İhyay-ı Ervah - işarat-ül i'caz

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

İhyay-ı Ervah

Yani: "Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu, o size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat verecektir, sonra ona rücu’ edip gideceksiniz."

Âyetlerin nazmına ait üç vecih, bu âyette de câridir:

Bu âyetin mâkabliyle irtibatı: Evet Kur’an-ı Kerim, vaktâ ki insanları ibadete ve Allah’a iman etmeye davet etti. Ve imanın itikad edilecek esaslarıyla yapılacak hükümlerini icmalen, delillerine işareten zikretti; Evvelce mücmelen işaret edilen delilleri tazammun eden ni’metlerin ta’dadıyla, bu âyette de zikretmeye avdet etti.

Evet bu âyetle, en büyük nimet olan hayata işaret edilmiştir. İkinci âyetle, beka nimetine işaret edilmiştir. Evet, semavat ve Arz’ın tanzimatı, hayatın kemal ve saadetini te’min eder. Üçüncü âyetle, beşerin kâinat üzerine tafdil ve tekrimine işarettir. Dördüncü âyetle, beşere talim-i ilim nimetine işaret yapılmıştır. Bu ni’metlerin suretine, yani ni’met oldukları cihete bakılırsa; inayet-i İlahiyeye delil oldukları gibi, ibadete de delildirler. Çünkü ni’metleri verene şükür, vâcibdir; küfran-ı ni’met, aklen de haramdır. Eğer o ni’metlerin hakikatlarına bakılırsa, mebde’ ve meâdı isbat eden delillerdir.

Ve keza bu âyet, geçen kâfir ve münafıkların bahsine de nâzırdır. Onun için taaccübü ifade etmekle inkârı tazammun eden كَيْفَ ile yapılan istifham, onların tehdidlerine işarettir.
Şimdi, bu cümlelerin aralarındaki irtibat ve münasebetlerden bahsedeceğiz:

Evet, Kur'an-ı Kerim, evvelce gaibane yaptığı hikâyeden sonra, burada hitaba başladı. Bu da, belâgatça ma'lûm bir nükte içindir. Şöyle ki:

İnsan, bir adamın fenalığından, ayıblarından bahsederken hiddeti, gazabı o kadar galebe eder ki; hayalen, hayalî bir ihzar ile hitab suretiyle kendisine tevcih-i kelâm etmeye başlar veya iyiliklerinden bahsederken şevki ve aşkı galeyana gelir, hemen hayalinin karşısına getirir, kendisine hitab ile konuşmaya başlar. Bu iltifat ile tesmiye edilen bir kaidedir. Bu kaidenin lisan-ı Arab'da büyük bir mevkii vardır. İşte Kur'an-ı Kerim bu kaideyi takiben كَيْفَ تَكْفُرُونَ diyerek, sîga-i hitab ile onlara tevcih-i kelâm etmiştir. Sonra vaktâ ki bu makamda takib edilen maksad; îman, ibadet etmek ve küfran-ı ni'met etmemek, küfrü reddetmek gibi geçen usul ve esasları isbat için lâzım olan delilleri zikretmektir ve delillerin en vâzıhı, ahval-i beşer silsilesinden istifade edilen delillerdir ve nimetlerin en büyüğü, o silsilenin ukde ve düğümlerindedir. Kur'an-ı Kerim كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ olan âyet-i kerime ile, beş düğümlü, müretteb o silsile-i acibeye işaret etmiştir. Biz de o beş düğümü, beş mes'elede hall ve beyan edeceğiz.

Birinci Mes'ele: كُنْتُمْ اَمْوَاتًا cümlesi ukdeyi, yani birinci düğümü açıyor. Şöyle ki:

İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı içinde câmid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki; mahsus bir kanun ile, muayyen bir nizam ile intizam altına alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birdenbire kafile kafile, muayyen bir düstur ile, yevmî bir intizam ile, bir kasd ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken birdenbire acib, garib bir tarz ile nutfeye inkılab eder. Sonra müteselsil inkılablar ile alaka olur; sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılabların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, lâyıkına göre mevattır, yani hayatsızdır.

S- Mevt, hayatın zevalidir. Halbuki o zerrelerde hayat yoktur ki, zevali mevt olsun?

C- Mevtin o zerrelere ıtlak edilmesi, mecazdır. Sebebi ise; üçüncü, dördüncü düğümleri zihne kabul ettirmek üzere, zihin için bir hazırlamadır.

İkinci Mes'ele: فَاَحْيَاكُمْ düğümünü açıyor. Evet hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acîb bir mu'cizesidir ve bütün ni'metlerden üstündür ve mebde' ve meâdın bürhanlarından en zâhir bürhandır.

Evet hayat nevi'lerinin en ednası nebat hayatıdır. Hayat-ı nebatiyenin başlangıcı, çekirdekte veya habbede hayat düğümünün uyanıp açılmasıdır. Bunun keyfiyeti o kadar zâhir, o kadar umumî, o kadar me'luf iken, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hikmet-i beşerden ve felsefesinden gizli kalmıştır. İşte hayatın ne derece ince olduğu anlaşıldı.

Ve keza hayatı olmayan bir cisim, en büyük bir dağ da olsa tektir, yetimdir, mekânından başka birşeyle münasebeti yoktur. Lâkin bal arısı gibi küçük bir cisim, hayata mazhar olduğu zaman, bütün kâinatla münasebetdar olur ve herşeyle alış-veriş yapar; hattâ diyebilir ki: "Kâinat benim mülkümdür, benim yerimdir." Kâinatın her tarafına gider, havassıyla tasarruf eder, bütün eşya ile kesb-i muarefe eder. Bilhassa hayat-ı insaniye tabakasına çıkan hayat, aklın nuruyla âlemleri gezmiş olur. Âlem-i cismanîde tasarruf ettiği gibi, âlem-i ruhanîde gezer, âlem-i misale seyahat eder; kendisi o âlemleri ziyarete gittiği gibi, o âlemler de, onun ruhunun âyinesinde temessül etmekle iade-i ziyaret etmiş gibi olurlar. Hattâ insan "Âlem, Allah'ın fazlıyla benim için halkolunmuştur" diyebilir. Hayat-ı insaniye; herbirisi çok tabakalara şâmil olarak hayat-ı maddiye, hayat-ı ruhaniye, hayat-ı mâneviye, hayat-ı cismaniye gibi nevi'lere ayrılır, inbisat eder. Demek ziya, renk ve cisimlerin görünmesine sebeb olduğu gibi; hayat da, mevcudatın kâşifi ve sebeb-i zuhurudur. Evet hayat, bir zerreyi bir küre gibi yapar; ashab-ı hayatın herbirisi, âlem benimdir diyebilir. Aralarında müzahame ve münakaşa da olmaz; müzahame ve münakaşa, yalnız nev'-i beşerde olur. İşte hayatın ne büyük bir ni'met olduğu anlaşıldı.

Ve keza camid, dağınık bazı zerrelerin birdenbire bir vaziyetten çıkıp, mâkul bir sebeb olmadığı halde diğer bir vaziyete girmesi, Sâni'in vücuduna zâhir bir delildir. Hattâ hayat; hakikatların en eşrefi, en temizidir; hiçbir cihetle hısseti yoktur, çirkin bir lekesi yok. Hayatın dışı da içi de her iki yüzü de lâtiftir. Hattâ en küçük ve hasis bir hayvanın hayatı bile yüksektir. Bunun içindir ki, hayat ile kudret arasında zâhirî bir sebeb tavassut etmiyor. Hayata bizzât kudretin mübaşereti, izzete münafî değildir. Halbuki umûr-u hasiseye kudretin zâhiren mübaşereti görünmemek için esbab-ı zâhiriye vaz'edilmiştir. Demek hayatta hısset yoktur. İşte bundan anlaşıldı ki; hayat, Sâni'in vücuduna en zâhir bir delildir.

Ve keza en basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılâbat ve tahavvülâta dikkatle bakılırsa görülür ki; âlem-i zerrattaki zerreler, âlem-i anasıra intikal edince başka suretlere girerler, âlem-i mevalidde başka suretlere dönerler, nutfede başka vaziyet alırlar, sonra alaka olur, sonra mudga olur, sonra bir insan suretini giyer, ortaya çıkarlar. Bu kadar inkılâbat-ı acibe esnasında, zerreler öyle muntazam harekât ve muayyen düsturlar üzerine cereyan ederler ki; sanki bir zerre, meselâ âlem-i zerratta iken vazifelendirilmiş ve Abdülmecid'in gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali, bu vaziyeti, bu intizamı gören bir zihin, bilâ-tereddüd hükmeder ki; o zerreler, bir kasd ile ve bir hikmet altında gönderilir. İşte zerratın hayata mazhariyeti için geçirdiği bu kadar acib ve garib tavırlar, insana ikinci bir hayatın bu hayattan daha kolay ve daha sehil olduğuna da bir kanaat getirir. İşte hayatın mebde' ve meâde delil olduğu bu hakikatlardan anlaşıldı.

فَاَحْيَاكُمْ cümlesi, ثُمَّ يُمِيتُكُمْ cümlesine bir delil gibidir. Hepsi de birlikte, كَيْفَ den istifâde edilen inkâra delildir.

Üçüncü Mes'ele: ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ukdesini açar. Evet, mevtin de hayat gibi mahlûk olduğuna, mevtin i'dam ve adem-i mahz olmadığına delâlet eder. Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir. Ve keza nev'-i beşerde mevcud emârat ve işârat-ı kesîreden kat'iyetle anlaşılır ki, insan öldükten sonra birşeyi bâki kalır; o şeyi de, ancak ruhtur. Demek ruhun bekası, hâsse-i zâtiyedir. Bu hâsse-i zâtiyenin bir ferdde mevcud olması, nev'in tamamında mevcud olmasını istilzam etmekle; mûcibe-i cüz'iyenin mûcibe-i külliyye hükmünde olduğuna bir misal teşkil ediyor. Binaenaleyh mevt, hayat gibi bir mu'cize-i kudrettir. Yoksa hayat şartları bulunmadığından ademin dairesine girmiş değildir.

S- Ölüm nasıl ni'met olur ve ne suretle nimetlerin sırasına dâhil edilmiştir?
C- Evvelâ: Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünkü nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi, vâcib; haramın mukaddemesi, haramdır.

Sâniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur.

Sâlisen: Ölüm olmasaydı, küre-i arz nev'-i beşeri istiab edemezdi ve nev'-i beşer müdhiş perişaniyetlere maruz kalırdı.

Râbian: İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, tekâlif-i hayatiyeye kadir olamaz, daima ölümünü isterler.

İşte bunun için, ölüm nimettir.

Dördüncü Mes'ele: ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ukdesinin beyanındadır. Evet bu hayat, ikinci bir hayattır ki; ölümden sonra, haşirden evvel vukua gelir. Demek hayat-ı uhreviye bu ikinci hayatla başlar. Binaenaleyh bu يُحْيِيكُمْ deki hitab, yalnız insanlara ait değildir, bilcümle kâinata râcidir. Çünkü bu hayat-ı uhreviye, bütün kâinatın neticesidir. Eğer bu hayat olmasa, kâinatta hakikat denilen herşey, zıddına inkılab eder. Meselâ: Ni'met nıkmet olur; akıl, bela olur; şefkat, yılan olur.

Beşinci Mes'ele: ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ un ukdesi hakkındadır. Evet Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ü fesad denilen şu âlemde hüsün, kubh, nef', zarar gibi zıdları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için, vesait ve esbabı vaz'etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıdlar birbirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar; ortadaki perde ve hicab kalktıktan sonra, herkes Sâni'ini görür ve hakikî Mâlik'ini bilir.

Tetimme

Mezkûr Âyetteki Cümlelerin Arasındaki İrtibatın Hülâsasına Bir Zeyildir

Cenab-ı Hak, vaktâ ki onların küfrünü, istifham ifade eden كَيْفَ ile reddetti ve halkı da taaccübe davet etti ve ondan sonra gelen dört büyük inkılâbı gösteren dört cümle ile bürhan getirerek isbat etti; o inkılâbların herbirisi çok tavırlara, vaziyetlere ve mertebelere şamil olduğu gibi, kendinden sonra gelen inkılâbları hazırlayıcı birer mukaddeme oldu. Birinci inkılâba وَ كُنْتُمْ اَمْوَاتًا cümlesiyle işaret edilmiştir. Yani, bir insanın cesedini teşkil eden zerrelerin âlem-i zerratta geçirmiş olduğu vaziyetlerden son vaziyetine işarettir ki, فَاَحْيَاكُمْ cümlesiyle işaret edilen ikinci inkılâba mukaddeme olur. Hakaik-i kevniyenin en acibi olan şu ikinci inkılâb da çok mertebelere, çok tavırlara şâmildir ki; son tavrı, vaziyeti ثُمَّ يُمِيتُكُمْ cümlesiyle işaret edilen üçüncü inkılaba mukaddeme olur. Bu inkılab dahi pek çok berzahî tavırlara şamil olup, son vaziyeti ثُمَّ يُحْيِيكُمْ cümlesiyle işaret edilen dördüncü inkılâbda tamamlanır. Bu dördüncü inkılab dahi, birçok kabrî ve haşrî vaziyetlere şâmil olup, en son vaziyeti ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ cümlesiyle hitam bulur. Demek bir zîhayatın cesedi, birinci inkılâbın birinci vaziyetinden başlamak üzere daima teceddüd eder, tazelenir; yani bir libastan, bir kıyâfetten çıkar, daha güzel bir libasa, bir kıyâfete girer. Ve hâkeza.. böylece saadet-i ebediyeye mazhar oluncaya kadar devam eder. Binaenalâhâzâ bir zîhayatın şu müteselsil vaziyetlerine bakan bir adam, nasıl inkâra cesaret edebilir.

 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81

Şimdi mezkûr âyetteki cümlelerin hey'etlerinden bahsedeceğiz:

Birinci Cümle: كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّهِ Bu cümle ile yapılan istifham, o kâfirlerin zihinlerini, gözlerini; yaptıkları kötülüğe, fenalığa çevirtir. Tâ ki, bizzât şekavetlerini görsünler; belki insafa gelip ikrar ederler. تَكْفُرُونَ deki hitab, Cenab-ı Hakk'ın şiddet-i gazabına işarettir. Çünkü gaibten hitaba yapılan iltifat; ya şiddet-i hiddete veya kesret-i muhabbete işarettir. تَكْفُرُونَ ye bedel لاَ تُؤْمِنُونَ nin zikredilmemesi, onların şiddet-i inadlarına işarettir. Çünkü onlar, hakkaniyeti delâil ile sabit olan imanı terk ve butlanı bürhanlar ile sabit olan küfrü kabul ettiler.

وَ كُنْتُمْ اَمْوَاتًا : Bu cümledeki (و), vav-ı hâliyedir yani mâba'dinin mâkabline hal olduğuna delalet eder. Demek كُنْتُمْ اَمْوَاتًا, تَكْفُرُونَ nin fâiline hâldir. Hâlin, zevilhâlin âmili ile beraber olması şarttır. Halbuki burada dört cümle vardır. Bunlardan ikisi mazi, ikisi müstakbel olduklarından, zevilhâlin âmili olan تَكْفُرُونَ ile zamanca mukarin değildirler. Binaenaleyh (و) ın haliyeti, bir mukaddere işarettir. Takdir-i kelâm: وَ تَعْلَمُونَ اِنْ كُنْتُمْ اَمْوَاتًا Bu itibarla, تَكْفُرُونَ nin fâiline تَعْلَمُونَ cümlesi hâl olur. Öteki cümleler اِنْ e haber olurlar.

S- Onlar, birinci ölüm ile bir hayatı bilirlerse de, Allah'dan olduğunu bilmezler, inkâr ederler. İkinci hayat ile Allah'a rücuu zâten inkâr ederler?

C- Cehli izale edecek deliller zâhir iken o vechile cehil denilmemesi, belâgatın kaidelerinden biridir. Buna binaen, birinci mevt ile birinci hayatın etvar ve ahvaline yapılan dikkat, Sâni'i ikrar ve tasdik etmeye icbar eder ve aynı zamanda evvelki hayat ve mematın Allah'tan olduğunu bilmek, ikinci bir hayatın olacağına da zihni ikna' ve icbar eder. Hal böyle iken, cahil telâkki ettiğin o kâfirler, âlimler sırasına dâhildirler.

كُنْتُمْ deki hitabdan, onların âlem-i zerratta dahi bir nevi vücud ve taayyünleri olduğu anlaşılıyor. Yoksa o zerrat, tesadüf ile rastgele muayyen cisimleri teşkil edemez.

اَمْوَاتًا tabiri, لَمْ يَكُنْ شَيْئًا مَذْكُورًا nin mealine îmadır.

فَاَحْيَاكُمْ : Bu (ف) takib ve ittisali ifade eder. Yani, mâkabliyle mâba'dinin arasında mesafe olmayacaktır. Halbuki burada, mevt ile hayat arasında uzun bir mesafe vardır. Evet, fakat bu (ف) , Sâni'i isbat eden delillerin menşeine işarettir ki; o zerratın hiçbir vasıta ve esbab olmaksızın cemadiyetten hayvaniyete def'aten intikal etmesi, zihni Sâni'i ikrar etmeye mecbur eder. Ve keza o zerrat, mevat halinde iken vaziyetleri sabit olmadığından, şe'nleri ve iktizaları, fâsılasız ta'kibdir.

S- اَحْيَاكُمْ ün yerine ne için صِرْتُمْ اَحْيَاءً denilmemiştir?

C- اَحْيَاكُمْ , hayatın Cenab-ı Hak tarafından i'ta edildiğine sarahaten delâlet eder. صِرْتُمْ اَحْيَاءً de o delâlet yoktur. Yalnız "Hayat sahibi oldunuz" mânasına delâlet eder.

ثُمَّ يُمِيتُكُمْ : Bunun yerine تَمُوتُونَ zikredilmemesi; mevtin, kaderin takdiriyle, kudretin büyük bir tasarrufu olduğuna işarettir. Evet, ömr-ü tabiîsini bitirip sonra ölenler pek azdır. Kısm-ı azamı, ömr-ü tabiîsi esnasında ölürler. Demek mevt, tabiî bir netice değildir; ancak cesedin inhilâliyle dağılmasından ibarettir, yoksa ruhun fenasıyla değildir. Mevt ile cesed dağılır, ruh bâki kalır.

ثُمَّ يُحْيِيكُمْ : Mâkabliyle mâba'di arasında bu'd-u mesafeyi ifade eden ثُمَّ , imâte ile ikinci ihya arasında kocaman âlem-i berzahın fâsıla olduğuna işarettir.

ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ : Bu ثُمَّ ise, ikinci ihya ile rücu' arasında mevcud büyük bir perde ve hicabın bulunduğuna işarettir.

تُرْجَعُونَ Yani: ''Esbab perdesinin keşfiyle, vesaitin tardıyla Allah'a rücu' edeceksiniz.''

S: Allah'a rücu' etmek, Allah'tan gelmeyi iktiza eder. Bunun için bir kısım insanlar, Allah ile insan arasında ittisali tevehhüm etmişlerdir ve bazı sofîler de şüpheye düşmüşlerdir?

C: Dünyada insanın vücud ve bekası olduğu gibi, âhirette de vücud ve bekası vardır. Dünyadaki vücud, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkib, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık beka mes'elesi sâbıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, mes'eleye müdahale edip araya girerler. Âhirette ise vücud ve beka, her ikisi de levazımatıyla, terkibatıyla bizzât dest-i kudretten çıkarlar ve herkes hakikî Mâlik'ini bilir. İşte bunu anlayan, rücuun ne demek olduğunu anlar.
 
Üst Alt