Vücud bulan her bir varlık yeni varlıkları olanaklı kılar
İcad ve yaratmak yanlız ve yanlız Allaha aittir. Allahtan başka hiç bir şey yaratma ve icat etme kabiliyetine sahip değildir. Allahu taala bir çok ayetlerde bunu vurgulamıştır. Örneğin aşağıdaki ayetlere dikkat ediniz.
Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekîldir[21]. De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah tır." O halde "O nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan (şeyleri) kendiniz için veliler mı edindiniz?" De ki: "Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?" Yoksa O nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: her şeyi yaratıcısı Allahtır. Ve O, birdir, kahrdir.[22] (Rad 16)
İşte her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah dır. O ndan başka Allah yoktur. O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz![23] (Mümin, 62).
(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir[24] İşte O’dur Rabbiniz. O ndan başka Allah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O na kulluk edin, O her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlık O dur).[25] (Anam, 102).
Görüldüğü gibi yukarıdaki ayetler yaratma ve icad etme olayını mutlak olarak Allaha ait olduğunu vurgulamaktadırlar. Ancak bunun anlamı, diğer valıkların imkan aleminde hiç bir fonsiyunu yoktur anlamında değildir. Yukarı daki ayetler de icad etmeyi ve yaratmayı diğer varlıklardan reddediyor. Mutlak tesiri onlardan reddetmiyor. Aksi taktirde ayetler birbiriyle çelişir. Zira birçok ayetler insanın yapmış olduğu amellerden dolayı cazalandırılacağını ve kendi ellerinizle işlemiş olduğunuz amellerden dolayı karada ve denizde fesat çıkardığını vurgulamaktadır. Ayriyetten mutlak bir şekilde varlıklardan eserin selb edilimesi aşağıdaki olumsuz ve akla ters olan getirilerin doğurulmasına neden olur.
1) İnsanlar tarafından Allah için yapılan ibadetler, insanlara değil, Allahın kendisine aittir. Yani Allah hem abiddir hem mabuddur. Hem ibadet edendir hem ibadet edilendir. Insanlarin kendileri ne abiddirler ne mabud. Allahın kendisi kendisine ibadet eder, Allahın kendisi, kendisine şirk koşar. Bir kısım amelleri vad ile bir kısmını vaid ile vaadlandırması da anlamsız, dolayısıyla insanların bir kısmını cezalandırmak bir kısmını da mukafatlandırmak zülümdür. Zira insanın gerçekleştirdiği amellerin bütünü (fikirsel olsun ameli olsun) bu farza göre tamamen Allahın kendisine ait ve onların gerçekleşmesinde insanın hiç bir fonksiyonu yoktur. Oysa akıllı ve mütefekkir olan hiç kimse tarafından bu kabul görülmez. Dini temel kaynağı olan kuranda bunu reddetmektedir.
İçinde Allah a döndürülecek, sonra da her nefsin kazandığı şeylerin eksiksiz bir şekilde verileceği ve kimsenin zülme oğratılmayacağı günden sakının.[26] (Bakara, 281).
Fakat, onları gelmesinde şüphe edilmeyen bir gün için topladığımız ve hiçbir zülme uğramaksızın herkese kazandığı şeyler tastamam ödendiği zaman halleri nice olur?[27] (Ali imran, 25). Bu ve buna benzer ayetler yukarıdaki farzı reddetmektedir.
2) Bütün varlıklardan farklı eserlerin değil, bilakis tek çeşit eserin, meydana gelmesi gerekir dolayısıyla farklı varlıkların değil, tek çeşit varlığın var olması gerekir. Veya herbir varlıktan her çeşit eserin meydana gelmesi olanaklı olması gerekir. Yani ateşten alev çıktığı gibi sudan, ağaçtan insandan vb. gibi şeylerden de alev çıkması kabul edilmelidir. Zira bu farza göre hiçbir varlığın hiçbir şekilde varlık aleminde eseri yoktur. Ne varsa Allaha aittir. Dolayısıyla ya bütün varlıklardan bir çeşit eser meydana gelir veya her varlıktan her çeşit eser meydana gelebilir. Oysa varlıkların çeşitli olduğu açık olduğu gibi, her varlığın kendisine veya her cihetine has bir eseri olduğu da bedihidir. Yani cemadatların her birisinin kendisine, bitkilerin herbirisinin kendisine, hayvanların her birisinin kendisine ve insanlarında kendilerine has eserleri olduğunu müşahede ediyoruz. Zaten varlıkları farklı türlere göre kategorilere ayırmamızda farklı eserlere sahip olduklarındandır.
3) Yaratıkların yaratılması lağv olmalıdır. Zira eğer varlık aleminde varlıklar yaratılıp imkan aleminde kendilerine vücut yapılarına uygun bir görev ve bir rol verilmiyorsa, yaratılmalarının bir anlamı kalmaz ve yaratılmaları boş ve hedefsiz olmalıdır. Yani eğer Allah ateşi yaratıp imkan aleminde vücudunun yapısına uygun bir fonksiyon ve bir görev yani yakmayı, ısıtmayı vermiyorsa, yaratmasının ne anlamı kalır?. Hiçbir anlamı kalmaz. Diğer varlıklar da hakeza; eğer onları yaratıp imkan aleminde vücut yapılarına uygun bir rol verilmiyorsa yaratılmaları boş olmalıdır. Oysa ki, Allah boş şeyleri yaratmaktan münezehtir.
Göğü, yeri ve ikisinin arasında var olanları batıl olarak (hedefsiz ve boş yere) yaratmadık. Bu, kafirlerin zannıdır. [28]
Ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken (bulundukları her halette) Allah ı anan ve göklerin ve yerin yaratılışında tefekkür eden kimseler, Rabbimiz! Sen bunu batıl olarak yaratmadın, seni tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru derler.[29]
4) Malul illetinin sahip olduğu bütün sıfatlardan ari olmalıdır. Yani eğer illetin sahip olduğu vücut ilim, kudret, hay vb. sıfatlar varsa, malulun bunlardan yoksun olmas gerekir. Eğer malul illettinin sahip olduklarına sahp olmazsa, illetinin sahip olduğu vücuda da sahip olmaması gerekir. Yani malul diye bir şeyin vücudu olmaması lazım. Oysa varlıkların var oluşunu safsatacılar dışında kimse tarafından inkar edilmemiştir. Safsatacılar da her şeyi inkar etseler bile kendi varlıklarını ve zihinlerinin varlığını ve kendi safsatalarının özünü kabul ederler. Oysa felsefede bu neticenin tersi ispatlanmıştır. Yani her malul, illetinin sahip olduğu tüm sıfatlara sahiptir. Elbette illetinin sahip olduğu şiddetinde değil, kendi kabiliyeti oranında. Dolayısıyla eğer bütün varlıkların illeti, vücut, ilim, kudret ve hayata sahip olan Allah ise, o zaman onun malulu olan bütün varlıklar da bu sıfatlara haiz olmalıdırlar. Allame Tabatabai özetle şöyle diyor:
“bütün mevcudatlar, ilim şuur ve hayata sahiptirler”[30] Bir çok ayetler de bunu teyid etmektedir. Örnek olarak aşağıdaki ayete dikkat ediniz.
Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O nu tesbih eder; O nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz onlarin tesbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, bağışlayan dır.[31]Oysa şuur, hay ve ilim sahibi olan şey ancak tesbih edebilir. Onların tesbihleri, tesbihi halidir diyenlerin görüşü doğru değildir. Zira ayette “siz onların tesbihlerini anlamıyorsunuz” vurgulamaktadır. Bu görüşü kabul etsek onların tesbihlerini anlamış oluruz.
Yukarıdaki açıklamalar bir taraftan icad etmeyi ve yaratmayı Allaha mahsus olduğunu ispatlar ve Mütezilenin tafviz şeklindeki görüşünü reddederken, diğer taraftan her varlık, imkan aleminde kendisine has bir rol üstlediğini ispatlamaktadır. Yani Aş’arilerin cebr görüşünü de reddetmektedir. Her iki görüş yanlış ve reddediliyorsa onun ortası bulunmalıdır. Yani her şeyin icat edilmesi ve yaratılması Allaha ait olduğuna bir halel getirmeden, diğer varlıkların imkan alemindeki tesirini ve üstlendikleri rol keşf edilmelidir. Başka bir beyanla aşağıdaki sorunun cevabı bulunmalıdır. Vücud bulmuş olan varlıkların imkan aleminde üstlendikleri rol nedir?
Işte yukarıdaki unvan bu sorunun cevabını vermek doğrultusundadır. Yani her varlık, vücut bulmakla başka varlıkları olanaklı hale getirir. Başka bir beyanla vücud nurundan yararlanan her varlık kendi vücuduyla başka varlıkların vücud nurundan yararlanmalarını olanaklı hale getirir. Bir önceki vücudla olanaklı hale gelen her şeye vücudun bağışlanması da, ilahi hikmetin gereğidir. Dolayısıyla Allahın tekvini iradesi devreye geçer olanaklı hale gelmiş olana vücud bağışlayarak onu yokluklar (adem) karanlığından çıkarır. Mümkün olan şeyleri adem karanlığında bırakmak ilahi hikmete aykırıdır. Bir önceki varlık olmasaydı bir sonraki şeyin vücud bulması olanaksızdı. Dolayısıyla ona vücudun bağışlanması da düşünülemezdi. Yani Allahın tekvini iradesine mazhar olamazdı. Zira Allahın tekvini iradesi sadece olanaklı olan şeylere taalluk eder. Öyleyse varlıkların imkan aleminde üstlendikleri görev icat etmek değil başka şeylerin vücut bulmasını olanaklı duruma getirmektir. Başka bir beyanla vücut bulan her şey sonraki şeyler için mukaddime olmak ve vücud bulmalarını olanaklı kılmaktır. Mukaddime olmadan zil-mukaddimenin gerçekleşmesi imkansızdır. Bir örnekle konuyu biraz daha açalım.
“
Tek olan varlıktan ancak tek varlık sudur eder” felsefi kaidesine göre Allahın varlığıyle vücut nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olan tek bir varlık vardır. Oda akli evveldir. Dolayısıyla Allahın tekvini iradesi ona vücut verir. Akli evelin yaratılmasıyla birkaç şey daha vücud nurundan yararlanma kabiliyetini kazanır. Akli evvelin yaratılmasıyla bu kabiliyeti kazananlara da, Allah tarafından vücud verilir. Yani ikinci akıl ve onunla bereber vücut bulma kabiliyetini kazanmış olan şeyler, faal olan Allahın tekvini iradesine mazhar olur, dolayısıyla onlarda vücud bulurlar. Ikinci aklın vücud bulmasıyla üçüncü akıl ve başka şeyler olanaklı hale gelir. Böylece bu durum bizim işinde yaşadığımız varlıklara kadar devam ede geldi ve sonuna dek de devam edecektir. Elbette bunun anlamı şu değildir ki, her kabiliyetin meydana gelmesiyle Allahın tekvini iradesi yeniden devreye geçer. Belki bunun anlamı şudur ki; Allahın emri bir tanedir
. Bizim emrimiz bir anlık bakış gibi tek olmaktan başka bir şey değildir[32]. (kamer, 50). Dolayısıyla Allahın tekvini iradesi bir defasında devreye geçer, artık bir zincirleme şeklinde olanaklı hale gelen her şeye taalluk eder. Nerede ve ne zaman kabiliyetler meydana gelirse devrede olan Allahın iradesi hemen ona taalluk eder ve ona vücud bağışlar. Bu durum tecerrüd aleminde defi olarak gerçekleşir. Madde aleminde ise tedrici ve zamanla gerçekleşir.
Başka bir beyanla filozoflar imkan alemini, “akıllar alemi”, “missal alemi” ve madde alemi olmak üzere üş kısma ayırmış, akıllar alemini missal ilemi için mukaddime, alemi misalı da madde alemi için mukaddime olduğunu söylemişler. Buna binaen akiller alemi missal alemini, missal alemi madde alemini olanaklı kılmıştır. Yani eğer akıllar alemi olmamış olsaydı masal aleminin yaratılması imkansız, missal alemi olmasaydı madde alemi olanaksız olurdu. Dolayısıyla hiç birisi vücud bulmazdı. Ama akiller alemi Allahın varlıyğıyla mümkün olduğu için ona vücud verilmemesi Allahın hikmetine tersdir. Ona vücud verildikten sonra diğerleri olaklı hale geldi dolaysıyla onlara da vücudun verilmesi ilahi hikmetin muktazasıdır. Alemi maddenin yaratılmasıyla insanın yaratılması olanaklı oldu, insanın yaratılmasıyla cennet ve cehenemin yaratılması mümkün hale geldi. Dolayısıyla onlarda yaratıldılar. Insan yaratılmasaydı cehennem ve cennetin vücut bulmaları imkansıdı. Zira cennet ile cehhennem insanların (özgür iradeye sahip olan varlıkların) ammelleri doğrultusunda anlam kazanırlar. Insanlar olmasaydılar cennet ve cehennem anlamsız olurdu, anlamsız olan varlıkların yaratılmaktan Allahu taala münezehdir.
Konunun daha kolay anlaşılması ve konumuzla olan irtibatının netleşmesi için başka bir beyan getirebiliriz. Şöyle ki; Bütün varlıkların yaratılışını külli ve cüzi olmak üzere iki merhalede değerlendirebiliriz.
Birinci merhale:
Varlıklar küllü olarak tahlil edildiğinde üç çeşit varlıkların varlığı tasavur edilmesi mümkündür. Meleküt (mücerred valıklar), mülk (maddi varlıklar) ve insan (ikisinden terkip edilmiş varlık). Ilk olarak meleküt alemi vücud nurundan yararlanma kabiliyetine sahip olduğu için Allahu taala kendisine vücut verdi. Meleküt aleminin vücut bulması, mülk aleminin vücut bulmasını olanaklı kıldı, ikisi birlikte insan denen varlığın (özgür iradeye sahip olan varlık) vücud bulmasını olanaklı kıldı. Dolayısıyla Allahın tekvini iradesi onlara taalluk etti ve onlara vücud bağışladı. Bu merhalede gürüldüğü gibi kabiliyetler ve Allahın tekvini iradesi söz konusudur. Bu iki faktör dışında başka bir faktür söz konusu değildir.
Ikinci merhale:
Bu merhalede ise insan (özgür iradeye sahip olan varlığı) denen varlığı tasavvur eder tahlile tabi tutulur. Insan tahlil edildiğinde insanın yaratılmasıyla insanın iradeside devreye girer. Insanın iradesinin devreye girmesi ve faal olmasıyla yeni şeyler vücud nurundan yararlanma kabiliyetini kazanır. Bu şeyler iki kısımdır. Bir kısmı insanın zatı (meleküti ve mülki) için zararlıdır. Mülki (maddi) boyutuna faydalı da olabilir zararlı da. Bir diğer kısmı, insanın zatı (her iki boyutu) için faydalıdır. Burada insanın iradesi neye taalluk ederse o mümkün hale gelir, dolayısıyla Allahın tekvini iradesi de ona taalluk eder ve onu icad eder. Ancak Allahu taala insanlara lütuf etmiş onların seçimi gerçeklerşmeden ve özgür iradeleri faal olmadan önce teşrii iradesiyle onlara yol gösterir onları hidayet eder. Şöyle ki; Onları, yapacakları seçimleriyle nelerin mümkün hale geleceğinden haberdar etmiş ve onlardan kendi iradeleriyle kendilerine faydalı olan şeyleri mümkün hale getirmelerini istemiştir. Yani onlara, siz kendi iradelerinizle cehennemi de mümkün kılabilirsiniz, cennetide. Başka bir tabirle onlara şunu bildirmiştir ki; Siz kendi iradenizi en yüce şeylere taalluk ederek sizde saklı olan istidadları bil file döndererek en yüce mertebelere çıkmanızı mümkün kılabildiğiniz gibi, kendi iradenizi en alçak şeylere taaluk ederek sizde saklı olan istidadları körükleyerek en aşağı mertebelere düşmenizi de mümkün kılabilirsiniz. Onları bu durumdan haberdar ederek onları özgür iradeleriyle baş başa bırakır. Artık kendileri kendi iradelerini hangi yöne faal ederlerse Allahın tekvini iradesi de o yönde faal olur ve onları muradlarına ulaştırır. Ahireti isterlerse ahireti, dünyayı isterlerse dünyayı kendilerine verir.
Her kim acil (peşin) olanı (dünyayı) dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları meşkurdur. (yani karşılığı veririz).[33]
Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.[34]
Bu merhalede insanın özgür iradesiyle beraber Allahın teşrii ve tekvini iradeside devrededir. Allahın teşrii iradesi yol göstericilik yapar. İnsanın iradesi seçer, Allahın tekvini iradesi icad eder. İnsanın iradesi taalluk ettiği şeyler kendisinin faydasına olması mümkün olduğu gibi, kendisine zararlıda olabilir. Allahın teşrii iradesinin taalluk ettiği şeylere taalluk ederse kendisine faydalıdır. Allahın teşrii iradesinin taalluk etmediği şeylere taalluk ederse kendisine zararlıdır. Dolayısıyla insanın iradesi faal olmadan yani insanın kendisi, seçimini yapmadan Allahın teşrii iradesi devreye geçerek ona yol göstericilik yapar ve onu yapacağı seçiminin akibetinden haberdar eder. böylece ona hüccetini tamamlar.
müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.(nisa 165)
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler Yahut "Daha önce babalarımız Allah a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?" dememeniz için (sizleri şahit tutttuk).
İnsanların seçimi gerçekleştikten sonra ilahi tekvini irade devreye geçer ve irade ettiklerini gerçekleştirir. Doğrudur Allahın tekvini iradesi olamadan onlar hiçbir şey yapamazlar. Ancak tekvini iradesinin devreye geçmemesi ilahi hikmete tesdir.
Görüldüğü gibi bu açıklama ne Allahın yaratıcı oluşuna bir halel getirmediği gibi varlıkların varlık aleminde tememen etkisiz olduklarınada reddetmiyor. Işte bu cebr ve tafvizin ortasıdır. Şimdi konuyu insanın yaratılış hikmetiyle irtibatlandıralım.