Hutbe-i Şamiye - Saidi Nursi

MEHMET_1960

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
21 Mayıs 2013
Mesajlar
20
Tepkime puanı
0
:maasallah:Manevi bir doktorun çağımız hastalıklarına reçetesi: Hutbe-i Şamiye

Bu tebliğde, Said Nursi'nin Hutbe-i Şamiye'sinde zikrettiği ana temaları sunmaya ve hutbenin içeriğindeki dini düşünceleri tahlil etmeye çabalayacağım. Konumuz olan Hutbe, ilk olarak 1911 yılında Şam'da bulunan Cami-i Emevi'de irad edilmiştir. 10.000'e yakın insanın camiyi ağzına kadar doldurduğu söylenmektedir. Bugün için, aradan 90 sene geçmiş olmasına rağmen, hutbe sık sık basılmakta ve okunup araştırmalara konu olmaktadır. Said Nursi'nin Müslüman toplulukları analizi ve onun manevi yaklaşımları net bir şekilde geçen yüzyıldaki Müslümanların ihtiyaçlarına hitap etmettedir. Benim düşüncelerim batılı bir Hristiyanın kanaatlerini yansıtmaktadır ve dinlerarası diyaloğa katkı yapabirlir şeklinde yorumlanmalıdır.

Başlangıç için iki soru;

Hutbenin içeriğini tahlil etmeye başlamadan önce; ilim adamlarına ilginç iki sorunun yöneltilmesi gerekmektedir. Tarihçiler metin sorunu ile ilgileneceklerdir. Hutbe ilk defa Arapça olarak irad edilmiş ve akabinde aynı dilde iki defa basılmıştır. Diğer bir Arapça baskısı 1922 yılında yapılmıştır. Daha sonra, Said Nursi 1950'lerde hutbeyi kendisi tercüme etmiş ve böylelikle, talebelerinin mevcut dünya meselelerine ilişkin sormuş olduğu sorulara cevap mahiyetindeki görüşlerini de ilave etme imkanı bulmuştur. Çalışmalarıma esas aldığım metin, Said Nursi'nin genişletilmiş Türkçe metninin İngilizce tercümesidir.

20.yüzyılın başlarında Osmanlının dağılma döneminde irad edilen Hutbe, müteakip çalkantılı yıllarda inananların imani meselelerine de birtakım işaretlerde bulunmaktadır. Hutbe'nin Türkçeye tercüme edilmiş baskısı, 40 yıl sonra yapılmış ve Dünya tarihindeki gelişmeler, yeni Türk Devletinin doğuşu , ağır yıkımlarla neticelenen iki dünya savaşı, Sovyetler Birliği'nde yükselen komunizmin vücut bulması, barbar Nazi ve Faşist ideolojilerin insanlığı tehdit etmesi ve aynı zamanda Said Nursi'nin tercümesi ile eş zamanda gelişen; komunizmin Doğu Avrupa'da yayılması, Çinde'ki Mao devrimi, sömürge sonrası Arap, Asya ve Afrika milletlerinin ortaya çıkması gibi hadiselerinin ışığında yazarın orijinal metne iişkin ilave yorumlarını içermiştir.

Şu anda yeni bir yüzyılın başında, Hutbe-i Şamiyenin Türkçe yayınlanmasından 40 yıl sonra, jeopoitik alanda hemem hemen benzer oldukça önemli değişimler görülmektedir. Sovyet tecrübesi, Sovyetler Birliği'nin bölünmesiyle neticelendi ve aynı zamanda Çin de piyasa ekonomisine yönelmiş durumdadır. Türkiye'nin olduğu gibi Sovyet uydusu Doğu Bloku ülkeleri de Avrupa Birliği'ne girmek için sıraya girmiş durumdadırlar. Diğer taraftan, sömürgecilik sonrasında Afrika ve Asya'daki pekçok devlet, ekonominin globalleşmesi sonrası problemlerle mücadele etmektedirler. Günümüz okuyucusunun kaçınılmaz olarak sorduğu soru; hemem hemen bir yüzyıllık bir çalkantılı dönemden sonra Hutbe-i Şamiye'nin inananlar için herhangi bir mana ifade edip etmediğidir?

Din alimlerinin sorması gereken bir diğer soru da: Hutbe-i Şamiye Müslüman bir alim tarafından bir Cuma hutbesinde inanan Müslümanlara irad edilmiştir. Benim burada izah etmeye çalışacağım hususlar Hristiyanlıkla alakalı husulardır. Hristiyanlık ve İslam, Musevilikle birlikte ortak atamız olarak Hz. İbrahime dayanmaktadır. Hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar tek Allaha inanmakta ve her işlerinde onun rızasını talep etmektedirler. Diğer taraftan her iki kesim de herzaman için Allahın kendisine inananlardan istemiş olduğu tarzda sevgiyle ve saygıyla birbirlerine muamele etmemişlerdir. Her iki tarafta da hatalar işlenmiş ve bazı kesimlerin birbirlerine karşı fiil ve tutumları da cinayet boyutuna ulaşmıştır. Olması gereken, imandan kaynaklanan ortak hususların aksine, tarihin sevgi ve muhabbetten ziyade karsılıklı düşmanlıkların varlığına şahitlik ettiğini söylemek mümkündür. Buradan hareketle ikinci soruyu yöneltebiliriz. "Said Nursi'nin Hutbe-i Şamiye'de Hristiyanlara hitabeden söylediği hususlar var mıdır? Onun hitabı sadece Müslümanlara mıdır? Yoksa hutbede tek Allaha inandığını söyleyen herkesle alakı mesajlar bulmak mümkün müdür ?

Hutbe-i Şamiye'nin Yapısı

Bu iki önemli ve öncelikli soruyu aklımızda tutarak, gelin dikkatlerimizi Hutbe-i Şamiye'ye çevirelim. Bu hutbenin yapısı oldukça basittir. Allah'a hamd ve sena'dan sonra, Said Nursi, İnananlar için oldukça ızdırap verici olarak gördüğü soruyu şöyle ifade etmektedir; Allahın emretmiş olduğu dini prensiplere itaat etmeyen inançsız kesimler maddi manada hızlı bir şekilde ilerlemekte iken dini inançları kuvvetli olan kesimler neden durgunluk yaşamakta ve hatta fakirlikle büyük mücadeleler vermektedirler? Said Nursi'nin inanan bir insan gözüyle asıl sorguladığı husus; "Yirminci Yüzyılın başında, Feuerbach, Comte, Marks ve Nietzsche gibi felsefecilerin dine karşı yönelttikleri eleştirileri ile italyan risorgimento, Meksika ve Rusya'daki devrimler ve aynı zamanda bazı Avrupa ülkelerindeki liberal partilerin politikalarıyla somutlaştırılan; din eski dönemlerde insanların ağırbaşlı olmasına yarayan bir hususiyet olmasına rağmen, günümüz dünyası için insanlığın gelişmesine ve milliyetlerin oluşmasına engel bir uyuşturucudan başka birşey değildir" formülasyonudur.

Said Nursi, din hakkındaki bu eleştiriye baştan basitçe kınama vs. yaklaşlarda bulunmamaktadır. Bunun da ötesinde yapılan bazı teşhis ve tesbitlerin haklı olduğunu düşünmektedir. Asıl suçlanması gereken birileri varsa, kendilerini bu tür neticelere götüren tesirlere tepkisiz kalmaları dolayısıyla Müslüman toplulukların ta kendileridir. Said Nursi'nin tesbiti ve vurgusu; eğer inananlar, gelecek yıllarda insanlığın gelişmesine katkıda bulunacaklarsa bünyelerine nüfuz etmiş altı "dehşetli hastalıkla " mücadele etmelidirler. İnananların düştükleri hatalara dikkat çekerken, aynı zamanda eleştiri sahiplerinin Allahı yok sayan materyalist çözüm önerilerini de insanlığı daha büyük felaketlere sürükleyeceği öngörüsüyle reddetmektedir.

Hutbenin geri kalan kısmı, bu ana soruya cevap bulma ve dindar insanları müteessir ettiğini düşündüğü altı temel hastalığı tedaviye yöneliktir. Said Nursi bunu, dini toplumların muzdarip olduğu ruhsal hastalıklara tedavi mahiyetinde altı söz halinde açıklamaktadır. Birileri, Said Nursi'nin metodunu bir doktorun hastalıklara yaklaşımı olarak ifade edebilirler. Bunlar; 1) bazı belirtileri inceleyerek neyin yanlış gittiğini bulmaya çalışmak, 2) hastalığı teşhis ederek adını koymak, 3) hastayı, hastalığın çaresi olduğu yönünde bilgilendirerek tedaviye teşvik etmek, 4) şifa bulmak için gerekli reçeteyi vermektir. Şimdi gelin , Said Nursi'nin çağın bu hastalıklarını tedavi etmek için manevi bir doktor sıfatıyla nasıl hareket ettiğini altı sözde görelim;

l.Hastalık, "ümitsizlik-yeis", çaresi; "ümitvar olmak"

Müslüman toplumların karşıkarşıya kaldıkları birinci hastalık "ümitsizliktir". Diğerlerinin gerçekleştirmiş oldukları maddi terakkiye ve kendilerinin geri kalmışlığına bakarak inanalar, geleceğin güç, zenginlik ve dünyaya hakim olma enerjisine sahip ve aynı zamanda Alahın varlığını hiçe sayan materyalist yaklaşımlarda bulunanların olacağı düşüncesiyle Allah'ın kendilerini terk ettiği ümitsizliğine kapılmaktadırlar. Bu ruh hastalığına çare mahiyetinde Said Nursi reçete olarak "ümitvar olamyı" önermektedir. Ümitvar olmak için yeteri kadar sebep vardır. Sadece Allah'ın "istikbal İslamın olacak" ve "Hakim , Hakaik-i Kur'aniye ve imaniye olacak" vaadi değil, aynı zamanda ümitvar olmak için bazı somut esasların İslam tarihinden bulunabileceği gibi, mevcut durumların analizi de ümitvar olmaya yeter sebeptir. Eğer Müslümanlar tarihlerine şöyle bir dönüp bakarlarsa göreceklerdir ki Müslümanlar İslamın gerçeklerine uydukları en yüksek derecelerde medeniyet açısından hep yükselişte olmuşlardır. Tam aksine İslamdan uzaklaştıkları oranda da herzaman yabancılaşmış, felaketler ve yıkımlarla karşı karşıya kalmışlardır.

Ümitvar olmak için diğer bir prensip de insan psikolojisinde mevcuttur. Hem bireyler hem de toplumlar dinsiz bir şekilde başarılı ve mutlu olamazlar. Kriz zamanlarında, en dinsiz sayılan birisi dahi çareyi dine yönelmekte bulacaktır. Benzer şeklilde, toplumlar da dini referans almadan maddeten teraki edebilirler fakat; böyle yapmakla sürekli bir rekabet ortamında yaşamakta, hırs ve açgözlülükle mücadele kendilerini bunaltarak netice itibariyle başarı ve kazanımlarını da tahrip etmektedir. Böylelikle dinin 20. yüzyılda gerileme halinde olduğu görülmekle birlikte, nihayi olarak insanın Allah'a olan ihtiyacının, materyalist düşünce ve yaklaşımların ötesinde, bir gerçek olduğu da kabul edilmelidir. Ümitvar olmak için diğer bir işaret de eğitim kalitesinin artışında bulunabilir. Öyleki eğitimle, insanlar liderlerini körükörüne takip etmenin ötesine geçerek varlıklarının sebep ve hikmetini düşünmeye başlamakta ve dini inanışın yaratılışla ilgili gerçeklerini daha iyi anlamakta ve değerlendirebilmektedirler.

Said Nursi, Islam toplumlarını maddi terakkiye ulaştırmak için gerekli "ümit" için de temeller olduğunu görmektedir. İnançta hiçbir insani idolojinin ikame edemeyeceği bir kuvvet mevcuttur. Değerler, Allah'a imanda kökleşmiştir. Insanın değerinin takdir edilmesi, Allahın "hayırda yarışınız" emrini takip etmekte gösterilen samimiyet ile sağlanan kuvvet, şefkat ve merhametle dengelenen cesaret, kısa vadeli kazançları gözardı eden faziletli bir görüş, baskıcı olmayan ve baskıcı olanlara da müsamaha göstermeyen bir adalet duygusu, daha insani, daha adil, daha medeni ve daha da zengin bir gelecek için ümitvar olmayı gerektiren kuvvetli unsurlar olarak sayılabilir. Eğer ümitsizlik meyveleri olarak kayıtsız kalma, keder, tembellik ve hor görme olarak sayılırsa; ümit, insanları Allah'ın insanları yaratılış gayesine uygun bir biçimde davranmaları hususunda mükemmelliğe götürür. Günah ile hayır ve iyiliğin savaşı eşit şartlarda geçen bir mücadele değildir. Allah'ın yaratması itibariyle fenalık, çirkinlik ve abesle iştigal ; doğrulukla elde edilen kuvvet, güzellik ve iyilik yanında ikincil dererecede olup ehemiyetli değildir. Allah'ın yaratmasından gaye; iyilik, güzellik ve mükemmelliktir. Inananlar, Allahın insanlığı bu amaçlara yönlendirdiği hususunda ümitvar olmaya hakları vardır. Bu birinci hastalık üzerine bukadar ısrarla eğilmemin sebebi Said Nursi'nin hutbesinde diğer hastalıklara ayırdığı yerin toplamından ziyade ümitsislik ve ümitvar olma üzerinde durmasındandır. Onun için oldukça net olan bir husus; günümüz Müslümanını en cok tesir altında bırakan hastalık; "ümitsizlik"tir ve buna çare olarak önerilebilecek en önemli ilaç da "ümitvar olmak"tır.

Said Nursi İslamdan bahsediyor ve hutbesinde hitab ettiği kesim de Müslümanlardır. Buna rağmen, bir Hristiyan olarak ben onun yapmış olduğu tahlil ve tesbitleriyle, durumu teşhisiyle zamanımızın manevi hastalıklarına önerdiği reçeteleriyle görüş birliği içindeyim. Hristiyanlar da ümitsilik haricinde başka bir manevi hastalığın daha derinden bizlerin düşüncelerini Allah'ın merhametine kapatmayacağı hususunda mutabıktırlar. Ümitsizlik; gücü, rahmeti, bizlerin zayıflıklarımız üzerinden gelebilmemiz için Allah'ın göstermiş olduğu merhametini ve toplum içinde olmamız gerektiğini istediği şekilde bizleri insan olarak yaratması gibi hususları sorguladığı için kendi içinde inançsızlığın bir başka şeklidir. Hristiyanlar, Allah'ın insana vermiş olduğu mükafatların en büyüklerinin; iman, ümit ve sevgi olduğu görüşündedirler.

Ümit öyle bir mükafattır ki; bizi oldukça büyük karanlık ve başarısızlıklarda, günaha girdiğimiz durumlarda tövbe ederek Allah'ın merhametine sığınmaya sevkeder ve ilham vererek maddi manevi enerjimizi harekete geçirmekte ve Allah rızazını arayış yönünde kabiliyetlerimize bakıldığında üzerinden gelinmesi mümkün görülmeyen hususlarda önümüzdeki engelleri aşarak başarıya ulaşmamızı sağlamaktadır. Buradan hareketle, Said Nursi'yi takip ederek Müslüman ve Hristiyanların günüz dünyasına sunabilecekleri imanın büyük bir meyvesi "ümitvar olmak"tır sonucuna varmaktayım. Bu ümit; Allah'ın varlığında kök bulmuştur ve günümüz dünyasının gerçeklerine olan yansımalarıyla da hem tasdik hem de teyid edilmiştir.

2. Hastalık "Hilekarlık"- tedavisi; "dürüstlük"

Said Nursi'nin hutbesinde çağın ikinci hastalığı olarak bahsettiği husus sosyal ve politik hayatda dürüslük ve doğrulukta görülen eksiklitir. Doğruluk ve dürüstlük, İslam toplumunun temelini oluşturmalıdır. Öyleki olması gerekenlerin aksine, bu toplumları zayıflatan ve güçsüz bırakan aksi hususlar bugün toplumda görülmektedir. Doğruluğun eksik oluşu basitçe yalan söylemek olarak algılanmamalıdır. Bu durum bunun da ötesinde pekçok şekle bürünmektedir. İkiyüzlülük, dürüst olmamanın bir şeklidir ve genelde söylenen şeyin aksine özelde onun tam zıddını yapmaktır. Aldatma ve hilekarlık, gerçeklerle oynamaktır, gerçekleri tahrip eder ve yarı doğruları doğruymuş gibi yüceltir. Düzenbazlık, her ikisine de dost görünerekten tarafları birbiriyle karşı karşıya getirir. Bühtan ve iftira dürüst olmamanın tahribkar bir şeklidir ve sadece başkalarına zarar vermemekte aynı zamanda toplumdaki dayanışmayı da tahrip etmektedir. Dini liderleri de hilekarlık noktasında vermiş oldukları şahsi fetvalar dolayısıyla istisna addedemeyiz. Politikacılar, politik propaganda kampanyalarında, güç kazanmak kendi gayelerine ulaşmak adına bulundukları mevkileri kullanarak, dürüst bir imaj çizmeye çalışmalarına rağmen dürüstlükle bağdaşmayan davranışlar sergilemektedirler.

Doğru olmama illetine çare olarak Said Nursi, toplum hayatında dürüstlüğü ve şeffaflığı reçete olarak sunmaktadır. Müslüman topluluklar, doğruluk, dürüstlük ve sorumluluklarının gerektirdiği prensipleri kendilerine şiar edinmedikleri müddetçe günümüz dünyasında yalana ve bozulmalarla toplum hayatına geçerli altenatifler sunmaları mümkün değildir. Orijinal hutbenin Türkçe tercümesinde, Said Nursi bu prensibin hutbenin ilk irad edildiği zamanki şekliyle 1950 lerde de geçerli olduğuna işaret etmektedir. Ey bu Cami-i Emevi'de bu dersi dinleyen kardeşlerim ! Ey 40- 50 sene sonra alem-i İslam camiini dolduran inananlar, kurtuluş ancak doğruluk ve dürüstlük vasıtasıyla olacaktır. Kurtuluşa ermede en sağlam zincir dürüstlüktür.

3.Hastalık "Husumet-Düşmanlık" çaresi "Sevgi"

İslam dünyasının zayıf kalmasına neden olan üçüncü sebep husumet ve düşmanlıktır. 20. yüzyılda meydana gelen iki dünya savaşı ve yeryüzünde sayılamayacak kadar bölgesel savaş, ayaklanmalar vs. düşmanlığın nekadar kötü, tahripkar ve korku veren bir durum olduğun gerçek yüzünü göstermiştir. Düşmanlığın ve nefretin kökeni insanın kendi kendine tapınmasında ve kibrinde yatmaktadır. Bu kötü hasletler, farkında olmaksızın başkalarına karşı gayrı adil bir düşmanlığa sebebiyet vermektedir. Düşmanlık; inananlar arasında bile, kendisini olduğundan başka gösterme kurnazlığına kaçarak yanlışlıklara müdahele etmemek ve samimane olmayan arkadaşlıklar şeklinde kendini gösterebilir. Insanlar genellikle kötülüklerin düşmanlığa zemin hazırladığını düşünürler fakat Said Nursi, "düşmanlarımızın seyyiatı -tecavüz olmamak şartıyla-adavetinizi celp etmesin. Cehennem ve azab-ı İlahi kafidir onlara " düsturunu öğretmektedir.

Başkalarını düşmanı görme gibi tahripkar bir hastalığa Said Nursi'nin reçetesi "sevgi"dir. "muhabbete en layık şey muhabbettir, ve "husumete en layık sıfat husumettir". Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete layıktır. Ve hayat-ı içmimaiye-i beşeriyeyi zir ü zeber eden düşmanlık ve adavet , herşeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır."

4. Hastalık : "bölünmüşlük", çaresi " birliktelik"

Said Nursi'nin İslam toplumlarında tesbit ettiği 4. hastalık bölünmüşlüktür. Etnik ayrılıklar, dil problemleri ve birtakım gerilimler dünya çapındaki İslam ümmetini bölmüştür. Belli bir ülkede bile değişik etnik unsurlar ve dil farklılıkları Müslümanları zayıflatmak için tahripkar faktörler olabilmektedir. Said Nursi bu meseleyi elealırken gerçek durumlarla karşı karşıyaydı. 1911 yılında hutbesini irad ettiği Şam, ozaman için Osmanlılın huzursuz bir bölgesiydi. Suriye on yıl içinde Fransız güdümüne girecekti. Said Nursi hutbesini 40 yıl sonra Türkçe'ye tercüme ettiğinde Suriye ve Arap komşuları bağımsız devletler olarak ortaya çıkmaktaydı. Said Nursi'nin mücadelesi; Müslümanların etnik ve dil ayrılıkları yüzünden kendi milletlerinin birlikteliğini zayıflatmaya müsaade etmemeleri ve aynı zamanda Müslümanlar arasındaki ilişkilerde de bu tür etnik ve dil farklılıkları gibi hususların belirleyici olmaması gerektiğidir.

Bölünmüşlüğe çare olarak Said Nursi, "İslam ümmetinin birlikteliği" ni önermektedir. " İslam Ümmeti için birliktelik zamanı gelmiş ve geçmektedir. Dinleyicilerine hitaben; "Bunun için gerekli olan başkalarının kusur ve hatalarını araştırmamaktır. " Cami-i Emevi'deki din kardeşlerine seslenerek, İslam kardeşliği ve birlikteliğini sağlamak için inananların kendi ellerinden birşey gelmediğini söylemeye hakları yoktur. Böyle bir özür geçerli değildir. Bunu ancak tembellik ve nemelazımcılıkla açıklamak mümkündür. Müslüman liderlere ve din alimlerine hitaben Müslümanlar arasındaki din bağlarını yeniden inşa edip kuvvetlendirmek için elele birlikte çalışmayı tavsiye ediyor. Yeni bağımsızlığını kazanan devletlere seslenerek Amerika Birleşik Devletleri modelini kendilerine örnek almalarını ve kısa sürede birlik içinde çalışarak başarıyı yakalamalarını ve milletlerini eski şan ve şöhretlerine ulaştırmalarını tavsiye ediyor.

5. Hastalık" istibdat", çare "İslami değerler"

Said Nursi sömürgeci güçlerin Müslüman bölgelerden neleri götürdüğünün farkındadır. Yabancılar sistematik bir şekilde çürük bir bedel karşılığında Müslüman bölgelerin kıymetli maden ve mallarını sömürmüşlerdir. Sömürgeci güçler tarafından maddi manada yapılan bu hırsızlık, tahrip açısından belki de azımsanacak ölçüdedir. Bundan daha kötü olarak; " Yüksek ahlakımızı ve yüksek ahlakımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da müslümanlardan çaldılar. Burada Said Nursi sömürü düzeninin yapmış olduğu psikolojik hasarlara temas ederek bunun baskı ve kölelik altında moral değerlerin zayıflaması, birtakım değerlerin yok olmasıyla toplumun sosyal mahiyetteki birtakım özelliklerinin kaybolması şeklinde tezahür ettiğini söylemektedir. Said Nursi, sömürgeci güçlerin bizi" sefihane ahlak-ı seyyieleri ve sefihane seciyeleri "ile başbaşa bıraktıklarını ifade etmektedir.

Müslümanlar, bu hastalığı kabul edip düzeltme yolunda çaba sarfetmelidirler. Aksi takdirde sömürgeci güçlerin bırakmış olduğu vefasızlık ve çözülmüşlük duyguları Müslümanları daha da zayıflatacaktır. Müslümanların bu hastalığın tedavisi ve Allah tarafından bahşedilen bu hasletlerin yeniden kazanılabilmesi için izlemeleri gereken yol, islamı öğrenmek ve öğretmektir. Bu kesinlikle insanların politikaya girmelerine ilişkin bir davet değildir. Politika kendi başına bozulmuş moralleri ve sosyal birtakım hasletleri geri getirmeye yeterli değildir. Aynı zamanda Müslümanlar da kendi dini değerleri üzerinden siyasi partilerin politika yapmalarna ve prim kazanmaya çalışmalarına müsamahakar davranmamalıdırlar. Müslümanlar bu sefihane durumdan ancak İslami değerleri iyice öğrenip kendi sosyal yaşamlarına entegre edebilirlerse kurtulabilirler. Said Nursi " Sakın kardeşlerim, ben bu sözlerimle sizleri politikayla meğgul olun diye bir çağrıda bulunduğum düşüncesine kapılmayınız. Haşa! İslamın hakikatı herşeyin üstündedir. Hertürlü siyaset ona hizmet edebilir fakat hiçbir siyaset islamı kendisine araç olarak kullanma haddini kendinde göremez" uyarısında bulunuyor.

6.Hastalık" ferdiyetçilik", çaresi "meşveret"

Said Nursi'nin İslam toplumlarında gördüğü son hastalık "insanların çabalarını kendi kişisel menfaatleri için sınırlamalarıdır". Müslümanlar zayıflıklarının suçlusu olarak sadece sömürgeciliği görmemelidirler. İnancın anlamı, ne başkalarını baskı altında aşağılama, ne de zalim ve cabbarların baskısı altında boyun eğmektir. Bu ancak şirkin bir başka çeşidi olabilir ki burada insan Allah'la alay eder bir şekilde davranmaktadır. Eğer herbir fert kendi kişisel amaçlarını gerçekleştirmekle meşgul olursa; genelin selameti ve gelişmesi ihmal edilmiş ve sonsuza kadar ertelenmiş olur.

Ferdiyetçilik hastalığına İslamın cevabı "meşverettir". O, meşvereti gerçek özgürlük ve gelişmenin esası olması itibariyle ferdi istibtatın islami alternatifi olarak görmektedir. Meşveret Şeriat'a uygun bir özgürlük anlayışıdır. Meşveret, mesnedini ve hareket tarzını şeriat'dan alır ve aynı zamanda imandan kaynaklanan şefkat, merhamet ile asil düsünce zalimane düşüncelerin propagandasını zayıflatıp yok edecektir. Kişinin kendi şahsi ihtiras ve projelerinin ötesine geçerek başkaları ile samimiyet ve dayanişma içinde istişare etmesi "on kişiye bin kişinin yapabileceği işi gördürür.

Said Nursi kolay cevaplar olmadığını kabul etmektedir. İhtiyaçlar sınırsızdır. İnsanlar ancak ebedi kazançları elde etmeyi, başkalarıyla meşveret etmek, birbirlerinden öğrenmek ve birlikte genel hedeflere ulaşmak için çalışmakla umabilirler. O hutbesini şu sözlerle bitirmektedir; "Sonsuz düşmanların ve sayılamayacak kadar ihtiyaçların nezdinde, insan kendi şahsi hayatına ancak inaçtan kaynaklanan destek ve yardımla devam edebilir. Aynı zamanda sosyal hayatını devam ettirebilmesi de Şeriat'da var olan ve inancın gerçeklerinden kaynaklanan karşılıklı istişare ile mümkündür. Böylelikle düşmanlarını durdurur ve kendi ihtiyaçlarını emniyete almanın yolunu açmış olur.

Son tesbitler

Said Nursi'nin Hutbe-i Şamiye 'deki hedefinin İslam toplumları olduğu açıktır. Bu toplumları tahlil etmekle, zayıflıklarına ve eksikliklerine karşı nasıl davranmaları gerektiği yönünde birtakım hedefler gösterme amaçlanmaktadır. Onun amacı efektif, kuvvetli ve zengin islam toplumlarını meydana getirmek için Müslümanların önünü açmaktır. Bir Hristiyan olarak bu hutbeyi okuduğumda Müslümanları Hristiyanlara karşı kışkırtıcı herhangi bir niyet görmemekteyim. Onun Risale-i Nur'daki diğer ifadelerinde de gerçek Hristiyanlarla bir kavgasının olmadığı, bilakis onları İlahi emirlere uygun olarak yaşama arayışında olan Allah'a inanmış kimseler olarak değerlendirdiği açıktır. O, günümüz dünyasında Müslüman ve Hristiyanların Allah'a imandan kaynaklanan değerlere ortak olarak şahitlik ettikleri görüşündedir.

Bana göre, Said Nursi'nin Müslüman toplulukların zayıf yönleri hakkında yapmış olduğu çalışmalar, kendi toplumlarını değerlendirmeleri itibariyle Hristiyanlar tarafından da faydalı bir şekilde kullanılabilir. Latin Amerika ve Afrika'daki Hristiyanların imani açıdan yeterli oldukları söylenebilmesine rağmen, sömürgecilikten yara almadıkları, ümitsizlik, hilekarlık, düşmanlık, bölünmüşlük, istibdat ve ferdiyetçilik hastalıklarına eğilimli olmadıkları ve aynı zamanda ümide, dürüstlüğe, sevgiye, birliğe, insani değerlere ve meşverete Müslüman topluluklardan daha az ihtiyaçları olduğu söylenemez. Kuzey Amerika ve Avrupa'daki zengin Hristiyan toplulukları da rekabetin getirmiş olduğu tehlikeler, Allah'ı merkezde görmeyen ve insanın manevi ihtiyaçlarını görmeyen saldırgan bir ekonomik düzen hakkında Hutbe'de dikkat çekilen hususlardan ziyadesiyle istifade edebilirler.

Bu çalışmanın sonunda, başta sorulan temel sorulara olumlu cevap bulduğumu söyleyebilirim. Evet, Hutbe-i Şamiye 21. yüzyılın içinden çıkılamaz bir görünüm arzeden problemleriyle de alakalıdır. Evet, Said Nursi'nin analizlerinde günümüz Hristiyanlarının meselelelerine de çözümler vardır. Altıncı söz olarak zikredilen "meşveret" sadece Müslümanlar tarafından değil aynı zamanda Allah'a inanan ve dünyada Allah'ın rızasını arayan herkes için dikkate alınması gereken bir husustur. Müslümanlar ve Hristiyalar arasında diyaloğa ve istişareye çağrıyla Said Nursi'nin Hutbe-i Şamiyesi hakkındaki tesbitlerimi burada noktalıyorum.

Makale Yazarı:

Prof Dr. Thomas Michel S.j
 

MEHMET_1960

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
21 Mayıs 2013
Mesajlar
20
Tepkime puanı
0
Hutbe-i şamiye

:maasallah:HUTBE-İ ŞAMİYE

Bu Hutbe-i Şamiye eseri, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin otuzbeş yaşında iken Şam'da, Şam ulemasının ısrarı üzerine Câmi-i Emevî'de irad ettiği bir hutbedir. Çok büyük bir ehemmiyeti haiz olması hasebiyle o zaman Şam'da bir hafta içinde iki defa tab'edilmiştir. Bilâhare müellif Bediüzzaman Said Nursî tarafından tercümesi neşredilmiştir.


Arabî Hutbe-i Şamiye'nin Mukaddimesidir

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا


Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Kırk sene evvel Şam'daki Câmi-i Emevî'de Şam ulemasının ısrariyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin adama yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatları bir hiss-i kablelvuku ile Eski Said hissetmiş, kemal-i kat'iyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatlar görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmibeş sene bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kablelvukuun kırk elli sene te'hirine sebeb olmuş; ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri Âlem-i İslâmiyette başlamış. Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya 1327'ye bedel, 1371'de ve Câmi-i Emevî yerine âlem-i İslâm câmiinde üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.

Said Nursî

Gayet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmağa münasebet geldi. Çünki kırk sene evvel Eski Said, o dersinde bir hiss-i kablelvuku ile Risale-i Nur'un hârika derslerini ve tesiratını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o sual ve cevabı yazacağız. Şöyle ki:

Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar ki:
"Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalalete mukabil Risale-i Nur mağlub olmuyor? Milyonlar kıymettar hakikî kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çektikleri halde; sefahet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok bîçare gençleri ve insanları hakaik-i imaniyeden mahrum bıraktıkları halde; en şiddetli hücum ve en gaddarane muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde
yapılan propagandalarla Risale-i Nur'u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde; hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur'un intişarı, hattâ çoğu el yazması ile altıyüz bin nüsha risalelerinden kemal-i iştiyak ile perde altında intişar etmesi ve dâhil ve hariçte kemal-i iştiyak ile kendini okutturması hikmeti nedir? Sebebi nedir?" diye bu mealde çok suallere karşı "Elcevap" deriz ki:

Kur'an-ı Hakîm'in sırr-ı i'cazıyla hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur; bu dünyada bir manevî cehennemi, dalalette gösterdiği gibi; imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde, manevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenlerini -o cihetle- aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünki bu zamanda iki dehşetli hal var:

Birincisi: Akibeti görmiyen ve bir dirhem hazır lezzeti,ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın çare-i yegânesi; aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlub etmektir. Ve يَسْتَحِبّوُنَ اْلحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ آyetinin işaretiyle; bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur ki; Risale-i Nur o meslekten gidiyor.

Yoksa bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetten gelen tiryakiliğin inadı karşısında, Cenab-ı Hakk'ı tanıttırdıktan sonra ve Cehennem'in vücudunu isbat ile ve onun azâbı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek; ondan, belki yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, "Cenab-ı Hak Gafur-ur Rahîm'dir, hem Cehennem pek uzaktır" der, sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlub olur.

İşte Risale-i Nur'daki ekser müvazeneler küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevkeder.

O müvazenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki küçük müvazeneler ve Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfı'ndaki uzun müvazene; en sefih ve dalalette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor.

Meselâ: Âyet-i Nur'daki seyahat-ı hayaliye ile hakikat olarak gördüğü vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen Sikke-i Gaybiye'nin âhirindeki 256'dan 259'uncu sahifeye kadar baksın. Ezcümle:

O seyahat-ı hayaliyede, rızka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım. Hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber za'f ve aczleri, o zîhayat âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalalet ve gafletin gözüyle baktığımdan feryad eyledim. Birden hikmet-i Kur'aniye ve imanın dürbünü ile gördüm:

Rahman ismi Rezzak burcunda, parlak bir güneş gibi tulû' etti. O aç, bîçare zîhayat âlemini rahmet ışığıyla yaldızladı.

Sonra hayvanat âlemi içinde, yavruların za'f ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazîn ve elîm ve herkesi rikkat ve acımağa getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Ehl-i dalâletin nazarıyla baktığıma eyvah dedim. Birden iman bana bir gözlük verdi, gördüm ki: Rahîm ismi şefkat burcunda tulû' etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki; şekva ve acımak ve hüzünden gelen göz yaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin dürbünü ile baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki; en derin kalbimden feryad ettim. "Eyvah!" dedim. Çünki insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cennet'i gayet ciddî isteyen himmetleri ve fıtrî istidadları ve fıtrî had konulmayan, serbest bırakılan kuvveleri ve hadsiz maksadlara müteveccih ihtiyaçları ve za'f ve aczleriyle beraber hücumlarına maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a'daları ile beraber gayet kısa bir ömür, hergün ve her saat ölüm endişesi altında, gayet dağdağalı bir hayat, yaşamak için gayet perişan bir maişet içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müdhiş halet olan mütemadî zeval ve firak belasını çekmek içinde ehl-i gaflet için zulümat-ı ebediye kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar. Birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.

İşte bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla, bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryad ile ağlamağa hazır iken, birden Kur'an'dan gelen Nur ve kuvvet-i iman o dalâlet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki:

Cenab-ı Hakk'ın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerim burcunda, Rahîm ismi Gafur, burcunda -yani manasında- Bâis ismi, Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda birer güneş gibi tulû' ettiler. O karanlıklı insan âlemi içinde çok âlemler bulunan umumunu ışıklandırdılar, şenlendirdiler. Cehennemî haletleri dağıtıp, nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o perişan insan dünyasına nurlar serptiler. Zerrat-ı kâinat adedince, "Elhamdülillah, Eşşükrülillah" dedim. Ve aynelyakîn gördüm ki; imanda manevî bir cennet ve dalâlette manevî bir cehennem bu dünyada da vardır, yakînen bildim.

Sonra küre-i arzın âlemi göründü. O seyahat-ı hayaliyemde dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayalime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür'atli hareketiyle, yirmibeş bin sene mesafeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmağa ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı Küre-i Arz içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçare nev'-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i Kur'aniye ile ışıklanmış bir göz ile baktım, gördüm ki:


Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve (Rabb-üs Semavati ve-l Arz) ve (Müsahhir-üş Şemsi ve-l Kamer) isimleri Rahmet, Azamet, Rububiyet Burçlarında güneş gibi tulû' ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki; o halette, benim imanlı gözüme küre-i arz gayet muntazam, müsahhar, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi ve tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiş ve zîruhları güneşin etrafında, memleket-i Rabbaniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulatını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i arzın zerratı adedince "Elhamdülillahi alâ nimet-il iman" dedim.

İşte buna kıyasen Risale-i Nur'da pekçok müvazenelerle ehl-i sefahet ve dalâlet, dünyada dahi bir manevî cehennem içinde azab çektiklerini ve ehl-i iman ve salahat, dünyada dahi bir manevî cennet içinde, İslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyatıyle ve cilveleriyle, manevî cennet lezzetleri tadabilirler. Belki derece-i imanlarına göre istifade edebilirler.

Fakat, bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, iptal-i his nev'inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalalet manevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini takdir edemiyor.

Bu asırda ikinci dehşetli hâl: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah'a iman umumî olduğundan, Allah'ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise; eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inadçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi -bu dünyada onların temellerini parça parça edecek- bir hakikat-ı kudsiye lâzımdır ki; onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

İşte Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükürler olsun ki; bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bir mu'cize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur pekçok müvazenelerle, en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur'an'ın elmas kılıncı ile kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlarına hüccetleri, delilleri gösteriyor ki; yirmibeş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlub olmayıp galebe etmiş.

Evet Risale-i Nur'da iman ve küfür müvazeneleri ve hidayet ve dalâlet mukayeseleri, bu mezkûr hakikatı bilmüşahede isbat ediyor. Meselâ: Yirmiikinci Söz'ün İki Makamının Bürhanları ve Lem'alarına.. ve Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkıfı'na ve Otuzüçüncü Mektub'un Pencerelerine ve Asâ-yı Musa'nın onbir Hüccetine, sair müvazeneler kıyas edilse ve dikkat edilse, anlaşılır ki;

bu zamanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalâletin inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nur'da tecelli eden hakikat-ı Kur'aniyedir.

İnşâallah nasıl Tılsımlar Mecmuası'nda, dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-ı âlemin muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış. Aynen öyle de, ehl-i dalâletin dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidayetin dünyada dahi lezaiz-i cennetlerini gösteren ve iman Cennet'in bir manevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nur'un o gibi parçaları, kısacık bir tarzda bir mecmuacık olarak yazılacak ve İnşâallah neşredilecek.

Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

Bütün zîhayatlar hayatlarının lisan-ı halleriyle Hâlıklarına takdim ettikleri manevî hediyelerini ve lisan-ı halle hamd ve şükürlerini, o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'a biz de takdim ediyoruz ki, demiş: لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ Yani, rahmet-i İlahiyeden ümidinizi kesmeyiniz. Hem hadsiz salât ü selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa (A.S.M.) üzerine olsun ki, demiş:

جِئْتُ ِلاُتَمِّمَ مَكَارِمَ اْلاَخْلاَقِ Yani; benim insanlara Cenab-ı Hak tarafından bi'setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.

Hamd ve salâttan sonra: Ey bu Câmi-i Emevî'de bu dersi dinleyen Arab kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünki size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaata karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki; o sabî çocuk sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşam da babasına gelip, okuduğu dersini babasına arzeder. Tâ doğru ders almış mı? Almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet bizler size nisbeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız. İşte ben de aldığım dersimin bir kısmını sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum:

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Ye'sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adavete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdad.

Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde, eczahane-i Kur'aniye'den ders aldığım "Altı kelime" ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.

BİRİNCİ KELİME: "El-emel". Yani Rahmet-i İlahiyeden kuvvetli ümid beslemek. Evet ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen: Ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâm'ın saadet-i dünyeviyesi, bahusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâm'ın terakkisi onların intibahiyle olan Arab'ın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin burnunun rağmına olarak (Haşiye) ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-ı kat'iyemle derim:

İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet'in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'aniye ve imaniye olacak. Öyle ise şimdiki kader-i İlahî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebilere müşevveş bir mâzi düşmüş. Bu davama çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz:

______________________
(Haşiye): Eski Said, hiss-i kablelvuku ile 1371'de -başta Arab Devletleri- Âlem-i İslâm'ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini kırkbeş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. Bin üçyüz yetmiş'te olan vaziyeti bin üçyüz yirmi yedi'de olacak gibi müjde vermiş, te'hirinin sebebini nazara almamış.

İşte, İslâmiyetin hakaikı hem manen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.

Birinci cihet olan manen terakki ise: Biliniz! Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikata en doğru şahittir. İşte tarih bize gösteriyor. Hattâ Rus'u mağlub eden Japon başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

Hakikat-ı İslâmiyetin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm'ın hakikat-ı İslâmiye'de za'fiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir. Yani salabet ve taassublarının za'fiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salabet ve taassublarının kuvveti derecesinde de tedenni ve ihtilallere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.

Hem Asr-ı Saadet'ten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki; bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakinî ile ve İslâmiyete tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avamın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu mes'elede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka mes'eledir. Halbuki, bütün dinlerin etba'ları ise -hattâ en ziyade dinine taassub gösteren İngilizlerin ve eski Rusların- muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat'î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar (Haşiye).

(Haşiye): İşte bu mezkûr davaya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu davaya kırkbeş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur'anı mekteblerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı sed olmak için kabul etmeleri ve İngiliz'in mühim hatiblerinin bir kısmı Kur'an'ı İngiliz'e kabul ettirmeye taraftar çıkmaları ve Küre-i Arz'ın şimdiki en büyük devleti Amerika'nın bütün kuvvetiyle din hakikatlarına taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika'nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli bir şahid olur.

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz'ın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler.

Hem nev'-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış; elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. Ve En dinsizi de, dine iltica etmeğe mecburdur. Çünki acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata mübtela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni'-i Âlem'i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..

Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddi-manevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.

Hasıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harblerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi' istidadını hissetmiş. Ve insan, acib cem'iyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış; belki ebede meb'ustur ki, ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış.

Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: "Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmiyecek bir surette bir idam senin başına gelecek." Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali; sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.

İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm idamına karşı din-i haktaki bir hakikatı arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hâl-i âlem bu hakikata şehadet eder.

Kırkbeş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedidini dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıt'aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeğe başlamışlar. Hem âyât-ı Kur'aniye, başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, "Aklına bak" der, "Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikatı bilesin" diyor.

Meselâ: Bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: "Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikatı bilesiniz." "Biliniz" ve "Bil" hakikatına dikkat et. "Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun. Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar. Ey insanlar ibret alınız! Geçmiş kurûnlardan ibret alıp gelecek manevî belalardan kurtulmağa çalışınız!" manasında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen çok âyetlerde beşeri aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.

Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm'ın câmi-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırkbeş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler!

Hasıl-ı kelâm: Biz Kur'an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek.

Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeğe başlıyorlar. Kırkbeş sene evvel o fecrin emareleri göründü. Yetmişbir'de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak.

Evet hakaik-i İslâmiyet'in mazi kıt'asını tamamen istilasına sekiz dehşetli manialar mümanaat ettiler.

Birinci, İkinci, Üçüncü Maniler: Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassublarıdır. Bu üç mani, marifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmağa başlıyor.

Dördüncü ve Beşinci Maniler: Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebilerin körükörüne onları taklid etmeleridir. Bu iki mani dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat, nev'-i beşerde başlamasıyla zeval bulmağa başlıyor.

Altıncı, Yedinci Maniler: Bizdeki istibdad ve şeriatın muhalefetinden gelen sû'-i ahlâkımız mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdad kuvveti şimdi zeval bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdadlarının otuz-kırk sene sonra zeval bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile ve sû'-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mani de zeval buluyor ve bulmağa başlamış. İnşâallah tam zeval bulacak.

Sekizinci Mani: Fünun-u cedidenin bazı müsbet mesaili, hakaik-i İslâmiyenin zâhirî manalarına muhalif ve muârız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mazideki istilasına bir derece sed çekmiş. Meselâ: Küre-i Arz'a emr-i İlahî ile nezarete memur Sevr ve Hut namlarında iki ruhanî melaikeyi dehşetli cismanî bir öküz, bir balık tevehhüm edip ehl-i fen ve felsefe hakikatı bilmediklerinden İslâmiyete muârız çıkmışlar.

Bu misal gibi yüz misal var ki, hakikatı bilindikten sonra en muannid feylesof da teslim olmağa mecbur oluyor. Hattâ Risale-i Nur, Mu'cizat-ı Kur'aniye Risalesi'nde fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında Kur'anın bir lem'a-i i'cazını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkid zannettikleri Kur'an-ı Kerim'in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatları izhar edip en muannid feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın. Bu mani, kırkbeş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.

Evet bazı muhakkikîn-i İslâmiyenin bu yolda te'lifatları var. Bu sekizinci dehşetli manianın zîr ü zeber olacağına emareler görünüyor.

Evet şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî marifet ve medeniyetin mehasini, bu üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip o sekiz manileri mağlub edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmağa başlamış. İnşâallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.

Evet meşhurdur ki: "En kat'î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin."

İşte yüzer misallerinden iki misal:

Birincisi: Ondokuzuncu Asrın ve Amerika Kıt'asının en meşhur feylesofu Mister Karlayl, en yüksek sadasıyla çekinmeyerek feylesoflara ve Hıristiyan âlimlerine neşriyatiyle bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış:

"İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu yutmak, İslâmiyetin hakkı imiş. Çünki sair dinler -fakat Kur'an'ın tasdikine mazhar olmayan kısmı- hiç hükmündedir."

Hem Mister Karlayl yine diyor: "En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı, Muhammed'in (A.S.M.) sözüdür. Çünki hakikî söz onun sözleridir." Hem yine diyor ki:

"Eğer hakikat-ı İslâmiyette şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat'iyede iştibah edersin. Çünki en bedihî ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyettir."

İşte bu meşhur feylesof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini eserinde müteferrik yerde yazmış.

İkinci Misal: Avrupa'nın asr-ı âhirde en meşhur bir feylesofu Prens Bismark diyor ki:

"Ben bütün Kütüb-ü Semaviyeyi tedkik ettim. Tahrif olmalarına binaen beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed'in (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur'anını umum kütüblerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed'in (Aleyhissalâtü Vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olurlar. Yani Kur'an Allah kelâmı olduğu bedihîdir."

İşte Amerika ve Avrupa'nın zekâ tarlaları Mister Karlayl ve Bismark gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulat vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim ki:

Avrupa ve Amerika, İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasılki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.

Ey Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki; istikbalin kıt'alarında hakikî ve manevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevkedecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılab etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur'an'a tâbi olur, ittifak eder.

İkinci Cihet: Yani maddeten İslâmiyet'in terakkisinin kuvvetli sebebleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci Cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatı isbat ettiği gibi; bu İkinci Cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünki Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz beş kuvvet içtima ve imtizac edip yerleşmiş (Haşiye).

(Haşiye): Evet Kur'anın üstadiyetinden ve dersinin işaratından fehmediyoruz ki: Kur'an'da mu'cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle; beşerin istikbalde terakki edeceğini ve o mu'cizatın nazîreleri istikbalde vücuda geleceğini beşere ders verip teşvik ediyor:

"Haydi çalış, bu mu'cizatın nümunelerini göster. Süleyman Aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git! İsa Aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış! Hazret-i Musa'nın asâsı gibi taştan âb-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar! İbrahim Aleyhisselâm gibi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy! Bazı enbiyalar gibi şark ve garbda en uzak sesleri işit, suretleri gör! Davud Aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san'atına medar olmak için demiri balmumu gibi yap! Yusuf Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâm'ın birer mu'cizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ediyorsunuz. ضyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mu'cizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklidlerini yapınız."

Birincisi: Bütün kemalâtın üstadı ve üçyüz yetmiş milyon nefisleri birtek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiç bir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-ı İslâmiyettir.

İkinci Kuvvet: Medeniyet ve san'atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebadilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.

Üçüncü Kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksadları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdadatı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıbta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelanıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer'iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmış olmak.

_____________________
İşte buna kıyasen Kur'an, her cihetle beşeri maddî - manevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu isbat ediyor.

Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniye'dir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek.. mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer'iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.

Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i'lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i'lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i'lâ-yı Kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye'nin iman ile kat'î verdiği emri, elbette Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsi o kat'î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

Evet nasılki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.

Biliniz ki:

Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hesanatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Evet Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip, ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl me'yus olup ye'se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, "dünya herkese ve ecnebîlere terakki dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu!" diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.

Madem meyl-ül istikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm'da nev'-i beşerin eski hatîatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah...

Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir.

Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekliyebilirsiniz.

Dersin başında, bir buçuk bürhanı davamıza şahit göstereceğiz demiştik. Şimdi bir bürhan mücmelen bitti. O davanın yarı bürhanı da şudur ki:

Fenlerin casus gibi tedkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki: Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzât ve Sâni'-i Zülcelal'in hakikî maksadları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünki kâinata ait fenlerden herbir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev' ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel akıl bulamıyor. Meselâ: Tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve Kozmoğrafyaya tâbi Manzume-i Şemsiye fenni; nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni'-i Zülcelal'in o nev'deki nizamında mu'cizat-ı kudretini ve hikmetini ve اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ hakikatını gösteriyor.

Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki:

Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-ı kâinatta cüz'îdir. Maksud değil, tebeîdir ve dolayısıyladır. Yani meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkata girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi cüz'î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halkedilmiş.

İşte kâinatta hakikî maksad ve netice-i hilkat istikra-i tâmme ile isbat ediyor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksud onlardır. Elbette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan, dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak. Belki Cehennem hapsine girecek.

Hem istikra-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki; mahlukat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünki beşer, hilkat-ı kâinattaki zâhirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeblerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san'at-ı İlahiyeyi ve muntazam hikmetli icadat-ı Rabbaniyenin taklidini san'atçığıyla yapmak ve ef'al-i İlahiyeyi anlamak için ve san'at-ı İlahiyeyi bilmek ve cüz'î ilmiyle ve san'atlarıyla anlamak için bir mizan, bir mikyas, kendi cüz'î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Hâlık-ı Zülcelal'in küllî, muhit ef'al ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahluku beşer olduğunu isbat ediyor.

Hem İslâmiyet'in kâinata ve beşere ait hakikatlarının şehadetiyle mükerrem beşer içinde en eşref ve en a'lâsı ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet; hem istikra-i tâmme ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu'cizatı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur'an hakikatlarının şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.

Madem bu yarı bürhanın üç hakikatı böyle haber veriyor. Acaba hiç mümkün müdür ki, nev'-i beşer şekavetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerhedip, bu istikra-i tâmmeyi kırıp, meşiet-i İlahiyeye ve kâinatı içine alan hikmet-i ezeliyeye karşı temerrüd edip, şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi o zalimane vahşetinde ve mütemerridane küfründe ve dehşetli tahribatında devam edebilsin? Ve İslâmiyet aleyhinde bu hâlin devam etmesi hiç mümkün müdür?

Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa, o hadsiz lisanlarla kasem ederim ki, âlemi bu nizam-ı ekmel ile, bu kâinatı zerreden seyyarata kadar, sinek kanadından semavat kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam ile halkeden Hakîm-i Zülcelal'e ve Sâni'-i Zülcemal'e o hadsiz lisanlarla kasem ediyoruz ki; beşer hiçbir cihetle bütün enva-i kâinata muhalif olarak ve küçük kardeşleri olan sair taifelere zıd olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle muhalefet edip nev'-i beşerde şerrin hayra galebesine binler senede sebeb olan o zakkumları yiyip hazmetmesi mümkün değil...

Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal ile olabilir ki; beşer bu âleme emanet-i kübra mertebesinde ve halife-i rûy-i zemin makamında sair enva-ı kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde en edna, en berbat, en perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine girmiş, karıştırmış. Bu farz-ı muhal, hiçbir cihetle kabul olunamaz.

Bu hakikat için, elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki, âhirette Cennet ve Cehennem'in zarurî vücudları gibi, hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe edecektir. Tâ ki, nev'-i beşerde dahi sair neviler gibi hayır ve fazilet galib-i mutlak olacak. Tâ beşer de sair kâinattaki kardeşlerine müsavi olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev'-i beşerde dahi takarrur etti denilebilsin.

Elhasıl: Madem mezkûr kat'î hakikatlarla bu kâinatta en müntehab netice ve Hâlık'ın nazarında en ehemmiyetli mahluk beşerdir. Elbette ve elbette ve hayat-ı bâkiyede Cennet ve Cehennem'i, bilbedahe beşerdeki şimdiye kadar zalimane vaziyetler Cehennem'in vücudunu ve fıtratındaki küllî istidadat-ı kemaliyesi ve kâinatı alâkadar eden hakaik-i imaniyesi, Cennet'i bedahetle istilzam ettiği gibi; her halde iki harb-i umumî ile ve kâinatı ağlattıran cinayetleri ve yuttuğu zakkum şerlerini hazmetmediği için kustuğu ve zeminin bütün yüzünü pislendirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbad bir dereceye düşürüp bin senelik terakkiyatını zîr ü zeber etmek cinayetini beşer hazmetmeyecek.

Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve rûy-i zemini temizlemeğe ve sulh-u umumîyi temin etmeğe vesile olmasını Rahman-ı Rahîm'in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümid ediyoruz ve bekliyoruz.

İKİNCİ KELİME ki; müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:

Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm'ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me'yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip "Neme lâzım" der, "Herkes benim gibi berbattır" diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.

لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللَّهِ kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız.

مَا لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ


Hadîsinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah.

Yeis; ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدِي بِيhakikatına muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir. Hususan Arab gibi nev'-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab'ın metanetinden ders almışlar. İnşâallah yine Arablar ye'si bırakıp İslâmiyet'in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur'an'ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.

ÜÇÜNCÜ KELİME ki; bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat'î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyetin üssü'l esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.

Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni'-i Zülcelal'in kudretine iftira etmektir.

Küfür, bütün envâiyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış. (Haşiye)
______________________

(Haşiye): Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said'in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim." Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış.

Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:

Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi: "Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin." Bunun için Eski Said:

اَعُوذُ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ dedi. Ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti. (Haşiye 1)

Said Nursî

(Haşiye-1): Siyaseti Yeni Said bütün bütün terkettiği için bakmadığından, Eski Said'in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı.

(Haşiye): Hem üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüzotuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme (*) ve hükûmet memurları tarafından tam tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat'î isbat ediyor. Ve hayatını

_______________

(*) Şimdi yüz mahkeme.

Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı Saadette sıdk vasıtasıyla Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın âlâ-yı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-i imaniye ve hakaik-i kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta hükmüne geçmiş.

Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzab'ın emsali, esfel-i safilîne sukut etmiş. Ve kizb o zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılab-ı azîm gösterdiğinden, kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın almak değil; herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılab-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medar-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan sahabeler; elbette şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini yakından tanıyan biz Nur Şakirdleri ise, bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlasa bir delil saymaktayız.

Nur Şakirdleririni mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzab'a kendilerini benzetemezler. Belki bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar meta ve hakikatların anahtarı Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın â'lâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamağa çalıştıklarından, ilm-i Hadîsçe ve Ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan "Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet tezkiyeye muhtaç değil. Peygamber'den (Aleyhissalâtü Vesselâm) rivayet ettikleri Hadîsler, bütün sahihtir" diye ehl-i şeriat ve ehl-i Hadîsin ittifakına kat'î hüccet, bu mezkûr hakikattır.

İşte Asr-ı Saadetteki inkılab-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki, sahabelere kimse yetişemez. "Yirmiyedinci Söz"ün zeyli olan sahabeler hakkındaki risaleye havale edip kısa kesiyoruz.

Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. "Urvetü'l vüskâ" sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.

Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim "muvakkat" fetvası vermişler. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünki o kadar sû-i isti'mal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaatı olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.

Meselâ: Seferde namazı kasretmenin sebebi, meşakkattır. Fakat illet olamaz. Çünki muayyen bir haddi yok. Sû-i isti'male düşebilir. Belki illet, yalnız sefer olabilir. Aynen öyle de, maslahat dahi yalan söylemeğe illet olamaz. Çünki muayyen bir haddi yok, sû-i istimale müsaid bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise اِمَّا الصِّدْقُ وَاِمَّا السُّكُوتُ Yani yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.

İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rûy-i zemin asayişlerinin zîr ü zeber olması kizble ve maslahatın sû-i isti'mali ile olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmağa beşeri mecbur ediyor ve kat'î emir veriyor. Yoksa bu yarım asırda gördükleri umumî harbler ve dehşetli inkılâblar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.

Evet her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek.. yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yok. Çünki hâlis olmazsa sû-i tesir eder; hak, haksızlıkta sarf olur.

DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat'î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:

Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur'un "Yirmiikinci Mektub"unda izahıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:

Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî adavetin ne kadar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı, -tecavüz olmamak şartıyla- adavetinizi celbetmesin. Cehennem ve azab-ı İlahî kâfidir onlara..

Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adavetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeblerine tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Madem muhabbet adavete zıttır. Ziya ve zulmet gibi, hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galib ise, o hakikatıyla kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ: Muhabbet hakikatıyla bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımağa inkılab eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatıyla kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mümâşat ve karışmamak, zâhiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir. Evet muhabbetin sebebleri; iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kal'alardır. Adavetin sebebleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeblerdir. Öyle ise bir müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.

Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister, birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbin bir adama benzer ki, sû-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.

BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i şer'iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:

Hürriyet-i şer'iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet'tir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal'ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal'a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.

İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine manen,( lüzum olsa maddeten) yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır. Nasılki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya herbir ferd o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya herbir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.

İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî'deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvan-ı Müslimîn! "Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mâzuruz."diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tenbelliğiniz ve "Neme lâzım" deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene -yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen faide verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için "Neme lâzım" deyip kendini tenbellik döşeğine atmak zamanı değil!..

Ey bu câmi'deki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki Âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşlerinizolan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet'in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.

Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı Rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.

Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.

Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.

Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiat verdiler.

Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ:

Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: "Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünki milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var." İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki ecnebilerden içimize giren pis ve fena seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: "Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun." İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünki bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.

Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes "nefsî! nefsî" demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle -menfaat-ı şahsiyesini düşünmekle- bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.

مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسُهُ فَلَيْسَ مِنَ اْلاِنْسَانِ ِلاَنَّهُ مَدَنِىٌّ بِالطَّبْعِ

Yani: Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşıyamadığından ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiat vermeğe mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa o müstesna!.

ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer'iyyedir. وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ Ayet-i Kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor. Evet nasılki, nev'-i beşerdeki telahuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.

Asya Kıt'asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer'iyye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyyedir ki, o hürriyet-i şer'iyye, âdâb-ı şer'iyye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer'iyye, iki esası emreder:

اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ

وَ لاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّهِ { نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمنِ


Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek.. Allah'a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız. Yani Allah'ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer'iyye; Cenab-ı Hakk'ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.

فَلْيَحْيَا الصِّدْقُ وَلاَ عَاشَ االْيَاْسُ فَلْتَدُومِ االْمُحَبَّةُ وَلْتَقْوَى الشُّورَى وَاالْمَلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ االْهَوَى وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى

Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda'ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn...

Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyet'in hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?

Elcevab: Nur'un Yirmibirinci Lem'a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz onbir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakikî ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şûra-yı şer'î ile yaşıyabilir o düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.

Arabi Hutbe Şamiyþe'nin Zeþyli'İninİ Kİisa Bir Tercümesi

Hutbe-i Şamiye'nin Arabî Zeylinde, gayet latif bir temsil ile imandan gelen manevî ve kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor. Bu mes'elemiz münasebetiyle bir hülâsasını beyan ediyoruz:

Hürriyetin başında Sultan Reşad'ın Rumeliye seyahati münasebetiyle Vilayat-ı Şarkıye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektebli mütefennin arkadaşla bir mübahase oldu. Benden sual ettiler ki: "Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?"

O zaman dedim: Biz müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzât müttehiddir. İtibarî, zâhirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avam ve havassa şamil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine -yani menafi-i şahsiyesini millete feda edene- has kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kal'ası olmalı. Hususan biz şarklılar, garblılar gibi değiliz. İçimizde kalblere hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser Enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki; yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn, bunun bir bürhan-ı kat'îsidir.

Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran, bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektebliler! Size de derim ki:

"Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arab içinde tamamıyla mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü'l-vüskadır. Tahrib edilmez, mağlub olmaz bir kudsî kal'adır" dediğim vakit o iki münevver mekteb muallimleri bana dediler: "Delilin nedir? Bu büyük dâvaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım? Delil nedir?"

Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o masum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikatı der:

Bakınız bu dabbetülarz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetülarz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdid ediyor. "Bana rast gelenlerin vay haline" dediği halde o masum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetülarzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: "Ey şimendifer! Sen ra'd ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın."

Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: "Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem'in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç."

İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk yerinde burada bulunduklarını farzediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdid hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman nekadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu dabbetülarzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünki onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkeb zannetmiyorlar. Belki gayet müdhiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak haletini veren, o masumun kalbinde hakikatın bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların onun- kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan- cahilâne itikadsızlıklarıdır.

Bu temsilde, o masum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi, bin senede İslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin) kalbinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle, rûy-i zeminde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla, İslâmiyet ve kemalât-ı maneviyenin bayrağını Asya ve Afrika'da ve yarı Avrupa'da gezdiren ve "Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber, dünyadaki müteselsil düşman hâdisatlara karşı da, hattâ mikroptan kuyruklu yıldızlara kadar beşerin küllî istidadına karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin tehdidlerine karşı, imanın kahramanlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve kader-i İlahiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nevi saadet-i dünyeviyeyi kazanan başta Türk ve Arab taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri, o masum çocuk gibi fevkalâde bir manevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki, istikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi dünyada da İslâmiyet milliyetidir.

O iki temsilde, o iki acib kahramanın pek acib korku ve telaşlarına ve elemlerine sebeb, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalâletleri olduğu gibi.. Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerle isbat ettiği bir hakikatı ki, bu risalenin mukaddemesinde bir-iki misali söylenmiş. Mes'ele şudur ki:

Küfür ve dalâlet, bütün kâinatı ehl-i dalâlete binler müthiş düşmanlar taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut, tâ kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi' mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telaş vermesiyle küfür ve dalâlet bir Cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir Cehennem içine koyduğunu.. din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül'ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini.. yalnız iptal-i his nev'inden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor.

İşte iman ve küfrün müvazenesi âhirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi; dünyada da iman bir manevî Cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini.. ve küfür dünyada dahi bir manevî Cehennem ve hakikî saadet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir îdam-ı ebedî mahiyetine getirmesini, kat'î ve his ve şuhuda istinad eden Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz.

Bu temsilin hakikatını görmek isterseniz başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız. Ne kadar şimendifer misillü balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler.. karada, denizde, havada Kudret-i Ezeliyenin nizam ve hikmetle halkettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vakıatlarına bakınız.

Hem âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, âlem-i ruhanî ve maneviyatta Kudret-i Ezeliyenin daha acib müteselsil nazîreleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.

İşte kâinat içinde maddî ve manevî bütün bu silsileler, imansız ehl-i dalalete hücum ediyor, tehdid ediyor, korku veriyor, kuvve-i maneviyesini zîr ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdid ve korkutmak belki sevinç ve saadet, ünsiyet ve ümid ve kuvvet veriyor. Çünki ehl-i iman, iman ile görüyor ki, o hadsiz silsileleri, maddî ve manevî şimendiferleri, seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevkeden bir Sâni'-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemalât-ı san'ata ve tecelliyat-ı cemaliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i maneviyeyi tamamıyla eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor.

İşte ehl-i dalâletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye buna karşı bir teselli veremez, kuvve-i maneviyeyi temin edemez. Cesareti zîr ü zeber olur. Fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır.

Ehl-i iman, iman cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i maneviyesi kırılmak, belki o temsildeki masum çocuk gibi fevkalâde bir kuvvet-i maneviye ve bir metanetle ve imandaki hakikatla onlara bakıyor. Bir Sâni'-i Hakîm'in hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. "Sâni'-i Hakîm'in emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler." deyip anlar. Kemal-i emniyetle hayat-ı dünyeviyesinde de derecesine göre saadete mazhar olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği -vicdanında- bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa, bilbedahe temsildeki Rüstem ve Herkül'ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi, onun cesareti ve kuvve-i maneviyesi müzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder. Ve kâinatın hâdisatına esir olur. Herşeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikatını ve dalâletin de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat'î hüccetlerle isbat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikatı kısa kesiyoruz.

Acaba en ziyade kuvve-i maneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i maneviyeyi ve teselliyi ve saadeti temin eden ve İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp, garblılaşmak ünvanı ile İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i maneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalâlet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanmak ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-ı insaniyeden uzak bir hareket olduğunu; pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslâm olarak, beşer hissedecek, dünyanın ömrü kalmışsa Kur'an'ın hakaikına yapışacak.

* * *
İşte sâbık temsil gibi eski zamanda, Hürriyetin başında bazı dindar meb'uslar, Eski Said'e dediler:

Sen her cihette siyaseti dine, şeriata âlet ediyorsun ve dine hizmetkâr yapıyorsun ve yalnız şeriat hesabına hürriyeti kabul ediyorsun. Ve meşrutiyeti de meşruiyet suretinde beğeniyorsun. Demek hürriyet ve meşrutiyet, şeriatsız olamaz. Bunun için seni de "şeriat isteriz" diyenlerin içine 31 Mart'ta dâhil ettiler.

Eski Said onlara demiş ki:

Evet millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikatı isbat edecek binler hüccetten bir küçük nümune olarak bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum:

Bir zaman bir adam, bir sahrada, bedeviler içinde ehl-i hakikat bir zâtın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafir, hane sahibine dedi:- "Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?"

Hane sahibi dedi:- "Bizde hırsızlık olmaz."

Misafir dedi: "Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor."

Hane sahibi demiş: " -Biz emr-i İlahî namına ve adalet-i şer'iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz."

Misafir dedi: "Öyle ise çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir."

Hane sahibi dedi: "Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm."

Misafir taaccüb etti, dedi ki: "Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor."

Hane sahibi dedi: "Siz büyük bir hakikatten ve acib ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terketmişsiniz. Onun için adaletin hakikatını kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zalimane ve tarafgirane cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakikatın sırrı budur:

Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer'înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlahîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hassası ile, kalbin kulağı ile, kelâm-ı ezelîden gelen ve "hırsız elinin idamına" hükmeden اَلسَّارِقُ وَ السَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا اَيْدِيَهُمَا Ayetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelanına hücum gibi bir halet-i ruhiye hasıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelan parçalanır, çekilir. Git gide o meyelan bütün bütün kesilir. Çünki yalnız vehim ve fikir değil, belki manevî kuvveleri -akıl, kalb ve vicdan- birden o hisse, o hevese hücum eder. Hadd-i şer'îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.

Evet iman kalbde, kafada daimî bir manevî yasakçı bıraktığından fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça "yasaktır" der, tardeder kaçırır.

Evet insanın fiilleri kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temayülat, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevkedip mağlub etmez.

Elhâsıl: Had ve ceza, emr-i İlahî ve adâlet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki latifeleri müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu mana içindir ki, elli senede bir ceza, sizin hergün müteaddid hapsinizden ziyade bize faide veriyor. Sizin adâlet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünki biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit millet, vatan maslahatı ve menfaatı hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükûmet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz'î bir teessür hisseder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan -hususan ihtiyacı da varsa- kuvvetli bir meyelân galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek hakikî adâlet ve tesirli ceza odur ki: Allah'ın emri namıyla olsun. Yoksa te'siri yüzden bire iner.

İşte bu cüz'î sirkat mes'elesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlâhiye kıyas edilsin. Tâ anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye dünyada adâlet ile olabilir. Adâlet ise doğrudan doğruya Kur'anın gösterdiği yol ile olabilir...

(Hikâyenin hülâsası bitti.)

* * *
Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adâlet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye'cüc ve me'cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.

İşte bu hikâyeyi o zamandaki bazı dindar meb'uslara Eski Said söylemiş. Ve iki defa tab'edilen Arabî Hutbe-i Şamiye'nin Zeylinde kırkbeş sene evvel yazılmış. (Haşiye)
________________________________

(Haşiye): Hutbe-i Şamiye namında matbu Arabî risaleyi, Arabî bilmediğimiz için üstadımızdan rica ettik ki: Bize bir-iki gün ders ver. Birkaç gün zarfında söylediği dersin takririni kaleme aldık. Üstadımız ders verdiği vakit, bazı cümlelerini zihnimizde tam yerleştirmek için tekrar ederdi.

Şimdi bu hikâye ile evvelki temsil, o zamandan ziyade tam bu zamanın dersi olmasından bera-yı malûmat hakikî dindar meb'usların nazarına medar-ı ibret için gösteriyoruz.

Said Nursî
__________________________________

Âhirdeki temsil ve hikâyeyi izahlı bulduğumuzdan en evvel onları üniversitelilerin ve dindar meb'usların nazarlarına göstermemizin sebebi: Üstadımız derse başladığı vakit "Eski zamanda şimendiferde mektebli o iki muallim yerine sizleri ve bana şeriat hakkında sual soran kırkbeş elli sene evvelki meb'uslar yerine, şimdiki hakikî dindar meb'usları kabul ve tasavvur ediyorum ve öylece konuşuyorum" dediği için, biz de ehl-i maarif ve dindar meb'uslara, bera-yı malumat bu dersimizi gösteriyoruz. Sonra isterlerse Hutbe-i Şamiye'den bütün dersimizi göstereceğiz. Münasib görülse neşir de edeceğiz.

Âlem-i İslâmdaki siyaset-i İslâmiyeye dair üstadımızdan bir ders almak isterdik. Halbuki otuzbeş seneden beri siyaseti terk ettiğinden Eski Said'in siyaset-i İslâmiyeye temas eden bu Hutbe-i Şamiye tercümesi Eski Said hesabına bir derstir.

Tahirî, Zübeyr, Bayram, Ceylân, Sungur, Abdullah, Ziya, Sadık, Sâlih, Hüsnü, Hamza

HUTBE-İ ŞAMİYE'NİN ZEYLİNİN ZEYLİ

(Kırk iki (*) sene evvel dinî ceridelerde neşredilen Said'in makalesidir.)

Yaşasın Şeriat-ı Garra

29 Şubat 324

Dinî ceride: 73

Mart 1909

Ey meb'usan!

Uzunluğu ile beraber gayet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira itnabında îcaz var. Şöyle ki:

Meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adâlet ve meşveret ve kanunda cem'-i kuvvet, bu ünvan ile beraber asıl mâlik-i hakikî ve sahib-i ünvan-ı muhteşem (1) ve müessir ve adâlet-i mahzayı mutazammın (2) ve nokta-i istinadımızı temin eden (3) ve meşrutiyeti bir esas-ı metine istinad ettiren (4) ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayrettenkurtaran (5) ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6) ve menafi-i umumiye olan Hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden (7) ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden (8) ve umum ezhanı manyetizmalandıran (9) ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren (10) ve sizi muahaze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran (11) ve maksad ve neticede ittihad-ı umumiyeyi tesis eden (12) ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden (13) ve çürük mesavi-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (14) ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran (15) ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkide -sırr-ı i'caza binaen- bir zaman-ı kasîrede tayyettiren (16) ve Arab ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az zamanla bize bir büyük kıymet veren (17) ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18) ve kanun-u esasînin ruhunu ve Onbirinci Madde'yi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19) ve Avrupa'nın eski zann-ı fasidlerini tekzib eden (20) Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hâtem-i Enbiya ve şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21) ve muharrib-i medeniyet olan dinsizliğe karşı sed çeken (22) ve zulmet-i tebayün-ü efkâr ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nuranîsi ile ortadan kaldıran (23) ve umum ulema ve vaizleri ittihad ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşruta-i meşruaya hâdim eden (24) ve adâlet-i mahzası merhametli olduğundan anasır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyade te'lif ve rabteden (25) ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakki ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26) ve hâdim-i medeniyet (*) olan sefahet ve israfat ve havayic-i gayr-ı zaruriyeden bizi halâs eden (27) ve muhafaza-i âhiretle beraber imar-ı dünya etmekle sa'ye neşat veren (28) ve hayat-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını öğreten (29) ve herbirinizi ey meb'uslar ellibin kişinin takazasını yani haklarını sizden dava etmelerini hakkınızda tebrie eden (30) ve sizi icma-i ümmete küçük bir misâl-i meşru gösteren (31) ve hüsn-ü niyete binaen a'mâlinizi ibadet gibi ettiren (32) ve üçyüz milyon Müslümanın hayat-ı maneviyesine sû-i kasd ve cinayetten sizi tahlis eden (33) ol Şeriat-ı Garra ünvaniyle gösterseniz ve hükümlerinize me'haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaidi ile beraber ne gibi şey kaybedeceksiniz? Vesselâm.

Yaşasın Şeriat-ı Garra!..

Said Nursî

Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî (A.S.M.)

5 Mart 1325 Dinî Ceride No: 77 18 Mart 1909

Şeriat-ı garra, kelâm-ı ezelîden geldiğinden ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablülmetine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira Sâni'-i Âlem'e hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile tahallûk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır.

Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavanin-i Adetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira maruf umum enbiyanın memalik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlahînin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülatının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziya-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır.

Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesail-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin mes'eleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı za'f-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Bizim cemaatımızın meşrebi: Muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani beyn-el İslâm muhabbete imdad ve husumet askerini bozmaktır.

Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garra ve kılıncımız da berahin-i katıa ve maksadımız i'lâ-yı Kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü'min manen müntesibdir. Sureten intisab ise, Sünnet-i Nebeviyeyi kendi âleminde ihyaya azm-i kat'î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan ulema ve meşayih ve talebeyi, şeriat namına ittihada davet ederiz.

Said Nursî

İhtar-ı Mahsus

Gazeteci denilen huteba-i umumî, iki kıyas-ı fasidle milleti bataklığa düşürtmüştür.

Birincisi: Vilayatı, İstanbul'a kıyas ederek... Halbuki elifbayı okumayan çocuklara felsefe dersi verilse sathî olur.

İkincisi: İstanbul'u Avrupa'ya kıyas etmişler. Halbuki bir erkek, kadının kametinden istihsan ettiği libası giyinse maskara ve rezil olur.

Said Nursî

Hakikat

26 Şubat 1324

Dinî Ceride: 70 Mart 1909

Biz Kalû Belâ'dan Cem'iyet-i Muhammedî'de (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Cihet-ül vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Mademki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü'min i'lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san'at silâhıyla i'lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz.

Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki, (Haşiye) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Onüç asır evvel şeriat-ı garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdad tevzi olunmuş olur. اِنَّ اللّهَ هُوَ الْقَوِىُّ ا لْمَتِينُ hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdad daima hükümferma olacaktır.

İttifak Hüdadadır, heva ve heveste değil.

İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu, şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz.

Yeis, mani'-i herkemaldir. "Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın yadigârıdır. Bu cümlelerin mabeynini rabtedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale ediyorum.

Said Nursî

Sada-yı Hakikat

27 Mart 1909

Tarîk-i Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) şübhe ve hileden münezzeh olduğundan şübhe ve hileyi îma eden gizlemekten de müstağnidir. Hem o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i Umman nasıl bir destide saklanacak?

Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatında olan İttihad-ı Muhammedî'nin (Aleyhissalâtü Vesselâm) cihet-i vahdeti tevhid-i İlahîdir. Peyman ve yemini de imandır. Encümen ve cem'iyetleri, mesacid ve medaris ve zevayâdır. Müntesibîni umum mü'minlerdir. Nizamnamesi Sünen-i Ahmediye'dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Kanunu, evamir ve nevahi-i şer'iyedir. Bu ittihad, âdetten değil, ibadettir.

İhfa ve havf riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevketmektir.

Bu ittihadın meşrebi, muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz ikna'dır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbub ve ulvî göstermektir. Zira onları munsif zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dâhil olanlar, onları taklid edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) olan ittihad-ı İslâmın efkâr ve meslek ve hakikatını efkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız.

جُمْلَه شِيرَانِ جِهَانْ بَسْتَهءِ اِينْ سِلْسِلَه اَنْد

رُوبَه اَزْ حِيلَه ِه سَانْ بِكُسَلَدْ اِينْ سِلْسِلَه رَا


Said Nursî

Neşrettiğim fihriste-i makasıddan terk ettiğim bir fıkradır. Şöyle ki:

Zâhiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrası da, bir kısım ehl-i medrese olmalı. Tâ gıll ü gıştan tasaffi etsin.

Zira bulanıklığıyla başka mecradan taaffün ile gelmiş ve atalet bataklığından neş'et ve istibdad sümûmu ile teneffüs eden, zulüm tazyiki ile ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aksü'lâmel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin dûş-u himmetine muhavveldir.

والسَّلامُ عَلي مَنِ التَّبَعَ الهُدَي

Said Nursî

Redd-ül Evham

(31 Mart 1909)

İttihad-ı Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) cemaatine isnad ettikleri dokuz evham-ı fasideyi reddedeceğim.

Birinci Vehim: Böyle nâzik bir zamanda din mes'elesini ortaya atmak münasip görülmüyor.

Elcevab: Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz. لاَخَيْرَ فِى الدُّنْيَا بِلاَ دِينٍ

Sâniyen: Madem ki meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyet'tir. Zira Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lâzların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet'ten başka bir şey değildir. Nasılki az ihmal ile tavaif-i mülûk temelleri atılmakta ve onüç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük...

İkinci Vehim: Bu ünvan, tahsisiyle, müntesib olmayanları vehim ve telaşa düşürüyor?

Elcevab: Evvel de söylemiştim. Ya mütalaa olunmamış veya sû-i tefehhüme uğramış olduğundan tekrarına mecbur oldum. Şöyle ki:

İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) dediğimiz vakit, umum mü'minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad muraddır. Yoksa İstanbul ve Anadolu'daki cemaat murad değildir. Amma bir katre su da, sudur. Bu ünvandan tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikîsi şöyledir:

Esas temeli, şarktan garba cenubdan şimale mümted ve merkezi Haremeyn-i Şerifeyn ve cihet-i vahdeti tevhid-i İlahî.. peyman ve yemini iman.. nizamnamesi, Sünnet-i Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm).. kanunnamesi, evamir ve nevahi-i şer'iyye.. kulûb ve encümenleri, umum medaris, mesacid ve zevaya.. o cemaatin ilelebed ve muhalled naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiye ve her vakit naşir-i efkârı başta Kur'a ve tefsirleri (ve bu zamanda bir tefsiri, Risale-i Nur) ve i'lâ-yı Kelimetullahı hedef ve maksad eden umum dinî ve müstakim ceraiddir. Müntesibîni, umum mü'minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlem'dir (Aleyhissalâtü Vesselâm).

Şimdi istediğimiz nokta, mü'minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır. Teveccüh-ü umumînin tesiri inkâr edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı i'lâ-yı Kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihad-ı ekber ve başkalarını irşaddır. Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cem'iyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyyunu irşad tarîkiyle siyasete taalluk edecektir. Kılınçları, berahin-i kat'iyedir. Meşrebleri de muhabbet olduğu gibi, beynel'mü'minîn uhuvvet çekirdeğinde mündemiç olan muhabbete şecere-i tuba gibi neşv ü nema vermektir.

Beşinci Vehim: Ecnebilerin bundan tevahhuş etmek ihtimali var?

Elcevab: Bu ihtimale ihtimal verenler mütevahhiştir. Zira merkez-i taassublarında İslâmiyet'in ulviyetine dair konferanslarla (Haşiye) takdis etmeleri bu ihtimali reddeder. Hem de düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i'lâ-yı Kelimetullah'a mani olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan sû-i ahlâk ve harekettir ve ihtilaf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmana hücumdur.

Amma ecnebilerin vahşi oldukları kurûn-u vustâda; İslâmiyet, vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde, adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebiler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassub zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbub ve ulvî olduğunu evamirine imtisalen ef'al ve ahlâk ile göstermek iledir. İcbar ve husumet, vahşilerin vahşetine karşıdır.

Altıncı Vehim: Bazıları, "Sünnet-i Nebeviyeyi hedef-i maksad eden ittihad-ı İslâm, hürriyeti tahdid eder ve levazım-ı medeniyeye münafîdir" diyorlar.

Elcevab: Asıl mü'min, hakkıyla hürdür. Sâni'-i Âlem'e abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur.

Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.

Sâlisen: Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.

Elhasıl: Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdad veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlik ve sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebiye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve bir kadına yakışır -istihsan ettiği- libası erkek giyse maskara olur.

Yedinci Vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cem'iyet-i diniye ile şakku'l-asâdır. Rekabet ve münaferatı intac eder.

Elcevab: Evvelâ umûr-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından bu cem'iyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.

Sâniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.

Birinci şart: Hürriyet-i şer'iyyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.

İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti-i ümmet cemiyet-i ulemaya havale etmektir.

Sâlisen: İ'lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-hakikata "püf, üf" eden, divaneliğini ilân eder.

Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve "Neme lâzım, başkası düşünsün" sözünü de söylettirir.

Sekizinci Vehim: Ehl-i ittihad-ı İslâm olan buradaki cemaata, manen gibi sureten de intisab edenlerin ekserisi avam, bir kısmı da meçhul-ülhal olduğundan, fitne ve ihtilafı îma ediyor.

Elcevab: Belki, ağraza adem-i müsaadesine binaendir. Hem de madem maksadı, ittihad ve i'lâ-yı Kelimetullahtır. Teşebbüsat ve harekâtı da ibadettir. İbadet câmiinde şah ve geda birdir. Müsavat hakikî düsturdur. İmtiyaz yoktur. Zira en ekrem, en müttakidir. Ve en müttaki, en mütevazidir. Binaenaleyh manen asıl hakikat-ı ittihada intisab ile beraber sureten onun nümunesi olan bu uhrevî ve sırf dinî cemaate intisab ile teşerrüf edecek, yoksa şeref vermeyecektir. Bir katre, bahr-ı ummanı tezyid edemez. Hem de bir günah-ı kebire ile imandan çıkmadığı gibi, şems garbdan tulû' etmediğinden tevbenin kapısı da açıktır. Bir desti müteneccis su, bir denizi tencis etmediği gibi, kendi de temizlendiğinden şimdi bu nümune-i ittihada intisab eden adama şartımız olan Sünnet-i Nebeviyeyi (Aleyhissalâtü Vesselâm) ihya ve evamirine imtisal ve nevahiden içtinab ve asayişe ilişmemek -elinden gelse- azm-i kat'î ile dâhil olan bazı meçhul-ül hal olanlar bu hakikat-ı âliyeyi lekedar etmez. Zira kendi lekedar olsa da, imanı mukaddestir. Rabıta da imandır. Bu ünvan-ı mukaddese böyle bahane ile leke sürmek İslâmiyet'in kıymet ve ulviyetini bilmemekle beraber, kendini ahmak-un nâs ilân etmektir. Nümune-i ittihad olan cemaatimize -sair cem'iyat-ı dünyeviyeye kıyasen- leke sürmeyi, ta'riz etmeyi cemi' kuvvetimizle reddederiz. İstifsar tarîkiyle bir itirazları olursa cevaba hazırız. İşte meydan...

Benim dâhil olduğum cemaat burada tafsil ettiğim ittihad-ı İslâmdır. Yoksa mu'terizlerin bâtıl tevehhüm ettikleri cemiyet-i mütehayyile değildir. Bu dinî heyet efradı, şarkta olsa, garbda olsa, cenubda olsa, şimalde olsa beraberiz.

Sual: Sen imzanı bazan Bediüzzaman yazıyorsun. Lakap medhi îmâ eder?

Cevab: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi', garib demektir. Benim ahlâkım suretim gibi, üslûb-u beyanım elbisem gibi garibdir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalîbi, benim üslûb ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım bedi', acib demektir.

اِلَىَّ لَعَمْرِى قَصْدُ كُلِّ عَجِيبَةٍ { كَاَنِّى عَجِيبٌ فِى عُيُونِ الْعَجَائِبِ mâsadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul'a geldim, yüz senenin inkılâbatını gördüm. وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى

Cemi' mü'minlerin lisanıyla insanların adedi kadar deriz: Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî!.. (Aleyhissalâtü Vesselâm).

Bediüzzaman

Said Nursî

Biraderim Başmuharrir Beye!

Edibler edebli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar. Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin. Zira bu inkılab-ı şer'iye gösterdi ki, vicdanlarda hükümferma, nur'en-nur olan hamiyet-i İslâmiyedir. Hem de anlaşıldı ki, ittihad-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i imana şamildir. Hariç kimse yoktur.

Said Nursî

HUTBE-İ ŞAMİYE'NİN BİRİNCİ ZEYLİNİN ZEYLİNDEN SON PARÇADIR

(31 Mart hâdisesinde isyan eden sekiz taburu itaata getiren ve musibeti yüzden bire indiren iki derstir ki, dinî ceridelerde 1325'de neşredilmiştir. Milâdî: 1909)

Kahraman Askerlerimize

Ey şanlı asâkir-i muvahhidîn! Ve ey bu millet-i mazlumeyi ve mukaddes İslâmiyeti iki defa büyük vartadan tahlis eden muhteşem kahramanlar!..

Cemal ve kemaliniz, intizam ve inzibattır. Bunu da hakkıyla en müşevveş bir zamanda gösterdiniz. Ve hayatınız ve kuvvetiniz itaattır. Bu meziyet-i mukaddeseyi en ufak âmirinize karşı bile irae ediniz. Otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon İslâm'ın namusu artık sizin itaatınıza bağlıdır. Sancak ve tevhid-i İlahî sizin yed-i şecaatınızdadır. Sizin o mübarek elinizin kuvveti de itaattır. Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. Kur'an ve Hadîs ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki: Haklı âmire itaat farzdır.

Malûmunuzdur ki, otuzüç milyon nüfus yüz sene zarfında böyle iki inkılabı yapamadı. Sizin o itaattan neş'et eden hakikî kuvvetiniz, umum millet-i İslâmiyeyi medyun-u şükran etti. Bu şerefi hakkıyla te'yid etmek, zabitlerinize itaatladır. İslâmiyet'in namusu da o itaattadır. Biliyorum ki, müşfik pederleriniz olan zabitlerinizi mes'ul etmemek için işe karıştırmadınız. Şimdi ise iş bitti. Zabitlerinizin âğuş-u şefkatlerine atılınız. Şeriat-ı garra böyle emrediyor. Zira zâbitler ululemirdirler. Vatan ve millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ululemre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin (Aleyhissalâtü Vesselâm) muhafazası da itaat iledir.

Said Nursî

Asâkire Hitab

(Dinî Ceride Numara: 110

30 Nisan 1909)

Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlem'in (Aleyhissalâtü Vesselâm) fermanını size tebliğ ediyorum ki, şeriat dairesinde ululemre itaat farzdır. Ululemriniz ve üstadlarınız zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatta serkeşlik etmekle, bütün fabrika hercümerc olur.

Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i askeriyeniz, otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon nüfus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı ve maden-i istimdadıdır.

Sizin iki müdhiş istibdadı kansız ve defaten öldürmeniz hârikulâde olduğundan ve şeriat-ı garranın iki mu'cize-i garrasını izhar ettiğinizden, zaîfü'l-akide olanlara hamiyet-i İslâmiyenin kuvvetini ve şeriatın kudsiyetini iki bürhan ile izhar eylediniz. Bu iki inkılabın pahasına binler şehid verse idik, ucuz sayacaktık. Lâkin itaatınızdan binde bir cüz'ü feda olunsa, bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatınızın tenakusu, ukde-i hayatiye veya hararet-i gariziyenin tenakusu gibi mevti intac eder.

Tarih-i âlem serapa şehadet ediyor ki, asker neferatının siyasete müdahaleleri, devletçe ve milletçe müdhiş zararları intac etmiştir. Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz, böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye zarar verecek noktalardan men'edecektir. Siyaseti düşünenler, sizin kuvve-i müfekkireniz hükmünde olan zabitleriniz ve ululemirlerinizdir.

Bazan zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def' ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan, zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüd caiz değildir. Ef'al-i hususiye-i nâmeşrua, san'attaki meharet ve hazakate münafî değildir ve san'atı menfur etmez. Nasılki bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşru harekâtı için, onların tıb ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz. Kezalik fenn-i harbde tecrübeli ve o san'atta mâhir ve hamiyet-i İslâmiye ile münevver-ül fikir zabitlerinizin bazılarının cüz'î nâmeşru harekâtı için, itaatınıza halel vermeyiniz. Zira fenn-i harb, mühim bir san'attır. Hem de sizin kıyamınız; şeriat-ı garra, -yed-i beyza-i Musa gibi- sair sebeb-i tefrika ve teşettüt-ü efkâr olan cem'iyetleri bel' etti. Sâhirleri de secdeye mecbur eyledi. Harekâtınız bu inkılabda ilâç gibi idi ki, fazla olsa zehire münkalib olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi fena bir hastalığa hedef eder. Hem de himmetinizle bizdeki istibdad şimdilik mahvoldu. Lâkin terakkiler için Avrupa'nın istibdad-ı manevîsi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat ve i'tidal lâzımdır.

Yaşasın şeriat-ı garra!.. Yaşasın askerler!..

Said Nursî

Cem'iyetlere İhtar-ı Mühim

Şimdi cem'iyetimiz bir hükûmet-i meşruta-i meşruadır. Hükûmet içinde hükûmetin zararı görüldü. Seviye-i irfan bir olmadığından fırkalarda husumet, taassub ve taraftarlık intac eder. Tabiî o kuvveti istimal ile siyasete karışacak ve umumî idarede herkesçe lezzetli olan tahakkümatı yapacak sahib-i ağraza müsaid bir zemin olur. Binaenaleyh bizdeki fırkaların şimdiki hal ile devamı gayet muzırdır. Lâkin bir şirkette veya münevver-ül fikir ve bîtaraf mabeyninde tenkidat-ı siyasetten veya ehl-i ilim mabeyninde nasihat ve irşaddan menfaat olabilir. Şimdi hükûmet-i meşruamız asıl büyük cemiyettir.

Bediüzzaman

Said Nursî

Hakikat Çekirdekleri

[Otuzbeş sene evvel tab'edilen "Hakikat Çekirdekleri" namındaki risaleden vecizelerdir.]

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ


1- Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur'andır.

2- Azametli bahtsız bir kıt'anın, şanlı tali'siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.

3- Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Zira herşey, herşeyle bağlıdır.

4- Haşirde bütün zev-il-ervahın ihyası; mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihya ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tegayyür edemez, acz tahallül edemez, avaik tedahül edemez. Onda meratib olamaz, herşey ona nisbeten birdir.

5- Sivrisineğin gözünü halkeden, Güneş'i dahi O halketmiştir.

6- Pirenin midesini tanzim eden, Manzume-i Şemsiyeyi de O tanzim etmiştir.

7- Kâinatın te'lifinde öyle bir i'caz var ki; bütün esbab-ı tabiiye farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile o i'caza karşı secde ederek

سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ diyeceklerdir.

8- Esbaba tesir-i hakikî verilmemiş, vahdet ve celâl öyle ister. Lâkin mülk cihetinde esbab dest-i kudrete perde olmuştur, izzet ve azamet öyle ister. Tâ nazar-ı zâhirde, dest-i kudret mülk cihetindeki umûr-u hasise ile mübaşir görülmesin.

9- Mahall-i taalluk-u kudret olan herşeydeki melekûtiyet ciheti şeffaftır, nezihtir.

10- Âlem-i şehadet, avalim-ül guyub üstünde tenteneli bir perdedir.

11- Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kâinatın herbir harfinin, bahusus zîhayat herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır.

12- Meşhurdur ki: Hilâl-i îde bakarlardı. Kimse birşey görmedi. İhtiyar bir zât yemin ederek "Hilâli gördüm." dedi. Halbuki gördüğü hilâl değil, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. O kıl nerede? Kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede? Fâil-i teşkil-i enva' nerede?

13- Tabiat, misalî bir matbaadır, tâbi' değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-ı hariciye değil.

14- Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı cazibedarın cezbesiyledir.

15- Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelan-ı nümuvv der: "Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Yumurtada bir meyelan-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım." Biiznillah olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelan-ı incimad ile der: "Fazla yer tutacağım." Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelanlar, iradeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.

16- Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz. Âlem-i şehadetteki insanlara inşikak-ı Kamer, bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olduğu gibi, mi'râc dahi âlem-i melekûttaki melâike ve ruhaniyata karşı bir mu'cize-i kübra-yı Ahmediyedir ki; nübüvvetinin velayeti bu kerâmet-i bâhire ile isbat edilmiştir ve o parlak zât, berk ve Kamer gibi melekûtta şu'le-feşan olmuştur.

17- Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir; ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir.

18- Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir.

Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi herşeye mâlik eder.

19- Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, makul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, vücudu çıkarsa, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu.

20- Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Herbirisi birer keşşaftır.

21- Nasraniyet, ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyet'e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi' olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.

İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: "Hazret-i Îsâ nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir."

22- Cumhur-u avamı, bürhandan ziyade, me'hazdaki kudsiyet imtisale sevkeder.

23- Şeriatın yüzde doksanı -zaruriyat ve müsellemat-ı diniye- birer elmas sütundur. Mesail-i içtihadiye-i hilafiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altunun himayesine verilmez. Kitaplar ve içtihadlar Kur'ana dürbin olmalı, âyine olmalı; gölge ve vekil olmamalı!

24- Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri' edemez.

25- Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vâbestedir. Yoksa davet bid'attır, reddedilir.

26- İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız dalalet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.

27- Birbirinden eşeff ve eltaf, kudretin çok âyineleri vardır; sudan havaya, havadan esîre, esîrden âlem-i misale, âlem-i misalden âlem-i ervaha, hattâ zamana, fikre tenevvü' ediyor. Hava âyinesinde bir kelime milyonlar kelimat olur. Kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü pek acib istinsah ediyor. İn'ikas, ya hüviyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar. Kesifin timsalleri birer meyyit-i müteharriktir. Bir ruh-u nuranînin kendi âyinelerinde olan timsalleri, birer hayy-ı murtabıttır; aynı olmasa da, gayrı da değildir.

28- Şems hareket-i mihveriyesiyle silkinse, meyveleri düşmez; silkinmezse, yemişleri olan seyyarat düşüp dağılacaktır.

29- Nur-u fikir, ziya-yı kalb ile ışıklanıp mezcolmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim nehar-ı ebyazı, muzii (Haşiye) leyle-i süveyda ile mezcolmazsa basarsız olduğu gibi, fikret-i beyzada süveyda-i kalb bulunmazsa, basiretsizdir.

30- İlimde iz'an-ı kalb olmazsa, cehildir. İltizam başka, itikad başkadır.

31- Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir.

32- Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir.

33- Bir şey'in vücudu, bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise, bir cüz'ünün ademiyle olduğundan; zaîf adam, iktidarını göstermek için tahrib tarafdarı oluyor, müsbet yerine menfîce hareket ediyor.

34- Desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizac etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz.

35- Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bağy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.

36- Menfaat üzerine dönen siyaset, canavardır.

37- Aç canavara karşı tahabbüb; merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.

38- Zaman gösterdi ki: Cennet ucuz değil,Cehennem dahi lüzumsuz değil.

39- Dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu' ve mahviyet iken; tahakküm ve tekebbüre sebeb olmuştur. Fukaranın aczi, avamın fakrı sebeb-i merhamet ve ihsan iken; esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.

40- Bir şeyde mehasin ve şeref hasıl oldukça, havassa peşkeş ederler; seyyiat olsa, avama taksim ederler.

41- Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenasi edilse; ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.

42- Bütün ihtilâlât ve fesadın asıl madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menba'ı tek iki kelimedir:

Birinci Kelime: "Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!"

İkinci Kelime: "İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim."

Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki, o da vücub-u zekattır.

İkinci kelimenin devası, hurmet-i ribadır.

Adalet-i Kur'aniye âlem kapısında durup, ribaya "Yasaktır, girmeye hakkın yoktur" der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müdhişini yemeden, dinlemeli!..

43- Devletler, milletler muharebesi; tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.

44- Tarîk-ı gayr-ı meşru ile bir maksadı takib eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür, Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin akibetinin mükâfatı, mahbubun gaddarane adavetidir.

45- Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, measîye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebr ve İtizal, burada barışırlar.

46- Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde ceza'a iltica etmemek gerektir.

47- Hayatın yarası iltiyam bulur. İzzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları pek derindir.

48- Öyle zaman olur ki; bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebeb olur. (Haşiye) Öyle şerait tahtında olur ki;küçük bir hareket, insanı a'lâ-yı illiyyîne çıkarır ve öyle hal olur ki; küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.

49- Bir tane sıdk, bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayalata müreccahtır.

لاَ يَلْزَمُ مِنْ لُزُومِ صِدْقِ كُلِّ قَوْلٍ قَوْلُ كُلِّ صِدْقٍ

Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek, doğru değil.

50- Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

51- İnsanları canlandıran emeldir; öldüren ye'stir.

52- Eskiden beri i'la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile kendini, yek-vücud olan âlem-i İslâm'a fedaya vazifedar ve hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi; âlem-i İslâmın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişafını hârikulâde tacil etti.

53- Hıristiyanlığın malı olmayan mehasin-i medeniyeti ona mal etmek ve İslâmiyetin düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.

54- Paslanmış bîhemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır.

55- Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.

56- Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikata inkılab eder; hurafata kapı açar.

57- İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir.

58- Şöhret, insanın malı olmayanı dahi insana maleder.

59- Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattır.

60- İhya-yı din, ihya-yı millettir. Hayat-ı din, nur-u hayattır.

61- Nev'-i beşere rahmet olan Kur'an; ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir:

1- Nokta-i istinadı, kuvvettir. O ise, şe'ni tecavüzdür.

2- Hedef-i kasdı menfaattır. O ise, şe'ni tezahümdür.

3- Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe'ni, tenazu'dur.

4- Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe'ni müdhiş tesadümdür.

5- Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci' ve arzularını tatmindir. O heva ise, insanın mesh-i manevîsine sebebdir.

Şeriat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) tazammun ettiği ve emrettiği
medeniyet ise: Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır ki; şe'ni, adalet ve tevazündür. Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki; şe'ni, muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de, unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir ki; şe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı, yalnız tedafü'dür. Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki; şe'ni, ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki; şe'ni, insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.

Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört el ile sarıl; yoksa mahvolursun.

62- Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüb eder. Musibet; cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir.

63- Şehid kendini hayy bilir. Feda ettiği hayatı, sekeratı tatmadığından, gayr-ı münkatı' ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor.

64- Adalet-i mahza-i Kur'aniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlık ile, öyle insan olur ki; ihtirasına mani herşey'i, hattâ elinden gelirse dünyayı harab ve nev'-i beşeri mahvetmek ister.

65- Havf ve za'f, te'sirat-ı hariciyeyi teşci' eder.

66- Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.

67- Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır.

68- Deli adama "iyisin, iyisin" denilse iyileşmesi, iyi adama "fenasın, fenasın" denilse fenalaşması nâdir değildir.

69- Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur; düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

70- İnadın işi: Şeytan birisine yardım etse; "Melektir" der, rahmet okur; muhalifinde melek görse, "libasını değiştirmiş şeytandır." der, lanet eder.

71- Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse, dert getirir.

72- اَلْجَمْعِيَّةُ الَّتِى فِيهَا التَّسَانُدُ آلَةٌ خُلِقَتْ لِتَحْرِيكِ السَّكَنَاتِ وَالْجَمَاعَةُ الَّتِى فِيهَا التَّحَاسُدُ آلَةٌ خُلِقَتْ لِتَسْكِينِ الْحَرَكَاتِ

73- Cemaatte vâhid-i sahih olmazsa; cem' ve zamm, kesir darbı gibi küçültür. (Haşiye)

(Haşiye): Hesabda malûmdur ki; darb ve cem', ziyadeleştirir. Dört kerre dört, onaltı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem', bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü' olur; yani, dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa; ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.

74- Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.

75- Îmanî mes'elelerde şübhe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da; medlûle îras-ı zarar edemez. Çünki binler delil var.

76- Sevad-ı azama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı azama dayandığı zaman, lâkayd Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salabetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.

77- Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan; bazan hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine

"Hüve hak" demeli, "Hüvelhak" dememeli. Veyahut "Hüve hasen" demeli, "Hüvelhasen" dememeli.

78- Cennet olmazsa, Cehennem tazib etmez.

79- Zaman ihtiyarlandıkça, Kur'an gençleşiyor; rumuzu tavazzuh ediyor. Nur, nâr göründüğü gibi; bazan şiddet-i belâgat dahi, mübalağa görünür.

80- Hararetteki meratib, bürûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir. Kudret-i Ezeliye zâtiyedir, lâzımedir, zaruriyedir; acz tahallül edemez, meratib olamaz, herşey ona nisbeten müsavidir.

81- Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, denizin sathında ve denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor.

82- Hayat, cilve-i tevhiddendir, müntehası da vahdet kesbediyor.

83- İnsanlarda veli, Cum'ada dakika-i icabe, Ramazanda Leyle-i Kadir, Esmâ-i Hüsnâda İsm-i Azam, ömürde ecel meçhul kaldıkça; sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin sene ömre müreccahtır.

84- Dünyada masiyetin akibeti, ikab-ı uhrevîye delildir.

85- Rızk, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Hayat; muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızk; gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür. Açlıktan ölmek yoktur. Zira bedende şahm ve saire suretinde iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten neş'et eden maraz öldürür; rızıksızlık değil.

86- Âkilü'l-lâhm vahşilerin helâl rızıkları, hayvanatın hadsiz cenazeleridir; hem rûy-i zemini temizliyorlar, hem rızıklarını buluyorlar.

87- Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa. Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız, birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir.

88- Lezaiz çağırdıkça, sanki yedim demeli. Sanki yedimi düstur yapan; "Sanki yedim" namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.

89- Eskiden ekser İslâm aç değildi, tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur.

90- Muvakkat lezzetten ziyade, muvakkat eleme tebessüm etmeli; hoş geldin demeli. Geçmiş lezaiz, ah vah dedirtir. "Ah!" müstetir bir elemin tercümanıdır. Geçmiş âlâm, "Oh!" dedirtir. O "Oh" muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir.

91- Nisyan dahi bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakimi unutturur.

92- Derece-i hararet gibi, her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah'a şükretmeli. Yoksa isti'zam ile üflense, şişer; merak edilse, ikileşir; kalbdeki misali, hayali, hakikata inkılab eder.. o da kalbi döver.

93- Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbür ile tetavül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu' ile tekavvüs edecek ve eğilecek.. tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası; küçüklüktür, yani tevazu'dur. Küçüklüğün mizanı; büyüklüktür, yani tekebbürdür.

94- Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur; kavînin zaîfe karşı tevazu'u, zaîfte tezellül olur. Bir ulülemrin makamındaki ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir. Hanesindeki ciddiyeti, kibirdir; mahviyeti tevazu'dur. Ferd mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir; mütekellim-i maalgayr olsa, hıyanettir, amel-i talihtir. Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.

95- Tertib-i mukaddematta "tefviz" tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.

96- Evamir-i şer'iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evamir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücazatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur. Meselâ: Sabrın mükâfatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalettir, sa'yin sevabı servettir, sebatın mükâfatı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir.

97- Temasül tezadın sebebidir, tenasüb tesanüdün esasıdır, sıgar-ı nefs tekebbürün menba'ıdır, za'f gururun madenidir, acz muhalefetin menşeidir, merak ilmin hocasıdır.

98- Kudret-i Fâtıra ihtiyaç ile, hususan açlık ihtiyacıyla; başta insan bütün hayvanatı gemlendirip, nizama sokmuş. Hem âlemi herc ü mercden halas edip, hem ihtiyacı medeniyete üstad ederek, terakkiyatı temin etmiştir.

99- Sıkıntı, sefahetin muallimidir. Ye's, dalalet-i fikrin; zulmet-i kalb, ruh sıkıntısının menba'ıdır.

100- اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ بِالتَّهَوُّسِ تَرَجَّلَ النِّسَاءِ بِالتَّوَقُّحِ

Bir meclis-i ihvana güzel bir karı girdikçe; riya, rekabet, hased damarı intibah eder. Demek inkişaf-ı nisvandan, medenî beşerde ahlâk-ı seyyie inkişaf eder.

101- Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir.

102- Memnu' heykel; ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim veya bir riya-yı mütecessiddir.

103- İslâmiyetin müsellematını tamamen imtisal ettiği cihetle bihakkın daire-i dâhiline girmiş zâtta; meyl-üt tevsi' meyl-üt tekemmüldür. Lâkaydlık ile haricde sayılan zâtta meyl-üt tevsi', meyl-üt tahribdir. Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır. Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir.

104- Bîçare hakikatlar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.

105- Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır?

Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse, ona benzemeyecek midir? Hayatı varsa, ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferdiye hükmüne geçse; o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah'ın böyle çok hayvanları var.

106- Şeriat ikidir:

Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef'al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır.

İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki; bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. Melâike bir ümmet-i azîmedir ki, sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriye denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler.

107- اِذَا وَازَنْتَ بَيْنَ حَوَاسِّ حُوَيْنَةٍ خُرْدَبِينِيَّةٍ وَحَوَاسِّ اْلاِنْسَانِ تَرَى سِرّ ًا عَجِيبًا اِنَّ اْلاِنْسَانَ كَصُورَةِ يس كُتِبَ فِيهَا سُورَةِ يس

108- Maddiyyunluk mânevî tâundur ki, beşere şu müdhiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlahîye çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü' ettikçe, o taun da tevessü' eder.

109- En bedbaht, en muzdarib, en sıkıntılı; işsiz adamdır. Zira atalet ademin biraderzadesidir; sa'y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.

110- Ribanın kap ve kapıları olan bankaların nef'i; beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâma zarar-ı mutlaktır; mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir.

111- Cum'ada hutbe; zaruriyat ve müsellematı tezkirdir, nazariyatı talim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvî ihtar eder. Hadîs ile âyet müvazene edilse, görünür ki; beşerin en belîği dahi, âyetin belâgatına yetişemez, ona benzemez.

Said Nursî

Hutbe-i Şamiye'nin İkinci Zeyli'nin İkinci Kısmı

Sure-i İhlas'ın Bir Remzi

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ االْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ


قُلْ هُوَ ıtlak ile tayini; tevhid-i şuhuda işarettir. اَىْ: لاَ مَشْهُودَ بِنَظَرِ الْحَقِيقَةِ اِلاَّ هُوَ

اَللّهُ اَحَدٌ Tevhid-i Uuluhiyete tasrihtir. اَىْ: لاَ مَعْبُودَ اِلاَّ هُوَ

اَللّهُ الصَّمَدُ Tevhid-i Rububiyete remizdir.


اَىْ: لاَ خَالِقَ وَلاَ رَبَّ اِلاَّ هُوَ

Ve Tevhid-i Ceberuta telvihtir. اَىْ: لاَ قَيُّومَ وَلاَ غَنِىَّ عَلَى اْلاِطْلاَقِ اِلاَّ هُوَ

لَمْ يَلِدْ
Tevhid-i Celale telmihtir. Şirkin enva'ını reddeder. Yani tegayyür veya tecezzi veya tenasül eden, İlah olamaz. Ukûl-ü aşere veya melâike veya İsâ veya Üzeyr'in velediyetini dava eden şirkleri reddeder.

وَلَمْ يُولَدْ ف İsbat-ı ezeliyet ile tevhiddir. Esbabperest, nücumperest, sanemperest, tabiatperestin şirkini reddeder. Yani hâdis veya bir asıldan münfasıl veya bir maddeden mütevellid olan İlah olamaz.

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Câmi bir tevhiddir. Yani: Zâtında, sıfatında, ef'alinde nazîri, şeriki, şebihi yoktur.

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَ هُوَ السّمِيعُ الْبَصِيرُ

Şu sûre, bütün enva'-ı şirki reddeder. Ve yedi meratib-i tevhidi tazammun eden altı cümlesi mütenaticedir. Herbiri ötekinin hem neticesi, hem bürhanıdır.

Muvahhid-i ekber ve tevhidin bürhan-ı muazzamı olan kâinat, değil yalnız erkân ve azası belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak bu büyük bürhanın sada-yı bülendine iştirak ederek hep birden لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ diye mevlevîvari zikrediyorlar.

Tevhidin bürhan-ı nâtıkı olan Kur'an'ın sinesine kulağını yapıştırırsan işiteceksin ki, kalbinde derinden derine gayet ulvî, nihayet derecede ciddî, gayet samimî, nihayet derecede mûnis ve mukni' ve bürhan ile mücehhez bir sadâ-yı semavî işiteceksin ki: اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ zikrini tekrar ediyor.

Evet şu bürhan-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde sikke-i i'caz, içinde nur-u hidayet, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak; solunda vicdanı istişhad; önünde hayır, hedefinde saadet-i dareyn, nokta-i istinadı vahy-i mahz'dır, Vehmin ne haddi var, girebilsin!

* * *
Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "İrade, Zihin, His, Latife-i Rabbaniye" herbirinin bir gayâtü'l-gayâtı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayâtü'l-gayâta sevkeder.

* * *
Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi, hem de bizzarure eserde ittikan-ı kemal-i san'at muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemalde, mahiyetin kameti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakikî'den bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen ve sait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemal; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.

Cây-ı dikkattir ki: Cüz'î bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i san'atı bir petek hüceyrat şehri; bir nar ve (cilnar) gülnardan intizamca geridir. Demek kâinattaki cazibe-i umumiye hangi kalemden akmışsa, cüz'-i lâyetecezzadaki küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır.

İslâmiyet der: لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ Hem vesait ve esbabı, müessir-i hakikî olarak kabul etmez. Vasıtaya mana-yı harfî nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz öyle ister. Tahrif sebebiyle şimdiki Hıristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bilir, mana-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizlerine mana-yı ismiyle birer menba-ı feyz ve -güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lâmbanın nuru gibi- birer maden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mana-yı harfiyle, yani âyne güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer ma'kes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz. (Haşiye)

Bu sırdandır ki bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, Fenafillah makamını görür. Gayr-ı mütenahî makamatta sülûke başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner. Hakikî Hıristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hıristiyanda, ene levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli, makam sahibi bir adam Hıristiyan olsa mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayd olur.

* * *
Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki şedid ve mütenevvi lezzet, tegayyür-ü âlemin mayesi ve kanun-u tekâmülün nüvesidir. Zindandan bostana çıkmak, daneden sünbüle geçmek ayn-ı lezzettir. Faaliyet istihaleyi tazammun etse, lezzet tezayüd ederek taşar. Vazifedeki külfeti taşıttıran o tattır. Zîşuura nisbeten gayetteki kemal, ne kadar cazibedarsa, "Lâmüdrike"ye nisbeten nefs-i faaliyet öyle de cazibedardır, sa'ye sevkeder. Bu sırdandır ki: Rahat zahmettir, zahmet rahattır.

Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. Zira müretteb basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden harîs muvaffak olamaz. Olsa da tertib-i ca'lîsi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan yeise düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır.

Allah kalbin bâtınını iman ve marifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zâhirini, sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder.

* * *
Hırs cihetiyle siyaset efkârını, İslâmiyet akaidinin yerlerine kadar îsal eden herifler şan ve şeref değil, belki şeyn ve şenaata mazhar oldular. Nefsanî aşklardaki felâketler, haybetler bu sırdandır. O çeşit âşıkların bütün divanları birer feryad-ı mâtemdir.

Gece kalben nevmi merak edersin, bâkiyesini de kaçırıp uyanık kalırsın.

İki dilenci: Biri musırr-ı muhteris, biri müstağni-i muhteriz... İkincisine vermeyi daha ziyade arzu etmekliğin, şu geniş kanunun bir nümunesidir.

* * *
En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikatı rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrip eder, parçalar. O müdhişin en müdhişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse. Zira iman hem tasdik, hem iz'an, hem iltizam, hem teslim, hem manevî imtisaldir. Şu tenkid; imtisali, iltizamı, iz'anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüd ve evhamda, iz'an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. "Bîtarafane muhakeme" dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar.

وَالَّذِى عَلَّمَ الْقُرْآنَ الْمُعْجِزَ اِنَّ نَظَرَ الْبَشِيرِ النَّذِيرِ وَبَصِيرَتَهُ

النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَاَجَلَّ وَاَجْلَى وَاَنْفَذُ مِنْ اَنْ يَلْتَبِسَ اَوْ تَشْتَبِهَ عَلَيْهِ الْحَقِيقَةُ بِالْخَيَالِ وَاِنَّ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنَى وَاَنْزَهُ وَاَرْفَعُ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ اَوْ يُغَالِطَ عَلَى النَّاسِ

Zira hakikat-bîn göz aldanmaz; hakperest kalb aldatmaz.

* * *
Gıybetin derece-i şenaatı:

Kur'an der: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ الَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا

Altı kelime ile, altı derece şiddetle gıybeti takbih ediyor. Yani, hemze ile der:

Aklına bak, böyle şeye cevaz verir mi? Müstakim aklın yoksa kalbine bak! Böyle şeye muhabbet eder mi? Selim kalbin yoksa vicdanına bak, böyle dişinle kendi etini parçalamak gibi hayat-ı içtimaiyeyi bozmaya rıza gösterir mi? Vicdan-ı içtimaiyen olmazsa insaniyetine bak, böyle canavarvari iftirasa iştiha gösterir mi? Manen insaniyetin olmazsa, rikkat-i cinsiye ve karabet-i rahmiyene bak! Böyle kendi belini kıracak harekete meyleder mi? Rikkat-ı cinsiyen olmazsa hiç sağlam tabiatın yok mu ki, ölüyü dişlerinle parçalıyorsun.

Demek akıl, kalb, vicdan, insaniyet, rikkat-i cinsiye, tabiat, şeriat nazarında gıybet merduddur, matruddur.

* * *

اِنَّ اْلاِنْسَانَ الَّذِى لاَ يُدْرِكُ سِرَّ التَّعَاوُنِ لَهُوَ اَجْمَدُ مِنَ الْحَجَرِ اِذْ مِنَ الْحَجَرِ مَا يَتَقَوَّسُ لِمُعَاوَنَةِ اَخِيهِ اِذِ الْحَجَرُ مَعَ حَجَرِيَّتِهِ اِذَا خَرَجَ مِنْ يَدِ الْمُعَقِّدِ الْبَانِى فِى السَّقْفِ الْمُحَدَّبِ يَمِيلُ وَ يَخْضَعُ رَاْسَهُ لِيُمَاسَّ رَاْسَ اَخِيهِ لِيَتَمَاسَكَا عَنِ السُّقُوطِ

Yani; kubbelerde taşlar başbaşa vururlar, tâ düşmesinler.

Cüz'-i lâyetecezza zerresinden insana, insandan şems-i şümusa müteselsil mahrutî silsilenin vasatındaki cevher-i ferîdi, insan-ı mükerremdir.

* * *
İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zaika gibi bir hiss-i saika, hem bir hiss-i şaika vardır. Hem insanda gayr-ı meş'ur hisler çoktur.

* * *

Bazan arzu fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.

* * *

Garibdir ki, bazı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü anber diye yüzüne gözüne bulaştırır.

* * *

Şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hac ve zekat gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün etmezse, cihad şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse, taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin te'siri azalır. Şu günahkâr millette, birdenbire onbinler evliya inkişaf ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir.

* * *
Bizde biri fâsık olsa galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadasını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, idam eder. Hıristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Hanefî Mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder.

İcra-yı adâlet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa yalnız vehim müteessir olur. Yalnız hükûmetin cezasından korkar -eğer tahakkuk etse-. Nâsın itabından çekinir -eğer tebeyyün etse-.

* * *
Bir câni yüzünden, çok masumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir câni sıfat yüzünden, çok evsaf-ı masumeyi muhtevi bir mü'mine adavet edilmez.

Lasiyyema: Sebeb-i muhabbet olan iman ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adavet olan şeyler, çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud'dan daha ağır telakki etmek ne kadar akılsızlıksa; mü'minin mü'mine adaveti, o kadar kalbsizliktir. Mü'minlerde adavet, yalnız acımak manasında olabilir.

Elhasıl: İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istilzam eder.

اَلْكَلاَمُ كَاالْمَالِ لاَ يَجُوزُ فِيهِ اْلاِسْرَافُ

Said Nursî

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا


Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz edip, isteyip, o mübarek dualara âmîn deriz.

Sâniyen: Hem çok defa manevî, hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahrem cevab vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualleri: Ne için eskide hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki, bütün bütün terk ettin?

Elcevab: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan: "Selâmet-i millet için ferdler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey feda edilir." diye; bütün nev'-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun sû'-i istimalinden neş'et ettiğini kat'iyen bildim. Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok sû'-i istimale yol açılmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kanun-u esasînin sû'-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi, on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harab etti. Risale-i Nur bu hakikatı bazı mecmua ve müdafaatında isbat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı Arş-ı Azam'dan gelen Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'daki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:

* مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا *وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى

Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: "Bir adamın cinayetiyle başkalar mes'ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakârlık bir şehadettir ki, o başka mes'eledir." diye hakikî adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilâtını da Risale-i Nur'a havale ediyorum.

İkinci Sual: Sen eskiden şarktaki bedevi aşairde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan "mimsiz" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevab: Medeniyet-i hazıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket

ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları, faidelerine racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf ve sefahet ve sa'y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tenbel eyledi. Semavî Kur'anın kanun-u esasîsi

لَيْسَ ِلْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى{ كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا

ferman-ı esasîsiyle: "Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisad ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir." diye Risale-i Nur bu esası izahına binaen kısa bir-iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevilikte beşer üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O üç-dört hacatını tedarik etmeyen on adedde ancak ikisi idi. Şimdiki garb medeniyet-i zalime-i hazırası sû'-i istimalat ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hacatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hacatı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hacatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'an'ın kanun-u esasîsi olan "vücub-u zekat, hurmet-i riba" vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber etti!

İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-ı beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete sevk ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa'yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor. Meselâ: Risale-i Nur'daki "Nur Anahtarı"nın dediği gibi: "Radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğinden; tenbelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip, sa'yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa'y ve amel ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim gördüm; ondan bir-ikisi zarurî ihtiyacata sarfedilmeye mukabil, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'î misale binler misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisad ve kanaat esasını bozup, israf ve hırs ve tama'ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa'y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zayi' ediyor.

Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû'-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla; intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur'an-ı Hakîm'in dörtyüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üçyüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dörtyüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi rahmet-i İlahiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursî

* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Hazretleri!

Risale-i Nur'u himmet ve dualarınızla, dikkat ve tefekkürle okudukça, bu muazzam eser külliyatının tılsım-ı kâinatın muammasını keşf ve halleden bir keşşaf olduğunu, hâl ve istikbalin bir mürşid-i ekberi ve bir rehber-i azamı olduğunu yine dua ve himmetinizle idrak ediyoruz. Evet Üstadımız Hazretleri! Risale-i Nur'u okuyan her idrak sahibi anlıyor ki, Risale-i Nur gerek bu asrın, gerekse önümüzdeki asrın beşeriyetini fikir karanlıklarından kurtarıp tenvir ve irşad edecektir.

Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve millet için değil, Âlem-i İslâm ve bütün beşeriyetin ihtiyacına cevab verecek bir külliyat olarak te'lif edilmiştir. Bugün, tarihte hiç görülmemiş bir fecaat ve felâket içerisinde çırpınan beşeriyet için halaskâr olarak Risale-i Nur'a sarılmaktan ve ne bahasına olursa olsun, Risale-i Nur'un nuranî ve parlak eczalarını elde edip dikkat ve tefekkürle okumaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Risale-i Nur'u okuyan herkes bu hakikatı idrak etmiş ve etmektedir. Eğer biz muktedir olsak; bu hakikatı, kâinata nâzır bir mahalle çıkıp, bütün kâinata ilân edeceğiz. Fakat mademki buna muvaffak olamıyoruz ve mademki Risale-i Nur'un cihanşümul kıymetini bu derece üstadımızın himmetiyle idrak etmişiz; şu halde o nur ve feyiz hazinesi, irfan ve kemalât menbaı olan Risale-i Nur'u, bir dakikamızı bile boş geçirmeden, mütemadî ve devamlı bir şekilde her gün ve her saat okuyacağız ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışacağız inşâallah. Fakat her an bütün işlerimizde olduğu gibi, bunda da büyük üstadımızın dua ve himmetiyle muvaffak olabileceğiz.

Hem şu hakikat zâhir ve bâhirdir ki: Bir kimse allâme dahi olsa, Risale-i Nur'un ve müellifinin talebesidir; Risale-i Nur'u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse, kendisini aldatan enaniyetine boyun eğip, Risale-i Nur Külliyatını okumazsa büyük bir mahrumiyete düçar olur. Fakat biz idrak ettiğimiz bu muazzam hakikat karşısında beşeriyetin halaskârı ve milyarlarca insanların fevkinde olan bir memur-u Rabbanîye nasıl minnettar ve medyun olduğumuzu tarif edemiyoruz. Yine dua ve himmetinizle idrak etmişiz ki; Kur'an-ı Kerim'in bir mu'cize-i maneviyesi olan hârika Risale-i Nur Külliyatı'nın bir satırından ettiğimiz istifadenin bir miktar-ı mukabilini dahi ödemeye gücümüz yetişmez. Bunun için ancak Cenab-ı Hakk'a şöyle yalvarmağa karar verdik:

"Ya Rab bizi ebedî haps-i münferidden kurtarıp bâki ve sermedî bir âlemin saadetine nâil edecek bir hakaik hazinesinin anahtarını Risale-i Nur gibi nazîrsiz bir eseriyle bahşeden Sevgili ve Müşfik Üstadımızı, zalimlerin ve düşmanların sû'-i kasdlarından muhafaza eyle, Kur'an ve iman hizmetinde daima muvaffak eyle. Ona sıhhat ve âfiyetler, uzun ömürler ihsan eyle" diye dua ediyoruz.

Evet Üstadımız Hazretleri! Risale-i Nur'u dikkat ve tefekkürle okumak nimet-i uzmasına nâil olan biz bir kısım üniversite gençliği, bir hüsn-ü zan veya bir tahmin ile değil, tahkikî ve tedkikî bir surette sarsılmaz ve sarsılmayacak olan ilmelyakîn bir kuvvet-i imaniye ile inanıyoruz ki: Zemin yüzünün bu asra kadar görmediği bir vahşet ve dehşetin sebebi olan dinsizlik ve ilhadı, Bediüzzaman ortadan kaldırmaya inayet-i Hak ile muvaffak olacaktır.

Bizim bu kanaatımız, safdilane veya tahminle değildir; ilmî ve delile müstenid bir tahkik iledir. Bunun için, muârız olan dahi bu hakikatı kalben tasdik edecektir.

Dua ve şefkat buyurun, Kur'an ve iman hizmetinde fedai olalım. Risale-i Nur'u bir dakikamızı bile kaybetmeden okuyalım, yazalım, ihlas-ı tâmme muvaffak olalım.

Üniversite Nur Talebeleri namına

Abdülmuhsin

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Çok Mübarek Üstadımız Hazretleri!

Evvelâ: Geçenlerde alınan Nur eczalarının hepsi dağıldı; Nur'un müştakları sürûr içinde kaldılar. Nur'dan kısmeti olanlar birer birer çıkıp ona koşuyorlar. Nur arayan sineler (Men talebe ve cedde vecede) hakikatınca buluyorlar. Bu sefer Ziya kardeşimizin getirdiği otuzdört aded Sözler kapışıldı. Asâ-yı Musa'lar Ankara'ya ve Anadolu'nun muhtelif yerlerine dağılıyor...

Risale-i Nur'un perde arkasındaki parlaklığını görmeyenler dahi ona tarafdardırlar. Risale-i Nur'un Medresetüzzehra'sı Anadolu çapında ve Âlem-i İslâm ölçüsünde genişleyeceğini; Risale-i Nur'un hakikatının yüksekliğinden ve dikkat ve tefekkürle okuyan mü'minlerin ve ehl-i ilmin arasında vücuda gelen sarsılmaz uhuvvet ve kardeşlikten anlıyoruz. Medresetüzzehra'nın bu muazzam faaliyetleri, zemin yüzünde bahar mevsiminde olan İlahî ve muazzam neşir gibi sessiz, gürültüsüz, şaşaasız, gösterişsiz ve mütevazi ve fakat muazzam bir şekilde cereyan etmektedir. Fıtraten acûl olan insanoğlu âlemde hâkim olan kanun-u İlahîyi düşünmeyerek, her mes'elenin istediği vakitte hallolunmasını istiyor; küçük dairelerdeki vazifelerini atlayıp, büyük dairelere sapıyor.

Tohumları atılmış ve sünbül vaktine gelmiş olan Risale-i Nur'un yetiştirdiği hakikî imanlı zâtlar, inşâallah yakın zamanda Âlem-i İslâm'a birer nümune-i imtisal olup nur-u hidayeti göstereceklerdir.

Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri namına

Abdullah
 
Üst Alt