Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Ana sayfa
Forumlar
İSLAMİ PAYLAŞIMLAR
İlmihal/Fıkıh
İslâm akidesi
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Ekrem" data-source="post: 43781" data-attributes="member: 3"><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Bu düzenleme ise otomatik olarak yalnızca düzenin kendisinden gelmez. Çünkü düzenleyici olmadan düzen de olmaz. Düzenleme, şeylerden de gelmemiştir. Çünkü şeylerin varlığı, otomatik veya zorunlu olarak nizamı oluşturmaz. Şeyleri düzenleyecek bir düzenleyici bulunmaksızın kendi kendilerine de düzen kuramazlar. Düzen, şeylerle nizamların toplamından da meydana gelmez. Çünkü düzenleme, nizam ve şeylerin kendisine boyun eğeceği özel bir durum bulunduğunda ortaya çıkar. Şeylerle beraber nizama ait bu özel durum düzenlemeyi meydana getirir. Özel durum, şeyler ve nizam üzerinde egemen bir durumdur. Düzenleme ancak bu özel duruma göre gerçekleşir. Şeylerin ve nizamın dışında zorla uygulanan bu özel durum ise, ne nizamdan, ne şeylerden ne de bunların toplamından meydana gelmez. Öyleyse düzenleme bunların dışındadır. Tabiatın kendiliğinden hareket edemeyip kendisi dışından zorla konulan özel durumlara göre hareket edebilmesi, tabiatın başkasına muhtaç olduğunu ve başlangıcının bulunduğunu ifade eder. Ezeli olmaması yani başlangıcının bulunması ise tabiatın yaratıcı olmadığını gösterir. Öyleyse yaratıcı kesinlikle ezeli olmalı "başlangıcı olmama" sıfatıyla nitelenmelidir ki bu da Allah Sübhanehu ve Teâla’dır.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Öyleyse Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığı duyu yoluyla idrak edilebilen bir iştir. Çünkü hislerle idrak edilen şeylerin muhtaç oluşları ezeli bir varlığın, yaratıcının gerekliliğine delalet eder. İnsan, bakışlarını Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattıklarına çevirdiğinde, kâinata baktığında, zaman ve mekânı tam anlamıyla kavramaya çalıştığında, hareket halindeki bu âlemlere oranla kendisinin gerçekten zerre kadar küçük kaldığını görür. Yine insan, çok sayıdaki bu âlemlerin hepsinin belirli yörüngelere ve sabit kurallara göre hareket ettiğini görür. İşte böyle bir idrakle yaratıcının varlığını, vahdaniyetini tamamen kavrar. O’nun gücünü, büyüklüğünü, azametini açıkça görür. Gece ve gündüzün birbirini takip edişini, rüzgârların esmesini, denizlerin, nehirlerin ve gezegenlerin, yıldızların varlığını görerek idrak eden insan için bunlar ancak Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına, birliğine ve kudretine delalet eden apaçık akli delillerdir. Allahu Teâla Kur’an da bu durumu ayetlerle şöyle ifade etmektedir:</span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong></strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong>إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأرْضِ وَاخْتِلافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنْ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالأرْضِ لايَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları döndürmesinde elbette akleden bir toplum için ayetler (pek çok deliller) vardır.”[1]</strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong></strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong>أَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمْ الْخَالِقُونَ (35) أَمْ خَلَقُوا السَّمَاوَاتِ وَالأرْضَ بَل لا يُوقِنُونَ “Onlar hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa kendileri midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar iyi bilmiyorlar.”[2]</strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Allah Subhenehû veTeala’nın varlığını idrak eden akıldır ve iman da akıl yoluyla olur. Onun için İslâm, iman konusunda aklı kullanmayı farz kıldı ve onu Allah Sübhanehu ve Teâla’nın varlığına imanda hakem kıldı. Bu nedenle Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına delil, akli delildir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi oluğunu yani başlangıcının ve sonunun bulunmadığını iddia edenler şöyle diyorlar:</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">“Evren başkasına muhtaç değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir. Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir.”</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Böyle bir iddiaya iki açıdan cevap verilir:</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">1. Dünyada var olan şeyler, ister ayrı ayrı olsunlar isterse hep bir arada bulunsunlar yoktan var etme, yaratma gücüne sahip değillerdir. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz olan tek bir şeyi, dışındaki şeyler, bir veya birçok yönden tamamlasalar, eksiğini giderseler dahi hem o hem de onun dışındakiler hep birlikte yaratmaktan ve yoktan var etmekten acizdirler. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz oluşu ise apaçık ortadadır. Bu ise onun ezeli olmadığını ifade eder. Çünkü ezeli olanda, yani başlangıcı olmayanda acizlik sıfatının bulunmaması tam tersine yoktan var etme, yaratma gücünün bulunması gerekir. Sonradan ortaya çıkan şeylerin hepsi ona dayanmalı ki ezeli olabilsin. Bu nedenle kâinat, yaratmaktan ve yoktan var etmekten aciz olduğu için ne ezeli olabilir ne de ebedi olabilir. Bir şeyin yoktan var etme gücüne sahip olmaktan yoksun olması onun ezeli olmadığının kesin delilidir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">2. Başkası tarafından ihtiyacı karşılanıncaya kadar, aşmaya güç yetiremediği belli bir orana (kurala, yasaya) gereksinim duyması bir şeyin muhtaç oluşundandır. Bu ifadeyi şu şekilde açıklamak mümkündür:</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">A B’ye ve B de C’ye muhtaç ise dolayısıyla A da C’ye muhtaçtır. Bu muhtaçlık silsile halinde böylece devam eder. Birinin bir başkasına muhtaç olması onlardan her birinin ezeli olmadığının delilidir. Birbirini tamamlaması veya birinin diğerinin ihtiyacını gidermesi mutlak değil belirli bir oranla sınırlıdır. Yani belirli bir tertibe, düzenlemeye göre olur. Tamamlama işlemi ancak bu düzenlemeye göre olur veya madde, bu düzenleme dışına çıkmaktan aciz kalır, çıkamaz. Böylece tamamlanan şey kendi kendini tamamlayamaz. İhtiyacını tek başına karşılayamaz. İhtiyacını ancak, kendisi dışında tespit edilmiş olana boyun eğmek zorunda bırakıldığı düzenlemeye göre giderebilir. Dolayısıyla da hem tamamlanan hem de tamamlayanın her ikisi de ihtiyacı karşılanıncaya kadar belirli düzenlemeyi yapana muhtaçtırlar. Bu düzenlemeye aykırı hareket edemezler. Bu düzenleme dışında da ihtiyaç karşılanamaz. Bu nedenle düzenlemeye uymak mecburiyetinde olan, onu koyana muhtaçtır. Böylece eşyaların tamamı birbirlerini tamamlasalar dahi kendileri dışındaki varlığa muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Yani şeyler belirli düzenlemeyi yapıp ona boyun eğmeye zorlayana muhtaçtırlar. Örneğin; suyun buza dönüşebilmesi için belirli bir ısı derecesine gereksinim vardır. Burada ise şöyle diyorlar:</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">“Su, ısı ve buz birer maddedirler. Maddenin bir halden bir başka hale dönüşmesinde ihtiyaç yine maddeyedir. Sonuçta madde başkasına değil yine kendisine muhtaç olmaktadır.”</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Oysa gerçek böyle değildir. Su, buhar haline gelirken sadece ısıya değil, belirli bir derecedeki ısıya muhtaçtır. Isı bir şeydir. Ancak belirli bir dereceye ulaştığında etki etmesi ise daha başka bir iştir. Bu ise ısıdan başka bir şeydir. Isının etkileyebilmesi, suyun da etkilenebilmesi için ısıya zorla uygulanan oran otomatik olarak “su”dan ileri gelmemektedir. Yoksa su, istediği şekilde etkilenebilirdi. Bu oran ısıdan da kaynaklanmamaktadır. Öyle olsaydı bu sefer de ısı dilediği gibi etkileyebilirdi. Kısacası oran maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı tespit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin edilmektedir. Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan demek başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin kendisine muhtaç olduğu varlık demektir. Maddenin başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır. Kâinata şöyle bir göz atan insan, şeylerin -ister bir yer işgal etsin isterse enerji gibi bir yer işgal etmesin- yoktan var edilmesinin, ancak duyu organları ile algılanabilen şeyler arasında belirli bir düzenlemenin bulunması ile tamamlanabileceğini kavramaktadır. Dolayısıyla bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen bir nesne yoktur. Ve yine belirli bir orana boyun eğmeden şeyler tarafından icat etmek de yoktur. Yani bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen oransız ve düzensiz olarak yaratılmış bir şey yoktur. Bu nedenle de kâinatta var olan ve var edilen bütün şeyler başlangıçsız ve sonsuz değildir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Var olan şeylere gelince; onların hissedilen ve idrak edilen şeylerden oluştuğu gayet açıktır. Ve yine bu var olan şeylerin kendi iradeleri dışında kendilerine uygulanan belli oranlara boyun eğdikleri de apaçık ortadadır.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Kâinatta var edilen şeylere gelince; onların da yoktan var etmekten aciz oldukları ortadadır. Bu apaçık bellidir. Çünkü bunlar da kendi iradesi dışında kendisine uygulanan belirli düzenlemeye boyun eğmektedirler. Bu düzenleme kendi isteği ile olmamaktadır. Eğer kendi isteği ile olmuş olsaydı düzenlemeyi terk etmeye ve ona boyun eğmemeye kadir olurdu. Bu düzenleme onun dışındadır. Kâinatta duyu organları ile algılanabilen şeylerin acizliği yani kâinatın yoktan var etmekten aciz kalışı kendi dışından gelen belli bir düzenlemeye boyun eğişi kâinatın başlangıçsız ve sonsuz olmadığı, başlangıcı ve sonu olmayanın yaratığı olduğunun delilidir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px"></span><span style="font-size: 12px">Yaratmanın ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyip de yoktan var eden bir yaratıcının varlığını inkâr edenlere gelince:</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Onların bu sözleri, duyu organlarıyla algılanabilen şeyler ve bunlar üzerine iradeleri dışında konulan belirli düzenlemelerin her ikisinin de yaratıcı olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme duyu organlarıyla algılanabilen şeylerin ve bu şeyin dışından gelen belirli bir düzenlemenin bulunması ile mümkün olabilir. Yaratmanın ölçme ve verilen ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyenlerin bu sözü kesinlikle batıldır. Bu söz batıldır, çünkü belirli düzenleme ne şeylerden ne de kendisindendir. Bu düzenleme, duyu organlarıyla idrak edilebilen şeylerin dışında, duyu organlarıyla doğrudan doğruya algılanamayan bir varlık tarafından konulmuştur.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p> <span style="font-size: 12px">Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratıcı olamayacağı açığa çıkar. Çünkü yaratmanın bu şekilde tanımlanması kesinlikle mümkün değildir. Yaratma olayının olabilmesi için duyu organlarıyla algılanabilen şeylere belli bir düzenlemeyi koyan, ancak doğrudan doğruya duyu organlarıyla algılanamayan bir şeyin bulunmasını gerektirir. Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratmak olmadığı ve yalnızca da onunla mutlak anlamda yaratmanın yani yoktan yaratmanın tamamlanamayacağı görülmektedir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Yaratıcı duyu organlarıyla algılanabilen şeyleri yoktan var edemezse yaratıcı olamaz. Çünkü yaratıcı, sadece kendi iradesiyle yaratmaktan aciz olmuş ve yaratacağı şeyle birlikte bir şeye boyun eğmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu nedenle o, hem acizdir hem de ezeli değildir. Çünkü kendi kendine yaratmaktan aciz kalarak başkasına muhtaç olmuştur. Aciz ve muhtaç ise ezeli olamaz. Üstelik yaratıcı demek, yoktan var eden demektir. Yaratıcı olması demek yaratıcının şeylere değil şeylerin yalnızca O’na dayanması, muhtaç olması demektir. Eğer şeyleri yoktan var etmekten ve şeyler bulunmadan yaratmaktan aciz kalırsa yaratma hususunda şeylere muhtaç olur, şeyler kendisine muhtaç olmaz. Bu ise onun tek başına yaratıcı olmaması bu nedenle de yaratıcı olamaması demektir. Yaratıcının yaratıcı sıfatını kazanabilmesi için şeyleri yoktan var edebilmesi, kudret ve irade/dilediği gibi hareket edebilme özelliğine ve bütün şeylerin yalnızca kendisine dayanması özelliğine sahip olması gerekir. Bu nedenle icat etme işleminde yoktan var etme olmalı ki yaratmak olsun. İcat edenin de yaratıcı olması için elbette ki yoktan icat edebilmesi gerekir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Meleklere imanın delili ise naklidir. Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır: </span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong></strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong>شَهِدَ اللَّهُ أَنَّهُ لا إِلَهَ إِلا هُوَ وَالْمَلائِكَةُ وَأُوْلُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ “Allah, adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki; gerçekten O'ndan başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şahadet ettiler...”[3]</strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong></strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong>وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz “birr” (içtenlikle yapılan iyilik) değildir. Lakin “birr” Allah’a ve ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve resullere iman etmektir...”[4]</strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong></strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong>وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ “Müminlerin hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine inandılar.”[5]</strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong></strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong>وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلالاً بَعِيدًا “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve ahiret gününü inkâr ederse uzak bir sapıklığa düşmüş olur.”[6]</strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p> <span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Kitaplara imanın delili ise, Kur’an-ı Kerim ve diğer semavi kitaplara göre değişir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğu ve Allah Subhenehû ve Teala tarafından gönderildiğinin delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyu organlarıyla algılanabilmekte ve akıl da onun Allah’tan geldiğini idrak edebilmektedir. Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri Arapçadır. Araplar, Arapça konuştular, Arapçayı şiirde ve şiir dışında nesrin her çeşidinde kullandılar. Sözleri hem kitaplarda yazılıdır, hem de asırlar boyu nesilden nesile ezber yoluyla aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Buna göre Kur’an, ya belağatlı bir Arabın da söyleyebileceği tarzda bir sözdür, ya da Arabın dışında birisinin söylemiş olabileceği farklı bir tarzda söylenmiş bir sözdür. Bu durumda ise Arapça olmasından dolayı Kur’an, ya benzerini Arapların da söyleyebildiği bir sözdür ya da Arapların benzerini kullanmaktan aciz kaldığı bir sözdür. Eğer Araplar Kur’an’ın benzeri bir söz söyleyebilirlerse onun benzerini de getirebilirler. Dolayısıyla da bu söz beşer sözü olur. Dönemin Arapları, Arapçayı fesahatı ve belağatı ile en güzel kullananları olduğu halde Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıklarına göre Kur’an’ın beşer sözü olması da mümkün değildir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Kur’an’ı ve Arap dilini inceleyenler Kur’an’ın o güne kadar Arapların hiç kullanmadıkları çok özel bir üslûpta olduğunu, Kur’an indirilmeden önce ve sonra bile kesinlikle böyle bir üslûbun kullanılmadığını hatta ve hatta hiç kimsenin onu taklit edemediğini ve onun üslubu ile söz söyleyemediklerini görür. Arapların bu sözü söyleyememeleri ise Kur’an’ın Arapların dışında başkasının sözü olduğuna delildir. Kur’an’ın bütün Araplara meydan okumasına rağmen, Arapların, Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıkları şüphesiz ve kesin bir şekilde tevatüren sabittir. Allahu Teâla onlara şöyle diyor:</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong>وَإِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ “Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız haydi ona benzer bir sûre de siz getirin. Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer sadıklardan iseniz.”[7]</strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong></strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong>أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Sadıklardan iseniz onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın.”[8]</strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong></strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong>أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yoksa, onu kendisi uydurdu mu diyorlar. De ki: Eğer doğru söylüyorsanız haydi onun sûrelerine benzer uydurma on sure getirin, Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın.”[9]</strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong></strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"><strong>قُلْ لَئِنْ اجْتَمَعَتْ الآنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا “De ki; insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine de onun bir benzerini getiremezler.”[10]</strong></span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Kur’an’ın böyle apaçık meydan okumasına rağmen onlar, Kur’an’ın bir benzerini getiremediklerine göre, Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala katından geldiği ve Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğu da sabittir. Arap olmayanların Kur’an’ı söylemiş olmaları da imkânsızdır. Çünkü Arapça olduğu halde Araplar onun benzerini getirememişlerdir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Muhammed, Arap ve Araplardan birisi olduğu için Kur’an’ın Muhammed’in sözü olduğu da söylenemez. Arap kavminin acizliği delille ispatlandığına göre Arap kavminden birisi olan Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in de yetersiz kalacağı kesindir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Her insanın, sözlerin ve cümlelerin anlatımında kullandığı üslûb, yaşadığı dönemde bilinen şeylere veya öncekilerden kendisine aktarılanlara boyun eğer. İnsan, ifadeleri ve anlatım tarzını ancak, yeni hayalleri veya yepyeni manaları ifade ederken yenileyebilir. Daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması ise hayaldir. Oysa Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri, cümleleri ifade tarzı, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in asrında da ondan önceki Arapların döneminde de bilinmemekteydi. Bu nedenle bir beşerin daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması hayaldir. Çünkü böyle bir şey aklen de imkânsızdır. Dolayısıyla daha önce asla hissetmediği bir şey olan, lafızları ve cümleleri ile Kur’anî ifade tarzının Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'den kaynaklanması da imkânsızdır. Öyleyse Kur’an, Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Allah Subhenehû ve Teala katından getirdiği Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamıdır.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala’dan başkasının kelamı olmadığı, Kur’an’ın indiği dönemde de çağımızda da aklen sabittir. Çünkü insanoğlunun benzerini getirmekten aciz kalış mucizesi halen daha geçerlidir. Ve bu mucizeyi şu anda bile bütün dünya hissen idrak etmektedir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">Netice olarak Kur’an, tamamı Arapça bir kitap olduğu için ya Araplardandır, ya Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'dendir, ya da Allah Subhenehû ve Teala’dandır. Bu üç yerin dışında başka bir yerden olması imkânsızdır.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">- Kur’an’ın Araplardan gelmiş olması gerçeğe aykırıdır. Çünkü Araplar onun bir benzerini getirmekten aciz kaldılar ve bu yetersizliklerini de kabul ettiler. Onların Kur’an’ın bir benzerinin getirmekten aciz kalışları bugün de geçerlidir. Bu ise Kur’an’ın Araplardan olmadığına delalet eder. Öyleyse Kur’an, ya Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'dendir, ya da Allah Subhenehû ve Teala’dandır.</span></p><p><span style="font-size: 12px"></span></p><p><span style="font-size: 12px">- Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'den olması da gerçeğe aykırıdır. Çünkü her ne kadar dâhi olarak görülse de Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de Araptır. Dahi kimsenin de asrının seviyesindeki insanları aşması mümkün değildir. Araplar benzerini getirmekten aciz kaldılarsa Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de aciz sayılır. Çünkü Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de onlardan biridir. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’den tavatüren rivayet edilen:<strong> وَمَنْ كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ</strong> “Kim kasten bana yalan isnad ederse (benim söylemediğim bir şeyi, benim söylediğimi iddia ederse) cehennemdeki yerini hazırlasın.”[11] hadisi ile Kur’an’ın ayetleri karşılaştırıldığı zaman bu iki ifade arasında hiç bir benzerliğin olmadığı görülür. Bu ise Kur’an’ın Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in sözü olmadığının, Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğunun delilidir.</span></p><p><span style="font-size: 12px"><span style="font-size: 12px"> </span></span></p><p><span style="font-size: 12px"><span style="font-size: 12px">---------------------<img src="https://www.islamiforumlar.net/resim/images/okisareti.gif" alt="" class="fr-fic fr-dii fr-draggable " style="" />-----------------------</span></span></p><p><span style="font-size: 12px"><span style="font-size: 12px"></span></span></p><p><span style="font-size: 12px"><span style="font-size: 12px"></span></span></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Ekrem, post: 43781, member: 3"] [SIZE=3] Bu düzenleme ise otomatik olarak yalnızca düzenin kendisinden gelmez. Çünkü düzenleyici olmadan düzen de olmaz. Düzenleme, şeylerden de gelmemiştir. Çünkü şeylerin varlığı, otomatik veya zorunlu olarak nizamı oluşturmaz. Şeyleri düzenleyecek bir düzenleyici bulunmaksızın kendi kendilerine de düzen kuramazlar. Düzen, şeylerle nizamların toplamından da meydana gelmez. Çünkü düzenleme, nizam ve şeylerin kendisine boyun eğeceği özel bir durum bulunduğunda ortaya çıkar. Şeylerle beraber nizama ait bu özel durum düzenlemeyi meydana getirir. Özel durum, şeyler ve nizam üzerinde egemen bir durumdur. Düzenleme ancak bu özel duruma göre gerçekleşir. Şeylerin ve nizamın dışında zorla uygulanan bu özel durum ise, ne nizamdan, ne şeylerden ne de bunların toplamından meydana gelmez. Öyleyse düzenleme bunların dışındadır. Tabiatın kendiliğinden hareket edemeyip kendisi dışından zorla konulan özel durumlara göre hareket edebilmesi, tabiatın başkasına muhtaç olduğunu ve başlangıcının bulunduğunu ifade eder. Ezeli olmaması yani başlangıcının bulunması ise tabiatın yaratıcı olmadığını gösterir. Öyleyse yaratıcı kesinlikle ezeli olmalı "başlangıcı olmama" sıfatıyla nitelenmelidir ki bu da Allah Sübhanehu ve Teâla’dır. Öyleyse Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığı duyu yoluyla idrak edilebilen bir iştir. Çünkü hislerle idrak edilen şeylerin muhtaç oluşları ezeli bir varlığın, yaratıcının gerekliliğine delalet eder. İnsan, bakışlarını Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattıklarına çevirdiğinde, kâinata baktığında, zaman ve mekânı tam anlamıyla kavramaya çalıştığında, hareket halindeki bu âlemlere oranla kendisinin gerçekten zerre kadar küçük kaldığını görür. Yine insan, çok sayıdaki bu âlemlerin hepsinin belirli yörüngelere ve sabit kurallara göre hareket ettiğini görür. İşte böyle bir idrakle yaratıcının varlığını, vahdaniyetini tamamen kavrar. O’nun gücünü, büyüklüğünü, azametini açıkça görür. Gece ve gündüzün birbirini takip edişini, rüzgârların esmesini, denizlerin, nehirlerin ve gezegenlerin, yıldızların varlığını görerek idrak eden insan için bunlar ancak Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına, birliğine ve kudretine delalet eden apaçık akli delillerdir. Allahu Teâla Kur’an da bu durumu ayetlerle şöyle ifade etmektedir: [B] إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأرْضِ وَاخْتِلافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنْ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالأرْضِ لايَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları döndürmesinde elbette akleden bir toplum için ayetler (pek çok deliller) vardır.”[1] أَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمْ الْخَالِقُونَ (35) أَمْ خَلَقُوا السَّمَاوَاتِ وَالأرْضَ بَل لا يُوقِنُونَ “Onlar hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa kendileri midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar iyi bilmiyorlar.”[2][/B] Allah Subhenehû veTeala’nın varlığını idrak eden akıldır ve iman da akıl yoluyla olur. Onun için İslâm, iman konusunda aklı kullanmayı farz kıldı ve onu Allah Sübhanehu ve Teâla’nın varlığına imanda hakem kıldı. Bu nedenle Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına delil, akli delildir. Dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi oluğunu yani başlangıcının ve sonunun bulunmadığını iddia edenler şöyle diyorlar: “Evren başkasına muhtaç değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir. Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir.” Böyle bir iddiaya iki açıdan cevap verilir: 1. Dünyada var olan şeyler, ister ayrı ayrı olsunlar isterse hep bir arada bulunsunlar yoktan var etme, yaratma gücüne sahip değillerdir. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz olan tek bir şeyi, dışındaki şeyler, bir veya birçok yönden tamamlasalar, eksiğini giderseler dahi hem o hem de onun dışındakiler hep birlikte yaratmaktan ve yoktan var etmekten acizdirler. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz oluşu ise apaçık ortadadır. Bu ise onun ezeli olmadığını ifade eder. Çünkü ezeli olanda, yani başlangıcı olmayanda acizlik sıfatının bulunmaması tam tersine yoktan var etme, yaratma gücünün bulunması gerekir. Sonradan ortaya çıkan şeylerin hepsi ona dayanmalı ki ezeli olabilsin. Bu nedenle kâinat, yaratmaktan ve yoktan var etmekten aciz olduğu için ne ezeli olabilir ne de ebedi olabilir. Bir şeyin yoktan var etme gücüne sahip olmaktan yoksun olması onun ezeli olmadığının kesin delilidir. 2. Başkası tarafından ihtiyacı karşılanıncaya kadar, aşmaya güç yetiremediği belli bir orana (kurala, yasaya) gereksinim duyması bir şeyin muhtaç oluşundandır. Bu ifadeyi şu şekilde açıklamak mümkündür: A B’ye ve B de C’ye muhtaç ise dolayısıyla A da C’ye muhtaçtır. Bu muhtaçlık silsile halinde böylece devam eder. Birinin bir başkasına muhtaç olması onlardan her birinin ezeli olmadığının delilidir. Birbirini tamamlaması veya birinin diğerinin ihtiyacını gidermesi mutlak değil belirli bir oranla sınırlıdır. Yani belirli bir tertibe, düzenlemeye göre olur. Tamamlama işlemi ancak bu düzenlemeye göre olur veya madde, bu düzenleme dışına çıkmaktan aciz kalır, çıkamaz. Böylece tamamlanan şey kendi kendini tamamlayamaz. İhtiyacını tek başına karşılayamaz. İhtiyacını ancak, kendisi dışında tespit edilmiş olana boyun eğmek zorunda bırakıldığı düzenlemeye göre giderebilir. Dolayısıyla da hem tamamlanan hem de tamamlayanın her ikisi de ihtiyacı karşılanıncaya kadar belirli düzenlemeyi yapana muhtaçtırlar. Bu düzenlemeye aykırı hareket edemezler. Bu düzenleme dışında da ihtiyaç karşılanamaz. Bu nedenle düzenlemeye uymak mecburiyetinde olan, onu koyana muhtaçtır. Böylece eşyaların tamamı birbirlerini tamamlasalar dahi kendileri dışındaki varlığa muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Yani şeyler belirli düzenlemeyi yapıp ona boyun eğmeye zorlayana muhtaçtırlar. Örneğin; suyun buza dönüşebilmesi için belirli bir ısı derecesine gereksinim vardır. Burada ise şöyle diyorlar: “Su, ısı ve buz birer maddedirler. Maddenin bir halden bir başka hale dönüşmesinde ihtiyaç yine maddeyedir. Sonuçta madde başkasına değil yine kendisine muhtaç olmaktadır.” Oysa gerçek böyle değildir. Su, buhar haline gelirken sadece ısıya değil, belirli bir derecedeki ısıya muhtaçtır. Isı bir şeydir. Ancak belirli bir dereceye ulaştığında etki etmesi ise daha başka bir iştir. Bu ise ısıdan başka bir şeydir. Isının etkileyebilmesi, suyun da etkilenebilmesi için ısıya zorla uygulanan oran otomatik olarak “su”dan ileri gelmemektedir. Yoksa su, istediği şekilde etkilenebilirdi. Bu oran ısıdan da kaynaklanmamaktadır. Öyle olsaydı bu sefer de ısı dilediği gibi etkileyebilirdi. Kısacası oran maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı tespit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin edilmektedir. Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan demek başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin kendisine muhtaç olduğu varlık demektir. Maddenin başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır. Kâinata şöyle bir göz atan insan, şeylerin -ister bir yer işgal etsin isterse enerji gibi bir yer işgal etmesin- yoktan var edilmesinin, ancak duyu organları ile algılanabilen şeyler arasında belirli bir düzenlemenin bulunması ile tamamlanabileceğini kavramaktadır. Dolayısıyla bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen bir nesne yoktur. Ve yine belirli bir orana boyun eğmeden şeyler tarafından icat etmek de yoktur. Yani bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen oransız ve düzensiz olarak yaratılmış bir şey yoktur. Bu nedenle de kâinatta var olan ve var edilen bütün şeyler başlangıçsız ve sonsuz değildir. Var olan şeylere gelince; onların hissedilen ve idrak edilen şeylerden oluştuğu gayet açıktır. Ve yine bu var olan şeylerin kendi iradeleri dışında kendilerine uygulanan belli oranlara boyun eğdikleri de apaçık ortadadır. Kâinatta var edilen şeylere gelince; onların da yoktan var etmekten aciz oldukları ortadadır. Bu apaçık bellidir. Çünkü bunlar da kendi iradesi dışında kendisine uygulanan belirli düzenlemeye boyun eğmektedirler. Bu düzenleme kendi isteği ile olmamaktadır. Eğer kendi isteği ile olmuş olsaydı düzenlemeyi terk etmeye ve ona boyun eğmemeye kadir olurdu. Bu düzenleme onun dışındadır. Kâinatta duyu organları ile algılanabilen şeylerin acizliği yani kâinatın yoktan var etmekten aciz kalışı kendi dışından gelen belli bir düzenlemeye boyun eğişi kâinatın başlangıçsız ve sonsuz olmadığı, başlangıcı ve sonu olmayanın yaratığı olduğunun delilidir. [/SIZE][SIZE=3]Yaratmanın ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyip de yoktan var eden bir yaratıcının varlığını inkâr edenlere gelince: Onların bu sözleri, duyu organlarıyla algılanabilen şeyler ve bunlar üzerine iradeleri dışında konulan belirli düzenlemelerin her ikisinin de yaratıcı olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme duyu organlarıyla algılanabilen şeylerin ve bu şeyin dışından gelen belirli bir düzenlemenin bulunması ile mümkün olabilir. Yaratmanın ölçme ve verilen ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyenlerin bu sözü kesinlikle batıldır. Bu söz batıldır, çünkü belirli düzenleme ne şeylerden ne de kendisindendir. Bu düzenleme, duyu organlarıyla idrak edilebilen şeylerin dışında, duyu organlarıyla doğrudan doğruya algılanamayan bir varlık tarafından konulmuştur. Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratıcı olamayacağı açığa çıkar. Çünkü yaratmanın bu şekilde tanımlanması kesinlikle mümkün değildir. Yaratma olayının olabilmesi için duyu organlarıyla algılanabilen şeylere belli bir düzenlemeyi koyan, ancak doğrudan doğruya duyu organlarıyla algılanamayan bir şeyin bulunmasını gerektirir. Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratmak olmadığı ve yalnızca da onunla mutlak anlamda yaratmanın yani yoktan yaratmanın tamamlanamayacağı görülmektedir. Yaratıcı duyu organlarıyla algılanabilen şeyleri yoktan var edemezse yaratıcı olamaz. Çünkü yaratıcı, sadece kendi iradesiyle yaratmaktan aciz olmuş ve yaratacağı şeyle birlikte bir şeye boyun eğmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu nedenle o, hem acizdir hem de ezeli değildir. Çünkü kendi kendine yaratmaktan aciz kalarak başkasına muhtaç olmuştur. Aciz ve muhtaç ise ezeli olamaz. Üstelik yaratıcı demek, yoktan var eden demektir. Yaratıcı olması demek yaratıcının şeylere değil şeylerin yalnızca O’na dayanması, muhtaç olması demektir. Eğer şeyleri yoktan var etmekten ve şeyler bulunmadan yaratmaktan aciz kalırsa yaratma hususunda şeylere muhtaç olur, şeyler kendisine muhtaç olmaz. Bu ise onun tek başına yaratıcı olmaması bu nedenle de yaratıcı olamaması demektir. Yaratıcının yaratıcı sıfatını kazanabilmesi için şeyleri yoktan var edebilmesi, kudret ve irade/dilediği gibi hareket edebilme özelliğine ve bütün şeylerin yalnızca kendisine dayanması özelliğine sahip olması gerekir. Bu nedenle icat etme işleminde yoktan var etme olmalı ki yaratmak olsun. İcat edenin de yaratıcı olması için elbette ki yoktan icat edebilmesi gerekir. Meleklere imanın delili ise naklidir. Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır: [B] شَهِدَ اللَّهُ أَنَّهُ لا إِلَهَ إِلا هُوَ وَالْمَلائِكَةُ وَأُوْلُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ “Allah, adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki; gerçekten O'ndan başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şahadet ettiler...”[3] وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz “birr” (içtenlikle yapılan iyilik) değildir. Lakin “birr” Allah’a ve ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve resullere iman etmektir...”[4] وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ “Müminlerin hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine inandılar.”[5] وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلالاً بَعِيدًا “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve ahiret gününü inkâr ederse uzak bir sapıklığa düşmüş olur.”[6][/B] Kitaplara imanın delili ise, Kur’an-ı Kerim ve diğer semavi kitaplara göre değişir. Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğu ve Allah Subhenehû ve Teala tarafından gönderildiğinin delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyu organlarıyla algılanabilmekte ve akıl da onun Allah’tan geldiğini idrak edebilmektedir. Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri Arapçadır. Araplar, Arapça konuştular, Arapçayı şiirde ve şiir dışında nesrin her çeşidinde kullandılar. Sözleri hem kitaplarda yazılıdır, hem de asırlar boyu nesilden nesile ezber yoluyla aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Buna göre Kur’an, ya belağatlı bir Arabın da söyleyebileceği tarzda bir sözdür, ya da Arabın dışında birisinin söylemiş olabileceği farklı bir tarzda söylenmiş bir sözdür. Bu durumda ise Arapça olmasından dolayı Kur’an, ya benzerini Arapların da söyleyebildiği bir sözdür ya da Arapların benzerini kullanmaktan aciz kaldığı bir sözdür. Eğer Araplar Kur’an’ın benzeri bir söz söyleyebilirlerse onun benzerini de getirebilirler. Dolayısıyla da bu söz beşer sözü olur. Dönemin Arapları, Arapçayı fesahatı ve belağatı ile en güzel kullananları olduğu halde Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıklarına göre Kur’an’ın beşer sözü olması da mümkün değildir. Kur’an’ı ve Arap dilini inceleyenler Kur’an’ın o güne kadar Arapların hiç kullanmadıkları çok özel bir üslûpta olduğunu, Kur’an indirilmeden önce ve sonra bile kesinlikle böyle bir üslûbun kullanılmadığını hatta ve hatta hiç kimsenin onu taklit edemediğini ve onun üslubu ile söz söyleyemediklerini görür. Arapların bu sözü söyleyememeleri ise Kur’an’ın Arapların dışında başkasının sözü olduğuna delildir. Kur’an’ın bütün Araplara meydan okumasına rağmen, Arapların, Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıkları şüphesiz ve kesin bir şekilde tevatüren sabittir. Allahu Teâla onlara şöyle diyor: [B]وَإِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ “Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız haydi ona benzer bir sûre de siz getirin. Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer sadıklardan iseniz.”[7] أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Sadıklardan iseniz onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın.”[8] أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yoksa, onu kendisi uydurdu mu diyorlar. De ki: Eğer doğru söylüyorsanız haydi onun sûrelerine benzer uydurma on sure getirin, Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın.”[9] قُلْ لَئِنْ اجْتَمَعَتْ الآنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا “De ki; insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine de onun bir benzerini getiremezler.”[10][/B] Kur’an’ın böyle apaçık meydan okumasına rağmen onlar, Kur’an’ın bir benzerini getiremediklerine göre, Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala katından geldiği ve Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğu da sabittir. Arap olmayanların Kur’an’ı söylemiş olmaları da imkânsızdır. Çünkü Arapça olduğu halde Araplar onun benzerini getirememişlerdir. Muhammed, Arap ve Araplardan birisi olduğu için Kur’an’ın Muhammed’in sözü olduğu da söylenemez. Arap kavminin acizliği delille ispatlandığına göre Arap kavminden birisi olan Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in de yetersiz kalacağı kesindir. Her insanın, sözlerin ve cümlelerin anlatımında kullandığı üslûb, yaşadığı dönemde bilinen şeylere veya öncekilerden kendisine aktarılanlara boyun eğer. İnsan, ifadeleri ve anlatım tarzını ancak, yeni hayalleri veya yepyeni manaları ifade ederken yenileyebilir. Daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması ise hayaldir. Oysa Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri, cümleleri ifade tarzı, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in asrında da ondan önceki Arapların döneminde de bilinmemekteydi. Bu nedenle bir beşerin daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması hayaldir. Çünkü böyle bir şey aklen de imkânsızdır. Dolayısıyla daha önce asla hissetmediği bir şey olan, lafızları ve cümleleri ile Kur’anî ifade tarzının Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'den kaynaklanması da imkânsızdır. Öyleyse Kur’an, Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Allah Subhenehû ve Teala katından getirdiği Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamıdır. Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala’dan başkasının kelamı olmadığı, Kur’an’ın indiği dönemde de çağımızda da aklen sabittir. Çünkü insanoğlunun benzerini getirmekten aciz kalış mucizesi halen daha geçerlidir. Ve bu mucizeyi şu anda bile bütün dünya hissen idrak etmektedir. Netice olarak Kur’an, tamamı Arapça bir kitap olduğu için ya Araplardandır, ya Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'dendir, ya da Allah Subhenehû ve Teala’dandır. Bu üç yerin dışında başka bir yerden olması imkânsızdır. - Kur’an’ın Araplardan gelmiş olması gerçeğe aykırıdır. Çünkü Araplar onun bir benzerini getirmekten aciz kaldılar ve bu yetersizliklerini de kabul ettiler. Onların Kur’an’ın bir benzerinin getirmekten aciz kalışları bugün de geçerlidir. Bu ise Kur’an’ın Araplardan olmadığına delalet eder. Öyleyse Kur’an, ya Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'dendir, ya da Allah Subhenehû ve Teala’dandır. - Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'den olması da gerçeğe aykırıdır. Çünkü her ne kadar dâhi olarak görülse de Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de Araptır. Dahi kimsenin de asrının seviyesindeki insanları aşması mümkün değildir. Araplar benzerini getirmekten aciz kaldılarsa Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de aciz sayılır. Çünkü Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de onlardan biridir. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’den tavatüren rivayet edilen:[B] وَمَنْ كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ[/B] “Kim kasten bana yalan isnad ederse (benim söylemediğim bir şeyi, benim söylediğimi iddia ederse) cehennemdeki yerini hazırlasın.”[11] hadisi ile Kur’an’ın ayetleri karşılaştırıldığı zaman bu iki ifade arasında hiç bir benzerliğin olmadığı görülür. Bu ise Kur’an’ın Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in sözü olmadığının, Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğunun delilidir. [SIZE=3] ---------------------[IMG]https://www.islamiforumlar.net/resim/images/okisareti.gif[/IMG]----------------------- [/SIZE][/SIZE] [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Günün ilk namazı hangi namazdır
Cevap yaz
Ana sayfa
Forumlar
İSLAMİ PAYLAŞIMLAR
İlmihal/Fıkıh
İslâm akidesi
Üst
Alt