İslamda İman Mertebeleri

İLiM DiLeNcİsİ

Rüyalar aleminden
Süper Mod
Katılım
10 Haziran 2011
Mesajlar
709
Tepkime puanı
42
İman Mertebeleri

İmanın üç mertebesi ve çeşidi vardır.

Birincisi, avam halkın imanıdır. Bu iman mertebesinde kalb kapalıdır. İman, çevrenin ve geleneğin etkisiyle kazanılır. Bu iman, geçerli olmakla birlikte son derecede zayıf ve dayanaksızdır. Her zaman şüpheye açık ve sönüp gitmek tehlikesine maruzdur.

İkincisi, kelâmcıların imanıdır. Bu iman mertebesinde de, genel olarak kalb kapalıdır. Bu mertebenin öncekinden farkı ve üstünlüğü, burada imanın bir takım aklî delillerle ispatlanması ve desteklenmesidir.

Üçüncüsü ise, kalpleri açık olanların imanıdır. Bu, en sağlam, en köklü ve en mükemmel imandır. Bu imâna şüphe sokmak mümkün değildir. Bütün dünya halkı başka türlü inansa ve başka şeyler söylese, her yer şeytanlarla dolup taşsa bu imanın sahibi bunlardan en ufak bir şekilde etkilenmez.

Bu üç iman mertebesini bir misâl ile izah etmek gerekirse, şöyle deriz: Bir insanın binanın içinde olduğuna üç şekilde inanılabilir.

Bunlardan birincisi, doğru sözlü olduklarına güvenilen kimselerin bunu haber vermeleridir. Bunlar bunu haber verince, o insanın binada olduğuna dâir inanç ve kanaat oluşur. Çünkü, bu kimseler yalan söylemezler. Yalan söylemeyen kimselerin sözleri de güven ve itmi'nan verir. İşte bu, avam halkın imanına misâldir. Çünkü bunlar, büluğ yaşına geldiklerinde anne, baba ve çevrelerinden Allah Teâlâ'nın varlığını ve O'nun ilim, kudret, hikmet ve rahmet sahibi olduğunu, Muhammed (sa)’ın hak peygamber olduğunu, haşır ve kıyâmetin hak olduğunu, cennet ve cehennemin iyi ve kötü insanların ebedî kalacakları mükâfat ve cezâ yerleri olduğunu ve kendilerinin bu şekilde iman ettiklerini duyarlar. Bunun üzerine onlar da iman ederler. Ancak, bu iman, muhalif sözlerin etkisiyle şüpheye sürüklenebilir. Kaldı ki, bu şekildeki iman sadece müslümanlara da mahsus değildir. Diğer din mensupları ve hatta müşrikler ve dinsizler de, inanç veya inançsızlıklarını bu şekilde kazanırlar.

İkincisi, binanın içindeki insanın sesini duymaktır. Onun senini duymak, onun orada bulunduğuna dâir kuv*vetli bir delildir. Fakat, bu delile de bir dereceden sonra şüphe girebilir. Çünkü, sesler birbirine benzerler ve birinin sesi taklit de edilebilir. Bu sebeple, duyulan ses, o insanın sesi olmayabilir. Zayıf da olsa, bu ihtimal mevcuttur. Bu ih*timal, bu şekildeki bir imanı da kesin olmaktan çıkarır.

Üçüncüsü ise, bizzat binanın içine girip insanı orada görmektir. Binaya girip onu orada gözleriyle gören bir kim*se, artık bu konuda hiçbir şüpheye açık değildir. Çünkü in*sanın kendi gözleriyle gördüğü şeyde tereddüt etmesi im*kânsızdır. İşte, kalbi açık olup iman hakikatlerini bizzat gö*ren bir kimsenin imanı da böyledir. Bu iman mertebesine hakikî marifet ve yakinî müşahede denir. Bu iman, ilim ve amelin müşterek meyvesi olan iç aydınlığının ürünüdür.
 

İLiM DiLeNcİsİ

Rüyalar aleminden
Süper Mod
Katılım
10 Haziran 2011
Mesajlar
709
Tepkime puanı
42
İlimlere Nisbetle Kalbin Durumu

İlimlere Nisbetle Kalbin Durumu

Bil ki, ilimler ya aklî veya naklidirler. Aklî ilimler, akla dayanan, kaynağı akıl olan ilimlerdir. Naklî ilimler ise, şer'î ilimler, yani din ve şeriatın öğrettiği ilimlerdir. Bu ilimler nakil ve rivayete dayanırlar. Aklî ilimler de, ya uhrevî veya dünyevîdirler. Yani konuları ya ahirete müteallik olan iman, ibadet ve ahlâk bahisleridir; ya da dünyaya ait olan ve bu dünya hayatıyla ilgili bulunan bahislerdir. Aklî ilim*ler, diğer bir açıdan zarurî ve kesbî olmak üzere ikiye ayrı*lır. Zarurî ilimler, doğruluğu delil istemeyen ve kendiliğin*den insan kalb ve dimağında oluşan bilgilerdir. Kesbî ilim*ler ise (bunlara, nazarî ilimler de denir), akıl ve dimağı ça*lıştırmak, delil aramak ve araştırmak sonunda kazanılan ilimlerdir.

Göz, maddî olan şeylerin suret ve görüntülerine makes olduğu gibi, kalb de bu ilimlerin manevî suret ve görüntülerine makestir. Göz kör olduğu zaman, görüntü alamadığı gibi, kalb de mühürlendiği zaman ilimleri almaz. Gözle kalb arasındaki bu benzerlikten dolayı, Allah Teâlâ, kalbin mühürlü hâlini körlüğe benzetmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Allah bu kimselere lanet etmiş, onları sağırlaştırmış ve gözlerini kör etmiştir." (Muhammed, 23), "Rabbinden sana indirilen şe*yin hak olduğunu bilen, kör olan gibi midir?" (Ra'd, 19), "Bu dün*yada kör olan, ahirette beter kör olur." (İsrâ, 72), "Onların gözleri kör olmasa da, kalpleri kördür."(Hac, 46)

Kalbin ilim ve hakikatleri idrâk etmesini temin eden fıtrî nur ve ışığa 'basiret' denir. Ayet-i kerimelerde sözü edilen kalb körlüğü, Allah Teâlâ’nın yaratırken her kalbe soktuğu bu basiret ışığının küfür, nankörlük ve günahlar yüzünden sönmesidir. Bu ışık sönünce kalb, ışığını kaybe*den göz hâline gelir. Işıksız bir gözün varlıkla yokluğu ay*nı olduğu gibi, böyle bir kalbin varlık ve yokluğu da aynı*dır.

Kalple göz bu zikredilen cihette birbirine benzese de, kalbin körlüğü sonuç itibarıyla daha büyük bir musibettir. Çünkü, göz körlüğüyle dünya hayatı zarar görürken, kalb körlüğüyle ahiret hayatı kökten gider. Ayrıca, kalb kör ol*duğu zaman gözün görmesi de, idrâke dönüşmediği için fazla bir işe yaramaz. Halbuki kalb açıksa, gözün körlüğü*ne rağmen, ilim, marifet, edep ve fazilet öğrenmek ve bun*larla kemâl mertebelerine çıkmak mümkündür.

Allah Teâlâ, anlatılan benzerlikten dolayı kalbin ilim ve hakikatleri idrâk etmesini, görmek lafzıyla ifade etmiştir. Örneğin, Allah Rasûlü hakkında, "Onun kalbi gördüklerini yalanlamadı." (Necm, 11), İbrahim (as) hakkında da, "Biz İbrahim'e göklerin ve yerin gizli hakikatlerini göster*dik." (En'âm, 75) buyurmuştur.

Kalb açısından aklî ilimlerle şer'î ilimler arasındaki farka gelince; şer'î ilimler kalbin manevî hastalıklardan temizlenmesini ve kemâl bulmasını sağlarlar. Aklî ilimler ise, tek başlarına bu alanda çok az bir işe yararlar. Onun için mad*dî ilimlerinin çokluğuna rağmen, dinî ve şer'î ilimlerden yüz çevirenler, ahlâkî zaaflardan ve amelî kusurlardan kendilerini kurtaramazlar. Kur'ân-ı Kerim'de bunlar hakkında, "Allah onların kalplerini temizlemeyi irade etmediği için, onları dinî ilimlerden uzaklaştırmıştır. Onlara dünyada kö*tülüklerinin mahcubiyeti, ahirette de elemli bir azap var*dır." (Mâide, 41) buyurulmuştur.

Gerçek bu olduğu için, insanların Kur'ân ve Sünnet nurlarından uzak iken, yalnızca fen ve madde ilimleriyle olgunlaşacaklarını zan ve iddiâ edenler, büyük bir aldanış ve yanılgı içindedirler. Aklî ilimler vücudu besleyen gıda gibidirler; şer'î ilimler ise ilaç gibidirler. Gıda ilaç yerine geçmediği gibi, aklî ilimler de şer'î ve dinî ilimlerin yerine geçmezler. Bu sebeple, ilacı bırakıp fazla miktarda gıda almak vücudun hastalığını gidermediği, hatta bazı hâllerde onu arttırdığı gibi; dinî ve şer'î ilimleri terk edince, yalnız*ca maddî ve aklî ilimlerle ahlâk ve nefsin kusurlarını gidermek de mümkün değildir. Hatta bu durumda bu ilimler çoğu kimselerin ruh, kalb ve akıllarını ifsat edip bozar. Aklî ilimlerle şer'î ilimlerin birbirine zıt olduklarını ve bir araya gelemediklerini zan etmek de kalb körlüğü ve cehâlet eseridir. Bunu böyle zannedenler, ya bu ilimlerin ikisini de bil*meyen veya onlardan sadece birini bilip diğeri hakkında kötü zan ve tahmin yürüten kimselerdir. Hakikatte ise, bu iki ilim tıpkı gıda ve ilaç gibi, insanların değişik ihtiyaçları*nı karşılayan ve sonuçta birbirini tamamlayan şeylerdir. Bu sebeple, bunların ikisi bir arada olmadıkça, insanın (ve top*lumun) bir kısım ihtiyaçları açıkta kalır ve onun mutlu olması zorlaşır.

Birbirine zıt olan şey bu ilimlerin kendileri değil, onlarla dünya veya ahiretin aynı öncelikle aranmasıdır. Bu sebeple, bu arayışta yalnızca dünya veya yalnızca ahirete öncelik vermek mecburiyeti vardır. Hz. Ali (ra)’ın benzetmesiyle, dünya ve ahiret bir terazinin iki kefesi gibidirler. Bu kefelerden hangisine fazla ağırlık konulsa, diğeri hafif kalır. Bundan dolayıdır ki, dünyaya öncelik verip onu esas maksat hâline getirenler, ister istemez ahiret işlerinde gevşek ve gönülsüz olurlar. Bunun gibi, ahireti öne çıkaranlar da dünyanın fuzulî işlerine, nefsin heva ve heveslerine karşı isteksiz ve talepsiz olurlar. Bunları bu işlere karşı isteksiz görenler, onları az zekâlı zannederler. Halbuki, onlar insanların en zeki ve akıllılarıdır. Az zekâlı ve akılsız olanlar ise, birincilerdir ki, bunlar dünyanın fâni ve geçici olduğunu, bitmek üzere bulunduğunu, ahiretin ise ebedî ve sonsuz olduğunu, bu itibarla onu dünyaya tercih etmenin gerektiğini anlamaktan âciz kalırlar ve bu idrâk aczi onlara çok pahalıya mal olur. Allah Teâlâ, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Onlar, hidayet karşılığında dalâleti satın almışlardır. Bu suretle yaptıkları ticaret kâr getirme*miş ve kendileri bu işte isabetli davranmamışlardır." (Bakara, 16), "Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler; onun iç yüzünden ve ahiretten ise habersizdirler." (Rûm, 7), "Bize kavuş*mayı beklemeyen, dünya hayatına razı olan, onunla yeti*nen ve âyetlerimizden gaflet edenlere bu kötü tutumlarından dolayı ateş vardır." (Yûnus, 7), "Bizi anmaktan ve dinimize uy*maktan yüz çeviren ve bilgileri o kadarına yettiği için sadece dünya hayatını isteyen kimselerden yüz çevir." (Necm, 29)

Hasan el-Basrî (ra) şöyle demiştir: "Biz öyle bir nesle (Sahâbileri kasdediyor) yetiştik ki, siz onları görseydiniz, ahiret işlerine verdikleri şiddetli önemden dolayı onları deli zannederdiniz. Onlar da sizi görselerdi, dünya*ya gösterdiğiniz bu şiddetli rağbetten dolayı size zındık derlerdi."

İnsanlar genelde ya aklî, ya da naklî ilimlerde uzman*laşırlar. Bu gerçek, bu ilimlerin birbirine zıt ve ters olmala*rından dolayı değil, insanın zihnî kapasitesinin ve kısa öm*rünün bu iki ilimde birlikte uzmanlaşmaya yeterli olma*masından dolayıdır. Bu da aklî ilim alimleriyle naklî ilim âlimlerinin birbirine muhtaç olmaları sonucunu ve bunla*rın birbirinden yüz çevirmemelerinin lüzum ve zaruretini ortaya çıkarır.

"Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır." denilmiştir. Kör ve topal birbirine muhtaç oldukları gibi, dinle ilim de birbirine muhtaçtırlar.

İlim Tahsil Etmekle O'nun İlhamına Mazhar Olmak Arasındaki Fark

Aklî ilimleri biraz evvel zarurî ve kesbî olmak üzere ikiye ayırdık. Zarurî ilimlerin hepsi ilham mahsûlüdürler. Bu sebeple, bu ilimlerde âlim-câhil, büyük-küçük ayırımı olmaksızın bütün insanlar ortaktırlar. Hatta, bu ilimlerin daha basit şekilleri bütün hayvanlara da ilham edilir. Hayvanlar, kendilerine ilham edilen bu ilimlerle hayatlarını sürdürürler. Allah Teâlâ, bu önemli gerçeği Hz. Musa'nın dilinden şöyle anlatmıştır:

"Rabbimiz, her şeyi yaratan ve onlara hidayet verendir." (Tâ hâ, 50)

Kesbî ilimlere gelince, bu ilimler genelde kitap okumak, tefekkür etmek ve araştırmakla elde edilirler. Ancak bazen bunlar da doğrudan doğruya Allah Teâlâ tarafından kalbe ilham edilirler. Kur’ân-ı Kerim'deki, "Allah'a hakkıyla kulluk edin ki, O size (ilimleri) öğretsin." (Bakara, 282) âyeti bu haki*kate işaret etmiş ve ilhamın Allah Teâlâ'ya hakkıyla kulluk etmenin bir mükâfatı olduğunu bildirmiştir.

Bu ilhamın nasıl oluştuğuna gelince; daha önce de açıkladığımız gibi, Allah Teâlâ insan kalbini bir ayna gibi yaratmıştır. Eğer bu ayna küfür ve günahlarla kirletilip üzeri örtülmezse, diğer aynaların karşılarındaki şeylerin suretlerini çekip almaları gibi, kalb aynası da Levh-i Mahfuz'daki nurlu yazıların akislerini çekip alır. Levh-i Mahfuz ise, ilm-i ilâhîden (Allah Teâlâ’nın ilminden) mahlukata taalluk eden kısmının yazılmış bulunduğu büyük ve benzersiz bir kitaptır. Allah Teâlâ, bu mübarek kitap hak*kında şöyle buyurmuştur: "Yaş ve kuru ne varsa, bu açık*layıcı kitapta mevcuttur." (En'âm, 59), "O, yazılmış bir kitaptır. Mukarreb (en yüksek derecedeki) melekler, onu okurlar." (Mutaffifîn, 21)

Meleklerin vasıf ve ahlâkını taşıyan ve onlar gibi, Allah Teâlâ'ya mutlak itâat ve kulluğu yaşayan kimseler de, mertebelerine göre, bu kitabı okurlar. Ancak bunların Levh'i okumaları, bilinen okumak şeklinde değil; Levhteki ışıklı yazıların Allah Teâlâ’nın irade ve kudretiyle kalbe yansımasıdır. Bu, ilhamın bir türüdür. Meleğin kalbe ko*nuşması veya Allah Teâlâ’nın bilgiyi kalpte yaratması da ilhamın diğer türleridir.

İlhamın gelmesi ve kalpte oluşması kulun ihtiyar ve is*teğine bağlı değildir. Onun zamanını da kendisi tayin edemez. Vahiyde de durum böyledir. Bu sebeple, Allah Rasûlü (as) da istediği zaman vahiy alamaz*dı. Vahiy, Allah Teâlâ’nın istemesi üzerine Cebrail (as) tarafından getirilirdi. Allah Rasûlü (as), Cebrail'e, "Niçin bizi daha sık ziyaret etmiyor*sun?" diye sormuş, meleğin dilinden şu âyet indirilmiştir: "Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. İnişimiz, dönüşümüz ve bekleyişimiz O'nun tarafından tayin edilir. Rabbin hiç*bir şeyi kendi hâline bırakmaz." (Meryem, 64)

İnsanların kalpleri genelde Levh-i Mahfuz'dan yansıyan bilgileri alabilecek parlaklıkta olmadığı ve üzerlerinde beşeriyet ve gaflet örtüsü bulunduğu için, genelde ilhamlar ilâhî lütuf esintileriyle bu perde kaldırılıp kalbe cila sürüldüğü anlarda gelirler. Bu esintiler ise, ibadet, zikir ve tefekkür sıra*sında ve şerefli zaman ve mekânlarda yoğunlukludur.

Gelen ilhamın Allah Teâlâ tarafından doğru olup olma*dığının mihenk ve mi'yarı Kur'ân ve Sünnet'in açık ve kesin beyanlarıdır. Bu sebeple, bu beyanlara uyan ilhamlar, Allah Teâlâ tarafındandır; onlara uymayan ilhamlar ise şeytanın kalb ve dimağa üflediği dalâletlerdir. Kur’ân-ı Kerim'deki, "Şeytanlar, kendi dostlarına ilham verirler." (En'âm, 121), "Onlardan bir kısmı diğer kısmına (cinnî şeytanlar insî şey*tanlara) aldatmak maksadıyla süslü ve gösterişli sözler il*ham ederler." (En'âm, 122) gibi ayet-i kerimeler, şeytanların da ilham*larının bulunduğunu haber vermiş ve aldatıp saptırmaya yönelik olan bu ilhamlara kanmamak için uyarıda bulun*muşlardır.

(Bütün ilhamların Allah Teâlâ tarafından olmaması gerçeği de, kitabî ilimlerin ilham ilminden daha sağlam ve dolayısıyla ondan daha üstün olduğunu kanıtlamaktadır. Bu da, bazı sufilerin kendilerini bâtın âlimleri, gerçek âlimleri de zahir âlimleri diye sınıflandırarak bâtın lafzından kendilerine bir üstünlük çıkarmaya çalışmalarının anlamsız ve boş bir gurur olduğunu göstermektedir. Kaldı ki, Al*lah Teâlâ yanında makbul ve üstün olmak, bâtın veya zahir âlimi olmakla değil, takva sahibi olmakladır. Allah yanında en aziz olanınız takvası en fazla olanınızdır." (Hucurât, 13) ayet-i kerimesi bu konuda şaşmaz ölçü ve yanılmaz hakemdir.)

İlham ilmini kazanmanın yolu nefisle mücadele et*mek, onu kötülüklerden çekmek ve tâatlara zorlamak, dik*kat ve himmeti Allah Teâlâ’nın razı olduğu işler üzerinde yoğunlaştırıp teksif etmek, fuzulî işlerden sakınmak ve kal*bi kötü duygu, tasavvur ve tereddütlerden temizleyip arın*dırmaktır. Sufiler bu işleri yapmaya "riyazet" demişlerdir.

(Ancak kanaatimize göre, riyazeti ilim elde etmenin ve ilhama mazhar olmanın bir yolu olarak görmek yerine, onunla Allah Teâlâ’nın rızasını tahsil etmeyi, kıyâmet günündeki hesabın ağırlığından necat bulmayı ve cennetin yüksek derecelerini kazanmayı amaçlamak daha doğru bir yaklaşımdır. Çünkü ilim öğrenmenin esas yolu ilham değil, okumaktır. Bunun araçları da kitap, kalem ve mürekkeptir.

Bundan dolayıdır ki, Allah Teâlâ, beşeriyete gönderdiği ilk vahiy mesajında "Oku!" emrini vermiş, kalemle öğretimi bir nimet saymış, kitap ve kalemle yemin etmiştir.

Allah Rasûlü (as) da, "Kıyâmet gününde âlimlerin mürekkebi şehidlerin kanıyla tartılacaktır." buyurmuştur.

İlim öğrenmenin yolu ve kapısı okumak olunca, oku*ma emri "Evlere kapılarından girin." (Bakara, 189) ayetiyle de verilmiş olmaktadır.

Allah Rasûlü (as) da, Kur'ân öğre*nim ve öğretimini teşvik ederek, "En hayırlınız Kur’ân'ı (ve Kur'ân ilmini) öğrenen ve öğretendir." buyurmuş, bunu ilhama bırakmamıştır. Kaldı ki, ilhama mazhar olmak için önerilen aşırı (insan takatini aşan) riyazet, ilme kapı açmak yerine aklı bozar ve hayâllerin ilim zannedilmesine sebep olur. Bu şekilde akıl dengeleri bozulan bazı sufiler, "şatıh" denilen saçma sapan ve abuk sabuk sözler söylemişlerdir. İlmini Kur'ân okumaktan alanlar ise, bu sözleri küfür sayıp onlardan şiddetle sakınmışlardır.)

Bir Misâl:

Rivayet edildiğine göre, Rum ve Çinli sanatkârlar, bir sultanın meclisinde sanat, resim ve nakış işlerini konuşmuşlar ve bu iki taifeden her biri kendilerinin bu işte üstün olduklarını ileri sürmüşlerdir.

Bunun üzerine sultan onları imtihan etmek istemiş ve her bir taifeye sarayının bir odasını vererek onu bahçedeki ağaç ve çiçek resimleriyle süslemelerini emretmiştir.

Rum sanatkârlar, bu iş için çok para harcayarak deği*şik renkte boyalar getirmişler ve bunlarla resim ve nakışları duvara geçirmeye çalışmışlar.

Çinli sanatkârlar ise, para harcayıp boya almamışlar ve bunun işçiliği için zaman da harcamamışlar; bunlar sadece cila getirmişler ve onunla duvarı ayna gibi parlatmışlardır. Duvar cilalanıp ayna gibi parlayınca da, bahçeyi olduğu gibi içine çekmiş ve onu tabiî ve üstün olan güzelliğiyle yansıtmıştır.

Sultan Çinli sanatkârların yaptığı işi görünce, onları daha çok takdir etmiş ve daha büyük lütuflarla mükafatlandırmıştır.

Çünkü birinci taifenin yaptığı işte beşerin kusurlu ve eksik sanatını, ikinci taifenin yaptığı işte ise Allah Teâlâ’nın mükemmel sanatının orijinalini görmüştür.

Bu misâl, karanlıkta bırakılmış bir kalbin ses ve harflerden ilim kazanması ile, amel ve ibâdet cilâsıyla parlatılmış bir kalbin Levh-i Mahfuzdan akisler alması arasındaki farkı gösteren bir misâldir.

Ayrıca, kitaplardaki ilimler sınırlı iken; amel ve ibadet, yani takva ile ilhama mazhar olanlar için yer ve gök ilimlerle doludur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Gece ve gündüz değişimlerinde ve Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde takva sahipleri için deliller ve ilimler vardır." (Yûnus, 6)

Bunlar için Kur'ân da ilimler hazinesidir. "O muttakiler için kılavuzdur." (Bakara, 2)

(Not: İmam Gazali, ilhamı okumaktan üstün tutmuştur. Bu da, onun eleştirilen görüşlerindendir. Âlimlerin çoğunluğuna göre ise, okumak ilhamdan üstündür. Çünkü okumak yoluyla ilim kazanmak ve âlim olmak her zaman mümkün ve vâki iken, ilham yoluyla ilim kazanmış ve âlim olmuş insanlar yok denecek kadar azdırlar. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta da öne çıkan ve çığır açan zatlar, hep medrese kökenli kimselerdir. Hem sonra, İmam Gazalinin kendisi, kitap okumasaydı, okumaktan üstün gördüğü ilhamla İhyâ kitabını yazabilir miydi? Mümkün değildir. Çünkü ne ondan önce, ne de ondan sonra böyle bir şeyi yapan olmamıştır.)

Takva ile aydınlatılmış ilme marifet denir. Marifette kalbi parlatan nur ve cila vardır. Kıyâmet gününde yararlı olan da bu nurdur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "O gün, mümin erkeklerle mümin kadınların nurlarının onların sağ ve sol taraflarında yayıldığını görürsün. Ve onlara, 'Sizin müjdeniz, altında ırmaklar akan cennetlerde ebediyyen kalmaktır.’ denildiğini duyarsın. İşte büyük başarı bunların başarısıdır." (Hadîd, 12) Rivayet edilmiştir ki, kıyâmet gününde marifet sahibi olan âlimlerin nuru ufukları aydınlatırken, marifetsiz ilim sahiplerinin nuru ancak onların ayak uçlarını aydınlatır.

İlimdeki nur, takva ve sâlih amelin eseridir. İlmi marifet hâline getiren de bunlardır. Allah Teâlâ, "Bizim için cihâd edenlere kendi yollarımızı göstereceğiz." (Ankebût, 69) buyurmuştur. Bu ayet-i kerimede sözü edilen cihadın birinci mânası takva ve sâlih amel için çalışmaktır. Nitekim bir âyette de şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! Eğer Allah'a karşı takva hâlini gözetirseniz, O size doğru ve yanlışı ayıran ve hakkı gösteren bir ışık verecektir." (Enfâl, 29)

Allah Rasûlü (as), yaptığı dualarda Allah Teâlâ'dan bu nuru istemiş ve şöyle demiştir: "Allah'ım! Bana nur ver ve nurumu arttır. Kalbime nur koy, gözlerime nur koy, kulaklarıma nur koy; saçıma, cildime, etime, kanıma, kemiğime nur koy; kabrimi nurlandır." (Müttefekun aleyh) Ve şöyle buyurmuştur: "Müminin ferasetinden sakının. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar." (Geçti)

Ebud-Derdâ (ra) şöyle demiştir: "Mümin, Allah Teâlâ’nın nuruyla bakar. Bu nur, Allah Teâlâ’nın onun kalbine attığı nurdur. Müminin dili de bu nura göre döner."

Amelle donatılmış ilme hikmet de denir. Allah Teâlâ, hikmetin önemini şu âyetle bildirmiştir: "Allah istediği kimseye hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiş olur." (Bakara, 269) Allah Rasûlü’nün Sünnetine ve genel ola*rak Kur'ân ilmine de "hikmet" denir. Çünkü bunlarda mücerret ilim değil, amel eşliğindeki ilim vardır.

İlim amelle desteklenirse kalbe girer ve orada yerleşir. Aksi takdirde kulak ve dudaktan öteye geçmez. Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "İlim iki kısımdır. Bunlardan sahibine faydası olan ilim, kalbe giren ilimdir." (Geçti) Dil ve dudakta kalan ilim ise, sahibinin aleyhin*de delil ve şahittir.

İlham şeklinde gelen ilme "ledünnî ilim" denir. Hızır (as)’a verilen ilim bu türdendir. Allah Teâlâ bu zat hakkında şöyle buyurmuştur: "Biz bu kulumuza kendi ka*tımızdan bir rahmet verdik ve ona ledünnî olarak bir ilim öğrettik." (Kehf, 65) Ledünnî sözünün mânası, vasıtasız ve ilham yoluyla demektir. Bu türlü ilim verilen kimseye de "Rabbânî " denir. Bu isim de Allah tarafından öğretilmiş kimse demektir. (Bu ismin ikinci bir mânası ise, kendisini Rabbin yoluna adayan kimse demektir.)

İlmî (ilim hâlinde olan) kerametlerin hepsi ilham eserleridir. Bunun birkaç örneği şöyledir:

Hz. Ebu Bekir (ra), vefat hastalığında Hz. Aişe'ye şöyle demiştir: "Benden geriye kalan, sen, iki erkek ve iki kız kardeşlerindir." O bunu söylediği sırada, Hz. Ai*şe’nin iki erkek ve bir kız kardeşi vardı ve Hz. Ebu Bekir'in eşi hamileydi. Daha sonra bu hanım bir kız çocuğu doğurmuştur.

Hz. Ömer (ra) hutbe okurken, aniden, "Ey Sâriye! Dağa bak!" diye seslenmiştir. O sırada, Sâriye kumandasındaki İslâm ordusu çok uzak ülkelerde fetihlerle meşguldü ve o anda arkadaki dağ tarafından gelen bir düşman birliği tarafından vurulmak üzereydi. Bu durum, hutbe okuyan Hz. Ömer'e ilham edilmiş, kendisi de keramet kuvvetiyle uyarıda bulunup sesini yerine ulaştırmıştır.

Allah Rasûlü (as) şöyle buyurmuştur: "Sizden önceki ümmetlerde ilhama mazhar olan kimseler olmuştur. Bu ümmette de böyle birisi varsa o da Ömer'dir." (Müslim)

Enes şöyle demiştir: "Ben Osman'ı ziyarete giderken yolda bir kadın gördüm ve ona biraz dikkatlice baktım. İçeri girdiğimde Osman (ra) bana, 'Gözlerinde zi*nanın izleri olduğu hâlde bana gelirsin. Bilmez misin ki, gözlerin zinası harama bakmaktır.’ dedi. Ben hayret ede*rek, 'Allah Rasûlü’nden sonra vahiy mi var?’ dedim. Ken*disi, 'Hayır! Bu vahiy değil, basiret ve ferasettir.’ dedi."

Ebu Said el-Harrâz (ra) şunu anlatmıştır: "Mescid'ul-Haram'a girdiğimde orada eski ve yamalı elbi*se giymiş bir fakir gördüm ve kendi içimden: 'Böyleleri insanların sırtında yüktürler.’ dedim. Adam dönüp bana baktı ve, 'Allah, içinizdekini bilir; O'ndan sakın.’(Bakara, 235) âyetini okudu. Ben, o düşüncemden pişman olup gizlice tevbe ve istiğfar ettim. Bunun üzerine de adam, 'O, kullarından tevbesini kabul edendir.’ ayetini(Şûra, 25) okudu."

Eş-Şiblî (ra) şunu söylemiştir: "Bir gün otur*muşken nefsimi muhâsebe ettim ve kendi kendime, 'Galiba ben cimriyim.’ dedim. Nefsimi itham ettiğim bu kötü huydan kurtulmak için de, 'Bundan sonra elime geçecek bir şeyi hemen götürüp bir fakire vereceğim.’ dedim.

Bu muhâsebeden biraz sonra yanıma Halife'nin bir hizmetçisi geldi ve onun tarafından bana gönderilen altmış altını bırakıp gitti. Ben de parayı alıp hemen evden çıktım ve bir fakir aradım. Biraz gidince, kör bir adamın berberde tıraş olduğunu gördüm ve yanına gidip parayı eline uzattım. Kör adam:

-Bunu tıraş ücreti olarak berbere ver, dedi. Ben:

-Bu az para değil, altmış altındır, dedim. Adam:

-Sen boşuna kendi kendine, 'Ben cimriyim.’ demedin, dedi. Adamın bu keşif ve ilhamına hayret edip parayı berbere uzattım. Berber, elini çekerek:

-Hayır, almayacağım. Çünkü ben bu adamı tıraş etmeye başlarken kendisinden ücret almamayı niyet ettim, dedi. Berberin bu âlicenaplığı da beni etkiledi ve elimdeki para*dan iyice iğrendim. Ondan sonra da götürüp onu Dicle nehrine attım. Arkasından da:

-Sana değer verenleri Allah değersiz kılsın! dedim."

Hamza İbni Abdullah şöyle demiştir: "Ebu'l-Hayr et-Teynânî'yi ziyaret etmeye giderken kendi içimden, 'Ona selâm verip hatırını soracağım ve fakat evinde yemek yemeyeceğim.’ dedim. Kendisini ziyaret ettim, ondan sonra da çıkıp ayrıldım. Ben biraz gidince, baktım ki elinde bir tabak yemekle arkamdan geliyor. Gelip bana yetişti ve tabağı bana uzatarak: 'Artık evimde değilsin. Onun için bu yemeği yiyebilirsin.’ dedi."

Bu türlü keşif ve ilhamların hak olduğunu gösteren iki kesin kanıt vardır. Birincisi, doğru rüya hâlindeki keşif ve ilhamlardır. Bunlar rüya hâlinde olabilirlerse, uyanıklık hâlinde olmamaları için hiçbir sebep yoktur. İkincisi ise, Allah Rasûlü’nün tevatür derecesini bulan çok sayıdaki keşif ve ilhamlarıdır. Bu keşif ve ilhamlar vahiyden ve peygamberlikten ayrı şeyler oldukları için, onların Allah Rasûlü’nde görülmeleri, onun yolunda ve izinde olan sâlih ve muttaki kimselerde de görülebileceğini ortaya koyar.

Allah Teâlâ’nın bir semavî kitapta şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben bir kulumun kalbine bakar da onda gâlip olan hissin beni anmak olduğunu görürsem, artık onu ben yönetirim, onunla ben oturup konuşurum ve kendisine ben ünsiyet veririm."
 

BEDİR MUHAMMED ALİ

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
18 Şubat 2012
Mesajlar
677
Tepkime puanı
3
Yaş
66
Selam güzel insan . Duygu ve düşüncelerimi ifade ederken. Kalbinizin sizin kabeniz olduğunun idrakı içinde iman konusunda düşüncelerimi ifade etmek istiyorum. Insanın yaradılış hakikatında . Anne rahminden semayı dünyaya davet olunduğunda . Ilk vardığı alem . Ruhu hayvaniye denizidir. Bu noktada ferdler azalarına dayanıcı taklidi bir imanla beden kabirlerinde hakikata yürürler. Ikincisi ise rabbaniyet makamında gayp aleminin ve şahadet aleminin arasındaki mahşer adı verilen hakikatın içinde ruhaniyetlerinin özündeki allahın ehadiyetini ararlar ve iman ettikleri peygamberin şeriatını uygulamaya çalışırlar. ücüncü bölümde ise habibullah makamının rahmetinin ışığında . Kendilerinin furkan yani canlı kuran olan beden arzlarında .kemalat ve ehadiyet makamlarının arasında kendi bedenlerine şahid olacak ruhul emin yani cebrailin şahitliğinde el emin olurlar . Ins cin ve melekütül aleminin suretinin insan . Ve bu makamda alemlerin efendisinin hz muhammed olduğuna .allah sinelerin özünü bilendir aeo
 

Gönül sızım

Özel Kardeşimiz
Yönetici
Süper Mod
Moderatör
Katılım
26 Temmuz 2011
Mesajlar
19,432
Tepkime puanı
185
Size maşallah Mubarek ne kadar da guzel anlatmissiniz.. hakikatleri aciklamaya calismissiniz da ..
Cüzi irademizle ne kadar anliyabiliyoruz..
Rabbim cumlemizin idrak kapisini acsin ins.
Sözlerinizi gönlümden anlasamda bilgi dağarcığım mı yetersiz acaba ifade edememekteyim. Siz nezaman konuşsanız
ben bir teffekur deryasina girmekte ve bazen icinden cikamamaktayim.. Allahu Alem...

"Ilk vardığı alem . Ruhu hayvaniye denizidir. Bu noktada ferdler azalarına dayanıcı taklidi bir imanla beden kabirlerinde hakikata yürürler...

Ikincisi ise rabbaniyet makamında gayp aleminin ve şahadet aleminin arasındaki mahşer adı verilen hakikatın içinde ruhaniyetlerinin özündeki allahın ehadiyetini ararlar ve iman ettikleri peygamberin şeriatını uygulamaya çalışırlar...

ücüncü bölümde ise habibullah makamının rahmetinin ışığında . Kendilerinin furkan yani canlı kuran olan beden arzlarında .kemalat ve ehadiyet makamlarının arasında kendi bedenlerine şahid olacak ruhul emin yani cebrailin şahitliğinde el emin olurlar ."

 
Üst Alt