İhlaslı olmak

Deruni

Çalışkan Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
6 Eylül 2012
Mesajlar
488
Tepkime puanı
1
ihlas.jpg


Düşünün ki iyi bir insan hayatı boyunca yaptığı iyiliklerle güzelliklerle belirli bir miktar cennet kazanmış. Başka bir adam hayatını kötülüklerle israflarla günahlarla geçirmiş. Sonra tövbe ediyor. Ama basit bir tövbe değil, Tövbe-i Nasuh denen şuur yükseltici, yeni bir açılım getirici bir tövbe. Böylece, günahkâr adam artık günahkar değildir. Üstelik defterinde ne kadar günah yazılmışsa hepsi o kadar sevaba dönüştürülüyor. Sonra kayda değer bir hayır hasenat işleyemeden ölüyor diyelim.. Bu ikinci adam da birinci adam kadar cennet kazanmış oluyor.

Yukardaki ölçüler örnektir. Teşbihte hata aranmaz. Ama gerçek bu örnektekinden pek farklı değil. Peki niçin böyle oluyor? Hayatını günah kazanmakla geçirmiş bir insanın bütün günahlarının affedilmesini anlıyoruz fakat niçin günahları sevaplara çevriliyor?

Birinci adamda gönül huzuru ,iç rahatlığı var. İnsanız, nefis taşıyoruz. Ne olursa olsun “ben yaptım” deriz yaptığımız iyiliklerle kıvanç duyarız. Hakikatte ise, özde sahiplenmemek gerekiyor. Bununla beraber, iyilik sahibi müminler “ben sahiplenmiyorum, yaptıran Allahtır, sadece şükrediyorum” diye iddiada bulunsalar da çoğu doğru söylemiyor. Edindiği bilgilere göre öyle inanmanın doğru olduğunu biliyor ve öyle söylüyor. Hatta belki öyle konuştuğu için bile nefsi kabarıyor, kendisinin farklılığına, mübarekliğine inanıyor. Gerektiği gibi sahiplenmemek ancak peygamberlerin işidir, bu özellik Allah dostlarından pek azına nasip olur.

Hayır işlerimiz için “ben yaptım” diye böbürlensek bile Allah hayırlarımızı kabul ediyor çünkü en azından niyetimiz hedefimiz Allah rızasıdır, bu yeterli olur. Evet, nefsimizi ak pak mümin etmemiz kolay değil, bu yüzden Allah yine yüce merhameti ile hizmetlerimize ve niyetlerimize bakıyor amellerimizi öyle değerlendiriyor. En önemlisi niyettir ama bazı hizmetlerin değeri o kadar yüksektir ki Allah o hizmeti kulun niyetinden üstün tutarak kulun hakkettiği ödülü verir. Bu ödül ise genelde iki yönlü oluyor: biri sevabın karşılığı güzellikler, diğeri kulun kalbinin tedavi edilmesi.

İkinci adam hatalarını çok iyi anlamış, idrak etmiş. Çok büyük bir pişmanlık içinde. Vicdan azabı çekiyor. Ne kadar günah işlemişse o sayıda hakikatin şuuruna varmış. Ne sayıda günahı varsa o sayıda hakkı idrak etmiş tasdik etmiş, o sayıda batılı, şerri, kötülükleri şiddetle reddediyor. Bütün bunlar iyice kalbine inmiş, kalbinde yerleşmiş. Nasuh tövbe budur.

Zaten dünyaya hayrı ve şerri, hakkı ve batılı ayırt edelim diye, şerri değil hayrı tercih edelim, batılı değil hakkı savunalım ve öyle yaşamak için mücadele edelim diye gelmedik mi?

Her şeyi tanıyalım bilelim idrakine varalım sonunda bu şuurlanmışlıkla hem kendimizi hem Allah’ı bilelim, bu güzellikler kalplerimize tam anlamıyla nakşolunsun, dünya hayatından bu güzelliklerle ayrılalım. Âmin. İşte bu güzel şuurlanmışlık bazen umulmadık şekillerde cereyan edebiliyor.

Meseleyi daha geniş şerh edebileyim diye sözü biraz daha uzatıyorum…

Eskiden dergâhlarda sık yaşanan bir sorun:
Bir derviş yıllarca aralıksız hizmetlerde bulunduğu halde şeyhi ona bir şey demiyor, adam hizmetlere devam ediyor. İçkici ve çok günahkâr bir adam dergâha gelip şeyhin huzurunda tövbe ediyor, aklı başına geliyor, birkaç ay sonra şeyh tarafından vekâletle veya halifelikle görevlendiriliyor. Eski derviş bunu görünce isyan ediyor.

Eski derviş bir makama gelebilmek için didiniyordu. Yeni derviş ise hatalarını anlamış, tek derdi Allahın affetmesi olmuş. Gözü başka şey görmüyor. Kalbi her türlü nura sonuna kadar açık. Her türlü tedaviye açık. Hakk’ın güzelliğini geçmişinde yakınen tanıdığı batıl yüzünden daha iyi anlamış, daha iyi idrak etmiş ve çok daha iyi kıymetini bilir olmuş. Bu yüzden ilerliyor. Makam mertebe için çalışan ise umduğu yere varamıyor.

Yukardaki meselelere göre, kötülüklerin içine illa girmek mi gerekir diye bir soru aklımıza gelebilir. Hayır, gerekmez. “İhlas” böylesi sorunlarda en iyi yoldur. İhlas Yunus Emre’nin bir sözünde şöyle görünüyor:
“Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim.”
Rabia Adeviyye’den “Ya Rabbi narın da hoş nurun da”..
Kısaca, her şeyde sırf Allahın rıazısı aramak ve başka şeyi görmemek. İnsanların aferinlerini de kınamalarını da aynen yok saymak lazımdır. Bunun gibi, nefsimizin haz almasını ve sıkntı duymasını da, her ikisini de görmemek, onlardan yüz çevirmek lazımdır. Allah razı mı, tek dert bu olmalıdır. İhlaslı olmak için derdi bire indirmek şart.

Mümin kişinin mükemmel tekâmülü ilahi hakikatlerde şuurlanmakla ve imanî güzellikleri kalbe nakşetmekle, bunları daima ihlas çerçevesinde halletmekle mümkündür. Hani derler ya dağlara kaçmakla ermek olmaz (veya eksik kalır) önemli olan şey toplum içinde mücadelelerle ermektir. Yani kaçmayalım ki tanıyalım; özümüzün hakkı ve batılı tanıması, bilmesi, anlaması ve Allahın razı olduklarını özellikle tercih etmesi sıkı sıkıya yapışması gerekir. İhlasın olması toplum içinde olur. Dağbaşında ihlasa pek gerek yoktur, dolayısıyla ihlaslılık hali iyi gelişemez. Anlayana Kuranda çok yardım var.

Günahlardan tövbe basit bir anlayışla olmamalı. İnsan günah bir iş işleyince hiç olmazsa o işin günahı nedir diye araştırmalı, o işin günahına inanmalı ve yeri geldiğinde başkalarının da inanması için uğraşmalı. Yok ben estağfirullah dedim, bin kere dedim diyorsak boşa çene yorarız. İşlediklerimizle yüzleşeceğiz, hesabımızı yapacağız. Hakk’ı tasdik edeceğiz, işlediğimiz her bir şer için, o şerrin çirkinliğini iyi bilmiş olarak pişman olabilme şuurluluğuna varacağız, o pişmanlıklarla Allah’tan af dileyeceğiz.

Alıntı...kgüll..,
 
Üst Alt