsizliğe yer olmadığını bildirir.

Bu ayet, hem günahkar müminlere hem de müşrikler dahil bütün kafirlere hitap etmektedir. Şirk koşan ya da ateist olan bir kimse de tövbe edip tevhid yoluna, imana girebilir.

İbn Abbas (r.a)'dan nakledildiğine göre, şirke düşen ve çeşitli günahları işleyen bazı kişiler, Hz. Muhammed (asm)'e gelmişler ve: "Senin anlattığın ve insanları ona davet ettiğin yol (din), güzel bir şeydir. Yaptığımız çeşitli kötülükleri affettirecek herhangi bir şey var mıdır? Bize bu hususta bir bilgi verir misin?" demişler. Bunun üzerine yukarıda meâli verilen âyet nazil olmuştur. (Abdulfettah el-Kadi, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır, 194).
Buna göre, büyük günah işleyen kullar Onun rahmetinden ümit kesmeyeceği gibi, ömrünü küfürde geçiren bir kimse de yine Onun rahmetinden ümit kesmez. İman ile Ona iltica eder ve Onun rahmetine sığınır.

Ucub hastalığında ise yeisin zıddı bir durum söz konusudur. Burada kişi İslâm’ı elden geldiğince yaşamış, ancak bu ilâhî ihsanı kendi nefsinden bilerek başkalarına karşı üstünlük davasına kalkışmış ve cennetini garanti görme hastalığına tutulmuştur.

Bu hastalıktan kurtuluş reçetesi için şu ilâhî ikaza kulak vermek gerekir: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük de nefsindendir.” (Nisâ, 79)

İyilik dediğimiz her ne varsa, bütün bunlar peygamberler tarafından insanlara öğretilmiştir ve onları işlemek için gerekli bütün şartları da Allah yaratmıştır. Meselâ, doğru söylemek bir hayırdır. Bu hayrı insanlara öğreten ilâhî kitaplar ve peygamberler olduğu gibi, o doğruyu söylemek için gerekli ağız, dil, tükürük bezi, gırtlak, beyin, sinir sistemi ve hava gibi bütün şartları yaratan da ancak Allah’tır.

İnsan bunları düşündüğünde, o hayırda çok az bir hisseye sahip olduğunu görür. Binlerce ilâhî mucizenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilecek böyle bir hayırda, insanın hissesi, sadece o güzel amele meyletmesi, cüz’î iradesini de bu yönde kullanmasıdır.

Bunu böylece bilip, övünmek ve kendine güvenmek yerine Allah’a şükretme ve O’na minnettar olma yolunu tutmak gerekir. Bu yolda gitmeyenler ucub çukuruna düşerler.

Demek ki, bir kulun kalbinde “ümit ve korku” birleştiğinde Allah o kulun ümit ettiği şeyi mutlak verecektir ve korktuğu şeyden de onu emin kılacaktır. Nitekim şu hadiste bunu açıkça görmekteyiz:

Resûlullah (asm) ölmek üzere olan bir gence "Kendini nasıl buluyorsun?" diye sorar, o genç de "Ey Allah'ın Resûlü, Allah'tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum" diye cevap verir. Bunun üzerine Resûlullah (asm) da şu açıklamayı yapar: "Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah o kulun ümit ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar." (Tirmizî, Cenâiz 11, (983); İbnu Mâce, Zühd 31, (4261).

İlave bilgi için tıklayınız:
“Havf ve reca (korku ve ümit) arasında olmak” ne demektir?
 
Üst Alt