Hiç, Hiççilik, Hiç Olmak, Hiçin Felsefesi, Tasavvufta Hiç,

muhsin

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
22 Temmuz 2011
Mesajlar
93
Tepkime puanı
3
hiclik.jpg

Hiç, Hiççilik, Hiç Olmak, Hiçin Felsefesi, Tasavvufta Hiç,
İki yıl kadar önce bir dostumun cep telefonunun duvar resminde Arapça imlalı bir Hiç yazısı gördüm. Onu pek beğendim. Dostum benim cep telefonuma ilgili yazıyı aktardı.

Cep telefonumda bu Hiç yazısını görenlerin çoğu, bunun ne anlama geldiğini benden sordular. Ben onları kısaca bilgilendirince onlardan bazıları, Hiç yazısının kendi cep telefonlarının duvar resmini de süslemesini arzu ettiler. Onlarca kişi benden bu şekilde Hiç yazısını aldılar. Kim bilir, onlar da kaç kişiye böyle Hiç yazısını aktardılar

Elbette güzel ve anlamlı şeyler paylaşılmalı. Çoğalmalı, çoğaltılmalı. Bunlara vesile olanlardan Allah (c.c.) razı olsun

Hiç bir sembol ve slogandır. Arkasında büyük ve engin bir düşünce, felsefe, ideoloji yatar. Tasavvufun da köşe taşıdır. Dosdoğru anlaşılırsa insana yüce haller, manevi makamlar bağışlar.

Her şeyde olduğu gibi Hiçin de bir negatif bir de pozitif yönü bulunmaktadır. Olumsuz tarafını felsefe yüklenmiştir. Buna Nihilizm (Hiççilik) denmektedir. Burada Hiç nefsin arzularına hitap etmektedir. Bu felsefi ekole bağlı olanların temel sorunu, nefsi sınırlayan, kısıtlayan, engelleyen her şeyi özellikle ahlaki, dini kuralları yok saymaktır. Ortadan kaldırmaktır. Çöpe atmaktır. Her ne kadar Nihilistler siyasi, sosyal, felsefi alanlarda da tam bir özgürlük, hiçbir tabu tanımama, hiçbir şeye inanmama, bağlanmama gibi iddiaları dile getirseler de temel sorunları din ve ahlak cephesinde görülür.

Bir insan bu Hiççilik felsefesine bağlandığı zaman içgüdülerini adeta ilah edinmiş gibi olur. Çünkü içgüdülere az çok nizam veren din ve ahlak kurallarıdır. Onları ortadan kaldırdığımızda, hiç olarak gördüğümüzde içgüdüler, her türlü denetimden ve nizamdan uzak bir anlayışla adeta hortlarlar. Toplumda büyük suçların, ahlaksızlıkların işlenmesine neden olurlar. Din ve ahlak kuralları, insanların cinsel hayatlarını düzenler, cinsel sapıklığa, sapmaya düşmelerini engeller, içgüdüleri denetim altına alır.

Nefis ve şeytanlar, insanların zinaya, cinsel sapıklıklara ve sapkınlıklara düşmeleri yönünde sürekli olarak vesvese verirler. Kişinin sahip olduğu bazı değerler, özellikle din ve ahlak kuralları onu bunlardan alıkoyabilir. Şayet bir insan Ben felsefi bir görüş olarak Hiççiliği benimsiyorum. diyorsa, o nefse ve şeytanlara bu konularda adeta davetçi çıkarmış gibi olur. Onun nezih, temiz bir hayatı yaşaması artık çok zorlaşır. Çünkü nefis ve şeytanlar nasıl olsa bu kişi din ve ahlak kurallarına bağlı değil, onların varlığına bile karşı diyerek, her vesile ile ilgili kişinin cinsel hayatını alt üst etmek için komplolar kuracaktır.

Tabii Hiççilik felsefesini benimseyip de zinadan ve cinsel sapıklıktan, sapkınlıktan uzak insanların varlığını da inkâr etmemek, bu felsefi ekole bağlı her insana olumsuz bir gözle bakmamak da gerekir. Yüce dinimiz insanlar hakkında suizannı yasaklamış, her insana hüsn-i zanla bakmayı emretmiştir. Elbette dini ve ahlaki kurallara saygılı olup da Hiççiliği siyasi ve felsefi gibi düzlemlerde uygulamak isteyen kişiler de bulunabilir. Böyle olduklarını iddia eden bir ikisine ben rastladım. Onlara pek inanmasam da iddialarına saygı göstermek gerektiğini düşündüm.

Bir insan, karşı cinsten çekici ve hoş birisi ile karşılaştığı zaman ona karşı biraz meyil hissedebilir. Bu normaldir. Çünkü her birimiz nefis sahibiyiz. Kişi, dini ve ahlaki değerlere sahipse, bunu ona göre ölçüp değerlendirir. Estağfirullah! diyerek gözünü, gönlünü o kişiden çeker. Nefsine ve şeytanlara uyarsa bu meyli önce hareket ve ses tonu gibi çeşitli dillerle karşı tarafa sezdirebilir. Biraz cesaret alırsa ona yakınlaşabilir. Açık bazı tekliflerde bulunabilir. Şayet karşı taraf din ve ahlak yönü ile güçlü ise, bundan hemen utanır ve kaçma refleksi ile tepki gösterir. Eğer daha güçlü bir karaktere sahipse kızabilir, çeşitli birimlere, kişilere şikâyetçi olabilir. Böyle birisi, yani dini ve ahlaki yönü güçlü birisi bu tür bir teklifi hoş görürse dinin ve toplumun meşru ilişki ölçülerinin dışına pek çıkmak istemez. Çeşitli şekillerde ilişkiyi meşru zeminde sürdürme yollarını arar, sunar. İşte Nihilist birisi böyle konularda utanmayı ve kaçmayı, din ve ahlak kurallarını, toplumu küçük gördüğü, onlara değer vermediği, onları hayatından dışladığı için farklı düşünmekte ve genellikle nefsinin ve şeytanların istediği doğrultuda hareket etmektedir. Zinaya veya bazı sapkın ilişkilere çok kolaylıkla düşebilmektedir. Toplumun temeli olan aile kurumunu yıkıcı, yozlaştırıcı etkilerde bulunabilmektedir. Tabii her Nihilisti bu kefeye koymamayı yukarıda belirttik.

Kısacası Nihilizmde Hiç olan şey, genellikle dini ve ahlaki kurallardır. Tek var olan şey ise, nefsin arzularıdır. Amaç nefsin arzularını her sahada hâkim kılmak, ilah edinmektir.

Şimdi asıl konumuza dönelim. Hiççiliğin negatif yönünü, felsefeye bakan tarafını bir yana bırakalım. Pozitif cephesine değinelim.

Hiç tasavvufun ideolojisinin sembolü ve sloganıdır. Tek bir kelime ile tasavvufun temeli ve ideolojisi olan vahdet-i vücut düşüncesini taşır, ifade, hatta izah eder. O kadar derin bir kelimedir

Hiç tasavvufta derin anlamlı bir kelimedir. Ama bunun yanında öz ve açık bir anlama da sahiptir. Sadece bu anlamı ile vahdet-i vücut düşüncesini de taşıyabilir: Öz ve açık anlamı ile Hiç, kişinin kendi nefsinin ve varlık âleminin yok olduğunu, asıl var olanın yalnız Allah olduğunu anlatır.

Hiç Allahtan başka gerçek varlık yoktur, demektir. Öncelikle kişinin varlığını, nefsini yadsır. Tek gerçek varlığın Allah (c.c.) olduğunu vurgular. Bu açıdan İslama girişte söylenilen parolayı, yani kelime-i tevhidi tasavvufi anlamı ile tefsir eder.

Nefis makamları kelime-i tevhidi tasavvufi anlamı ile zikretmedikçe aşılamaz. Normal anlamı ile yani Allahtan başka ilah yoktur anlamı ile kelime-i tevhit zikredilirse sevap kazanılır, günahlar dökülür. Ama tasavvufi anlamı ile kelime-i tevhit zikredilirse bunların yanında nefis yağ gibi erimeye ve nefis makamları hızla kat edilmeye başlanır. Allahın (c.c.) rızasına erişilir.

Kelime-i tevhidi tasavvufi anlamı ile zikretmek kolay değildir. Bunun için ölüm murakabeleri (tefekkür-i mevt), vahdaniyet murakabeleri alışkanlık haline gelmiş olmalıdır. Yani bu derslerle nefis iyice hal sahibi olduktan sonra kelime-i tevhidi bu tasavvufi anlamı ile zikretmek mümkün olur.

Eskiden tekke ve dergâhların girişlerinde genellikle bu Hiç yazısı bir tabloda veya levhada gözlere çarpardı. Daha doğrusu insanların adeta gözlerine sokulurdu. Onların görmeleri sağlanırdı. Bununla pek çok faydalar mülahaza edilirdi, amaçlanırdı.

Bir kısım insanlar tekke ve dergâhlara psikolojik rahatsızlıklarından, sinir hastalıklarından şifa bulmak için geliyorlardı. O zamanlar tekke ve dergâhların bu gibi toplumsal hizmetleri de vardı. Hiç onların bu tür dertlerine en büyük şifaydı. Çünkü nefsine Hiç dersini günde en az beş dakika kadar veren bir kişinin bütün psikolojik ve sinir rahatsızlıkları sabunun suda erimesi gibi yavaş yavaş ortadan kalkar. Yok olur.

Her türlü psikolojik ve sinir rahatsızlıkları nefsin komplekslerinden kaynaklanır. Olumsuz yaşantılar ve duygular nefiste kendini savunmak için kompleksler meydana getirir. Kompleksler olumsuz yaşantıların bilinçaltına bastırılması sonucu oluşur. Negatif duygular buralardan kaynaklanır ve insan ilişkilerinin sağlıklı olmasını önlerler. İşte nefse talim edilen günde beş dakikalık bir Hiç dersi onun bütün komplekslerini yavaş yavaş ortadan kaldırır. İnsanı ahlaki açıdan üstün duruma doğru yükseltmeye de başlar.

Hiç olduğunu günde birkaç dakika tefekkür eden bir kişi bir başka insana karşı kibir, küçük görme, haset, nefret, intikam, çekememezlik gibi olumsuz duyguları duyamaz. Duysa da bunlar Hiç tefekkürü ile yavaşa yavaş erirler ve yok olurlar.

Ben Hiç olduğuma göre bu tür olumsuz duygularım benden de hiçtirler. Hiçliğini duyumsayan bir insanda varlık ve benlik kalmaz. Dünyaya karşı şehveti sakinleşir. Başka insanlara karşı olumsuz duygular duyması için bir nedeni de olmaz. Böyle olunca da insanların psikolojik ve sinir rahatsızlıkları da ortadan kalkar.

Üst katımızda oturanlar iki yıldır evlerini tamir ediyorlar. Daha doğrusu ev sahibi kendi çapında bir usta. Gündüz işine gidiyor. Akşamları ve pazar günleri evini tamir etmeye çalışıyor. Bunun için de bize mazeret bildirdi, bizden özür diledi. Tamir sesleri eşimi sinir hastası yaptı. Psikolojisini bozdu. Ben ise önceleri bundan büyük bir rahatsızlık duyarken sonraları bu rahatsızlık duygusunu irdeleyince onda nefsin bazı olumsuz damarlarını keşfettim. İnsan kendisinin bir hiç olduğunu biraz tefekkür edince başkalarına karşı pek öfkelenemiyor. Çok anlayışlı biri haline gelebiliyor. Bambaşka bir insan oluyor. Sabrı yudum yudum tadabiliyor. Bundan da büyük bir keyif alabiliyor. Bunu bu hadisede daha bir yakinen anladım. Hadis-i şerifte belirtildiği üzere sabır imanın yarısıdır. Yüce Allah (c.c.), sabredenlere mükâfatlarını hesapsız vereceğini söylüyor (bk. Zümer suresi, 10). Bu müjdeler bile bizleri bu gibi durumlarda yeterli derecede sabırlı kılabiliyor.

Bir insan başkalarına karşı niçin öfke, kin, haset gibi olumsuz duyguları duyar? Çünkü karşı taraftaki insanları küçük görmektedir. İnsan kendisinden üstün ve büyük kişilere karşı bu olumsuz duyguları duymaz. Bilakis onlara karşı bir hayranlık besler. Oysa bu büyüklük davası insana yakışmaz. Şeytana has bir sıfattır. O, Hz. Âdeme (a.s) karşı böyle büyüklendi. Hem cennetten oldu hem de Allahın lanetine müstahak oldu. Şayet bir insan nefsine her gün birkaç dakika bu Hiç dersini uygulasa bu olumsuz duygulardan tamamen uzaklaşır. Melekler gibi saflaşır. Manevi haller yaşamaya başlar. Nefsi de ileri makamlara doğru yükselir.

Namazda ihsan hali ile huşua daldığımızda, sonra da kendimizi Allah (c.c.) karşısında bir Hiç olarak gördüğümüzde ilgili hal daha da derinleşir. Namaz çok feyizli ve nurlu olur.

Hiç hali kadar şeytanları çaresiz, perişan bırakan başka bir şey bilmiyorum. Hiç hali olmasaydı şeytanların elinden kurtulmak ve onlara karşı zafer elde etmek mümkün olmazdı. Bu sözlerimi kalp gözü ile nurları müşahade etmiş ve tecelli-i nura gark olmuş kişiler anlayabilir.

Mevlananın Mesnevisini değişik zamanlarda baştan sona üç kere okumak nasip oldu. İkinci okuyuştan sonra kendime şu soruyu sordum: Bunca hikâye içerisinde tasavvufi mesaj açısından en etkili dersi hangisi verdi? Aklıma iki hikâye geldi. Bu iki hikâyeyi iyi okuyup anlayana büyük bir ders verilir, diye düşündüm. Hatta bu yolda büyük nasiplere kavuşur. Tasavvufun özünü anlar, kanaati bende oluştu. Sonra, Mesneviyi üçüncü kez baştan sona okumak nasip oldu. Aynı soruyu bir daha kendime sordum. Kendi kendime aynı cevabı yineledim. Aynı sonuca ulaştım. Görüşümde bir değişiklik olmadı.

Evet, bu iki hikâyenin diğer yüzlerce hikâyeden ayrılan yönü, tasavvufun temel konusunu doğrudan işlemeleriydi. Yani bu iki hikâye Hiçi temel konu olarak almışlardı. Çok etkili bir şekilde bu temayı adeta insanın kafasına kazıyorlardı.

Ben bu iki hikâyeyi çok tefekkür ediyorum. Her zaman aklıma gelirler. Özellikle bir manevi güç almak istediğimde şuurum derhal bu iki hikâyeye yönelir, manevi açıdan adeta şarj olurum. Öyle ki, bu benim için adeta Hiçi murakabe etmek gibi bir şey oldu. Onlar bana çok şey öğrettiler.

Burada kısaca bu iki hikâyeyi özetlemek istiyorum:

Birinci hikâye şöyle:
Tacirin birisinin bir papağanı vardı. Onu bir kafeste besliyordu. Tacir bir gün Hindistana gitmeye niyetlendi. Ev halkına veda etti. Onlara Hindistandan sizlere ne getireyim, diye sordu.
Sıra papağandan ayrılmaya gelmişti. Tacir kuşuna da aynı soruyu sordu. Papağan efendisine dedi ki:
-Benim vatanıma gidiyorsun. Orada nice papağanlar vardır. Ancak onlar benim gibi bir kafeste mahpus değillerdir. Kimi yeşillikler içerisinde bahçede, kimi dallardadır. Onlara benden selam söyle. Onlara de ki: Benim papağanım sizlere hasret çekiyor. O bir kafeste esirdir. Sizler ise özgürsünüz. Ona bu sıkıntıdan kurtulması için bir öğüt veriniz.
Tacir Hindistana vardı. Sahralarda pek çok papağan gördü. Onlara selam verip kendi papağanından bahsetti. Ansızın bu papağanlardan birisi titremeye başladı. Kendisinden geçti. Yere serildi.
Tacir papağanı öldü sandı. Verdiği bu haberden dolayı pişman oldu. Üzüldü. Kendi papağanın bununla akraba olduğunu, bunun için kederinden dolayı öldüğünü düşündü.
Tacir ticaretini bitirerek evine döndü. Hediyelerini dağıttı. Papağan kendi hediyesini isteyip oradaki ahvalden sordu.
Tacir papağana üzüntü ve pişmanlığını belirttikten sonra Hindistanda bir papağanın kendi papağanının durumundan haberdar olunca titreyip yere düştüğünü ve öldüğünü söyledi.
Papağan bu hikâyeyi işitince o da tıpkı Hindistandaki papağan gibi titredi, yere düşüp öldü.
Tacir papağanı kafesten alıp dışarı attı. Papağan uçup yüksek bir ağacın dalına kondu.
Tacir bu duruma şaşıp kaldı. Nedenini papağandan sordu. Papağan şöyle dedi: Hindistandaki papağan fiil ve hareketleriyle bana ders verdi, nasihat etti. Hal dili ile bana dedi ki, seni sesin esarete düşürdü. Kendini ölü gibi gösterirsen kurtulacaksın. Sözlerini tamamlayan papağan Hindistanın yolunu tuttu.

Her birimiz papağan misali ten kafesinde esiriz. Nefsimize ve dünyaya bağlıyız. Şayet Hindistandaki papağan gibi birisinden yani bir mürşid-i kâmilden ders alırsak marifete ve hakikate ulaşabiliriz. Bu ten kafesinden kurtulmanın yolu tacirin papağanı gibi ölmeden önce ölmenin, yani Hiç olmanın sırrına ermektir.

İkinci hikaye şöyle:
Arslan, kurt, bir de tilki avlanmak için dağa, ormanlığa gitmişlerdi. Savaşçı bir arslanın peşine takılan elbette eli boş dönmez. Kısa zamanda bir dağ sığırı, bir keçi, bir de semiz bir tavşan avladılar. Avları sürükleye sürükleye dağdan ormana getirdiler.
Kurt ile tilki açgözlü bir tavır takındılar. Hisselerine düşecek etleri düşünmeye başladılar. Ağızları sulanarak daha çok et yemenin hayalini kurdular. Arslan ferasetiyle kurt ve tilkinin kalbinde geçirdiği şeyleri bildi. Yüzlerine gülmesine rağmen içten içe öfkelendi. Huzurunda bu tür bir edepsizliği cezasız bırakamazdı. Onlara bir ders vermek istedi.
Arslan kurdu imtihan etmek için av hayvanlarını aralarında paylaştırmasını istedi. Kurt dedi ki: Padişahım, yaban sığırı senin payın olsun. O da büyük, sen de büyüksün. Orta boyda, irilikte olan keçi de benim olsun. Tavşan da tilkiye uygun bir av.
Arslan kükreyerek söylediklerini bir daha tekrar etmesini emretti. Sonra kurdu yanına çağırdı. Bir pençe darbesiyle canını aldı. Kurdu cansız yere serdi.
Arslan, kendi kendine şöyle dedi: Ey koca kurt, madem hayvanlar padişahının önünde kendini ölü saymadın. Cezanı gör. Biz onlardan intikam aldık (Araf suresi, 136). ayet-i kerimesinin hükmü budur.
Ondan sonra arslan yüzünü tilkiye çevirdi. Haydi, dedi, bunları aramızda sen pay et!
Tilki arslana şöyle dedi: Ey yüce padişah, şu semiz öküz, senin kuşluk yemeğin olsun. Şu keçiden de aziz padişahımızın öğle yemeği için yahni yapılır. Tavşan ise lütuf ve kerem sahibi padişaha akşamleyin bir çerez olur.
Arslan: Ey tilki, dedi, bu hakça paylaşmayı nasıl öğrendin? Tilki: Ey cihan padişahı, dedi, bunları ben kurdun başına gelenlerden öğrendim.
Arslan: Mademki kendini bizim aşkımızda fani eyledin. Avların üçü de senin olsun. Al götür!
Arslan sözlerine şöyle devam etti: Ey tilki, sen tamamıyla biz oldun. Bizim oldun. Artık seni nasıl incitebiliriz? Biz de seniniz. Bütün hayvanlar da senin. Artık yedinci kat göğün üstüne ayak bas, yüksel!
Tilki, arslan bunu bana kurttan sonra teklif etti diye yüzlerce şükürde bulundu.
Akıllı insanlar Firavunların, Ad kavminin başına gelenleri duyunca şu varlıktan da geçer, hırs ve gururu da bırakır. Varlıktan, kendini büyük görmekten vaz geçmezse bu sefer onun halinden, sapkınlığından başkaları ibret alır.

Her insan, aslında kurt gibi düşünür. Akıl mantık bunu gerektirir. Kurt burada aklı ve mantığı temsil eder. Ama bu hikâyede yüce Allahı (c.c.)temsil eden arslan bundan razı değildir. Gerçi kurt akıl ve mantığı şeriata ters değildir. Görünüşte büyük bir adaleti de temsil etmektedir. Fakat ilahi aşk yolunda bu kurt aklı ve mantığı beş para etmez. İlahi aşk yolunda kadere itirazsız teslim olmak, hatta her şeyde hayırda ve şerde yüce Allahtan razı olmak gerekir. Onun için yüce Allahın (c.c.) karşısında Hiç olmak ancak bu ayrıcalığı sağlar. Onun lütuf ve ihsanlarına sonsuz bir güvenle bağlı olmak, bela ve musibetlerine güzelce sabretmek ilahi aşkın bir gereğidir. Yoksa bu yolda bir milimetre bile ilerleme olmaz. Tilki gibi hadiselerden ibret almak da büyük bir makam ve derecedir. Kurt gibi bu ilahi aşk yolunda tamamen nasipsiz olmaktansa tilki gibi taklidi, zoraki bir yol tutmak da bir kardır. Büyük kazanç sağlar.

Yüce Allah (c.c.) nefsimizi tanımayı ve ona hiçbir değer vermemeyi nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
 

muhsin

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
22 Temmuz 2011
Mesajlar
93
Tepkime puanı
3
Hiç, Hiççilik, Hiç Olmak, Hiçin Felsefesi, Tasavvufta Hiç (2)

hiclik.jpg


İlk yazımızda ‘Hiç’ kelimesini ağırlıklı bir şekilde kullanınca daha sonra içimde buna bir itiraz yükseldi. Hâlbuki tasavvuf ve tarikat literatüründe bunun yerine ‘Fena’ terimi kullanılmaktaydı. O yazıda buna hiç değinmemem, bu terimi hiç kullanmamam daha sonra ilgili yazıda büyük bir eksiklik olarak görüldü. Gerçi ‘hiç’ ve ‘fena’ tasavvuf ve tarikat kültüründe birlikte kullanılmaktaydı ama ‘hiç’ genellikle bir aksiyonu, düşünce jimnastiğini, murakabe çeşidini ifade ederken ‘fena’ ve ondan türeyen fenafillâh bir hal ve makama işaret etmekteydi. Hiç aksiyonu, murakabesi insanı fenaya, o da fenafillâha götürür, şeklindeki bir düşüncede kelimeler yerli yerinde kullanılmıştır, diyebiliriz.

Allah dostu olmak kolay değildir. Bir Müslüman ve mümin nefis sahibidir. Genellikle cehennemden korktuğu ve cenneti arzuladığı için haramlara karşı sabır gösterir, onlardan kaçar; ibadetlere de tahammül eder. Bu da onu maksadına Allah’ın izniyle ulaştırır.

Allah dostluğu ise bunların üzerindedir. Nefis genellikle zikir ve rabıta nurları ile terbiye olunur. Bunun için bir Müslüman’ın günlük ibadetlerinin üstüne en az onun iki katı kadar daha nafile ibadetler eklenir. Yani zikir ve rabıta çok zaman alır. Bir de tasavvuf ve tarikat yolunda sünnet-i müekkede olan şeyler farz hükmüne geçtiği için ibadet hayatı hayli vakti işgal etmiş olur. Örneğin teheccüt namazı en başta bu kategoride yer alır. Tehecceüt namazı olmadan tasavvuf ve tarikat yolunda hal ve makam sahibi olmak mümkün değildir. Teheccüt namazı tasavvuf ve tarikat yolunda farz hükmündedir. Ayrıca kişinin işrak, duha, evvabin namzalarına da gücü ve imkânı yettiğince devam etmesi gerekir. Tabii bütün bunlardan önce üzerinde kaza orucu ve kaza namazı varsa bunların gereğini yerine getirmesi de gerekmektedir. İşte tüm bunlardan sonra nefis yavaş yavaş nurlarla terbiye olunmaya başlar. Belli bir dereceye gelindiğinde kişi bu nurları müşahede edebilir. Hatta ötesinde güneş gibi etrafa nur saçtığını da kalp gözüyle görebilir.

Nurlar nefsi terbiye ettiği gibi cinni şeytanları da uzaklaştırır. Yani bu yolda cinni şeytanlarla mücadele de devreye girebilir. Tabii bu durum arizidir. Herkeste olmaz. Bu yoldaki kişilerin binde birinde olur. Zikrinde ve rabıtasında istikrar gösteren sofilere cinni şeytanlar pek yaklaşamazlar. Musallat olamazlar. Allah dostunu şeytanlardan koruyan şey, tecelli-i nurdur. Bu tecelli az veya çok olabilir. Az olduğu zaman cinni şeytanlardan gelen bazı sıkıntılara tahammül etmek gerekir. Çok olduğunda cinni şeytanlara büyük zararlar verilir. Onlar uzaklaştırılır. Bu tecellinin miktarını belirleyen şey, kişinin ibadetlere, özellikle zikre ve rabıtaya gösterdiği özen ve ayırdığı vakittir. Böyle cinni şeytanların musallatına maruz kalan sofi kardeşlerime tavsiyem zikir, rabıta, murakabe ile nur ve feyizlerini artırma yoluna gitmeleridir. Onların elinden kurtulmada başka bir yol yoktur. Bu, büyük bir cihattır.

Nurlarla bezenen ruhtur. Nefis, ruhtan uzak değildir. O da bunda hisse sahibi olur. Ruhun nurlara kavuşmasının nedeni, ibadetlerle, özellikle zikir ve rabıta ile beslenmesidir. Bu sayede ruh ve manevi organları olan letaiflerin emir âlemine yükselmesi gerçekleşir. Letaifler emir âlemindeki yerlerine vardığında sinyal olarak kendine has bir nur rengi ile kendisini belli eder. Bu da gözler kapatıldığında müşahede olunur.

Nefis nurlarla uzun bir süre terbiye olunduktan sonra kişide kötü olan ahlaklar yok olmaya başlar. Kişinin nefsi yavaş yavaş Allah rızası için ibadet etme yoluna koyulur. Yani cehennem korkusu ve cennet arzusu ile ibadetten ziyade Allah (c.c.) muhabbeti devreye girer. Bunun neticesinde Allah’ın güzel isimleri ve sıfatları o kişide tecelli ederek kişi üstün ahlaki vasıflara, faziletlere ulaşır. Bu yüksek hal ve makamlara fenafillâh ve bekabillah denir. Velilik nefsi bu makamlara ulaştırmakla mümkün olur.

İlahi nurları müşahede etmeden, bu nurlarla şeytanları nefsinden uzaklaştırmadan, ruh ve onun manevi organları olan letaifler emir alemindeki ilgili yerlerine ulaşmadan, nefis tecell-i nurla ( tecell-i nur, tıpkı güneş aydınlığında ve yalımlarında oluşan nur hali) yoğrulmadan, nefisteki kötü ahlaklar yok olmadan, tüm bunlardan sonra Allah’ın güzel isim ve sıfatlarından bazıları kişide yüksek ahlak ve faziletler olarak tecelli etmeden ve müşahede olunmadan velilik mümkün olamaz.

Nefis hiçbir zaman yok olmaz. Kişi veli de kutup da olsa onda yine nefis vardır. Fakat bu nefis artık terbiye görmüştür. Nefsin fena hali ile anlatılmak istenen şey, nefsin terbiye görmesidir. Onda bazen günah işleme arzusu uyansa da bu hemen nefis sahibi tarafından fark edilir, engellenir. Ona bu manevi güç verilir. Şayet bir günah işlendiğinde ısrar edilmez, tövbe yoluna gidilir. Veliler günahtan masum değillerdir.

Yüce Allah (c.c) insanı Kendisine kul yapmak üzere yaratmıştır (bk. Zariyat suresi, 56). Nefis tasavvufi terbiye yolu ile bu dünyadan yüz çevirince ibadetlere yönelir. Böylece yaratılış amacına ulaşmış olur.

Fena halinde ne meydana geliyor ki velilik bu makamda başlıyor? Nefis hiç olduğunu algılamaya başladığında beraberinde yüce Allah’tan (c.c.) gelen bir muhabbet baş gösteriyor. Nefis fena hali ile ayna gibi saflaşıyor. Yüce Allah’ın güzel isim ve sıfatlarının tecelli olacağı bir duruluğa, berraklığa ulaşıyor. Bu durum da Allah’ın muhabbeti ve rızasına vesile oluyor.

Yüce Allah (c.c.) fena halini yaşayan kuldan niçin hoşnut olmakta, fena halini yaşayan bir kula karşı niçin bir muhabbet duymaktadır? Fena hali ölüm halini andırır. Bu manevi makam ve hali elde etmek için nefisle büyük mücadele etmek, savaşmak gerekmektedir. Bu da her babayiğidin üstesinden kalkacağı bir şey değildir. Büyük bir fedakârlık ve feragat gerektirmektedir. Allah’ın (c.c.) fena halini yaşayan kişiye karşı muhabbet duymasını şu misalle yakından kavrayabiliriz: Kendilerini çok sevdiğimiz eş ve dostlarımıza şöyle bir baktığımız zaman onları bu kadar çok sevmemizin en başlıca nedenini şu olguda görürüz. Onlar kimi konularda bize baş eğmekte, sözümüzü dinlemekte ve bizlere itaat etmektedirler. Yani nefislerini bazı konularda bizden üstün tutmamaktadırlar. İşte eş ve dostlarımıza olan muhabbetin sırrı buradadır. Yüce Allah da nefsini fena kılan kuldan böyle hoşnut olmakta, ona karşı muhabbet duymaktadır. Çünkü fena halini yaşayan bir kul, yüce Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına gönül rızası ile uyar. Bunlar karşısında en ufak bir benlik hali göstermez. Allah’a tam anlamıyla teslim olur.

Nefsin fena halinde yüce Allah’ın (c.c.) muhabbeti de tecelli ettiği için bu makamdaki kişi Allah dostluğuna nail olmaktadır.

Fena halini somut olarak anlamamız için bir zamanlara yaptığımız günahlara daha sonra tövbe etmeyi kafamızda canlandırmamız yeterlidir. Nefis o zamanlar nasıl o günahlara koşuyordu? Daha sonra Allah’ın hidayeti ile nasıl o günahlardan uzaklaştı? Değişen ne oldu ki, nefis o eski günahları artık işlemiyor? Adeta o nefis fena (yok) oldu da, yerine başka bir nefis geldi. Tövbe ile bir insan eski nefsini öldürüp toprağa gömdüğü gibi yeni bir nefis sahibi de olmaktadır. Allah’ın rüya âleminde de bunu böyle yaratması manidardır. Gerçekten rüyada ölü olarak görülen kişiye genellikle tövbe nimeti Allah’ın izni ile erişir. Yani rüyalarda ölü olarak görülen kişinin tövbe edeceği, Allah’ın rızasına uygun yeni bir hayatı yaşayacağı umulur.

Fena halinin fenafillâha basamak oluşu ise şu şekilde anlaşılabilir: Kişi için artık dünyanın mubah, helal olan şeyleri bile zevk vermez hale gelir. Elbette Allah’ın nimetlerine şükür gerekir. Bunun için de onlardan yararlanılır. Fena halini yaşayanda bu da vardır. Bu işin bir yönüdür. Ama fena halini yaşayan sofide bu nimetlerin olması ile olmaması indinde eşit hale gelir. Kalbi Allah aşkı ile o kadar meşguldür ki, gözüne ibadetlerden başka bir şey görünmez olur. Şeytanlar onu dünya ile kandırmada büyük bir acziyet yaşamaya başlarlar.

Nefsi fena haline erdirmeden Allah dostluğu söz konusu olamaz. Nefis de öyle dünya zevklerini kolaylıkla terk edemez. Haramları değil mubah, helal olanlarını kastediyorum. Bu tıpkı şuna benzer: Bir tüccarsınız. Elinizdeki malı para ile değiştiriyorsunuz. Kar elde ediyorsunuz. Nefis bundan elbette zevk alır. Ama elinizdeki malı kaybederseniz, çaldırırsanız veya az bir paraya, daha doğrusu zararına satarsanız nefsiniz bundan hoşlanmaz. Bunun gibi nefsin Allah aşkı ve rızası için dünyadan yüz çevirmesi de Allah’ın nimetleri ile olmaktadır. Bu nimetleri tüccarın kar olarak kazandığı paralara benzetebiliriz. Bu nimetler olmasa hiçbir insanın Allah yolunda ilerlemesi, dostluk kazanması mümkün olamazdı.

Tasavvuf ve tarikat yolunda tüccarın karını temsil eden paraların yerini tutan şeyler, nur ve feyzdir. Çoğu kişilere bu kelimeler soyut birer anlama gelir. Hâlbuki tasavvuf ve tarikat yolunda nur ve özellikle feyz somut bir anlama sahiptir. Yani bu yoldaki kişiler kalp ve letaif noktalarında feyzi algılarlar. Varlığını hissederler, onunla çeşitli hoş halleri de yaşarlar. Bu kalpte algılanınca çeşitli cezbe ve vecd halleri meydana getirir. Nurları müşahede etmek çok ileri makamlarda, hallerde söz konusudur. Bu, belki elli binde, yüz binde bir sofiye nasip olur. Ama feyz sofi için ilk ayda bile hemen algılanabilir. İşte sofiler kalpte ve letaif noktalarında varlığını somut olarak hissettikleri bu feyizle nefislerini ikna edip dünyadan yavaş yavaş yüz çevirip Allah aşkına ve rızasına yönelirler. Dünya nimetlerinden aldıkları zevkten daha büyük ilahi zevklerle mutmain olurlar. Eğer nur ve feyz bu yolda mükâfat olarak sunulmasaydı hiçbir nefis sahibi bu yola giremezdi. Girmeye de güç ve takat bulamazdı. Çünkü nefis karşılıksız hiçbir şey yapamaz. O şekilde dizayn edilmiştir. Yüce Allah (c.c) bu nimetlerle, yani nur ve feyz ile nefis sahibi kullarını ilahi aşk yolunda yürütmektedir. İnsanların gözlerinde büyüttükleri ibadetleri sofilere ilahi feyz ve nurla kolaylaştırmakta ve bunlardan zevk almalarını sağlamaktadır. İlahi feyz kalbe düşünce cezbe ve vecd halleri meydana gelir, bu da her ibadete çok büyük bir zevk katar. Haz sağlar.

Sofi makamı ilerledikçe nur ve feyz ile meydana gelen zevkten daha çok hisse sahibi olur. Öyle ki tüm letaifleri açıldığında ilahi aşk şarabı ile mest olur. İbadetler sırasında adeta kendinden geçer. İlahi aşk şarabından sarhoş olmak hayali bir şey değildir, yaşanan bir olgudur. Ruhsal bir gerçekliktir.

Kalbinde feyzi algılamayan kişiler, tasavvuf yolunun meşakkatlerine fazla katlanamazlar. Kısa zamanda bu yolu terk ederler. Az da olsa kalp tarafında feyzi algılayan bir sofi ileri halleri ve makamları büyüklerin kitaplarında okuyunca daha bir şevke gelir. Onları yaşamak ister. Kendinde manevi bir güç ve kuvvet bulur.

İnsanın kendi nefsine, eşyaya, dünyaya Hiç/Fena nazarıyla bakması kolay değildir. Bu iş o kadar kolay olsaydı tasavvuf ve tarikat yoluna giren herkes makam ve hal sahibi olurdu. Bir imam bilirim. 25 yıldır tasavvuf ve tarikat yolunda olduğunu söyler. Zikrini de daima çektiğini, rabıtasını da pek ihmal etmediğini belirtir. Ama kalbinde zerre kadar bir hal mevcut olmamıştır. Beri tarafta yüzlerce içki içme, zina gibi kebairden tövbe etmiş insana rastladım. Tasavvuf ve tarikat yoluna girer girmez onlardan çoğu birkaç ayda, hatta birkaç haftada hal sahibi olmuşlar, feyzi kalp bölgesinde hissetmişlerdir. Cezbe ile ortalığı inletmişlerdir. Bu durum beni her zaman şaşkınlığa sevk etmiştir. Bir tarafta günahtan uzak ve ibadetlerinde olan bir imam diğer tarafta günaha batmış kişiler... Nasıl oluyor da tövbe eden birisi ömrünü İslam yolunda harcayan bir kişiyi bir anda geçebiliyor?.. En sonunda şöyle bir düşünce ile bu meseleyi çözdüğüme inanmaktayım: Manevi haller kalp dahil diğer letaiflerin Allah’a doğru yükselmesi ile meydana gelmektedir. Nefis bu dünyaya, eşyalara gereğinden çok bağlandığı zaman bu manevi yükselme istenilen oranda gerçekleşmemektedir. Bir insan namazında niyazında olsa da, tasavvuf ve tarikat yoluna intisap etse de, yani virdi ve zikri olsa da, o kişi nefsini Hiçle/Fena ile terbiye etmediği sürece çok az, belli olmayacak derecede, yani manevi halleri açık bir surette yaşamayacak oranda bir ilerleme kat etmektedir. Beri tarafta bir sarhoş veya büyük günahlara batmış bir kişi tövbe edip bir mürşid-i kâmile bağlı olduğu anda nefsini ve dünyayı bir hiç olarak gördüğü için ruhu, dolayısıyla letaifleri bir anda yükselerek yüce makamlara ulaşmakta, böylece ilgili kişi bazı manevi halleri kısa zamanda yaşayabilmektedir. Nefis hiç/fena halleri ile terbiye edilmediği sürece ruhu ve letaifleri elinde tutmakta, onların yükselme hızlarını çok yavaşlatmaktadır.

Tasavvuf ve tarikat yolu aşkla geçilirse kolay olur. Akıl ve mantık bu yolda pek iş görmez. Bir sarhoş zaten tövbe etmeden önce de genellikle dünyaya pek değer vermez. Nesi var nesi yoksa bu yolda harcar. Dünyayı gözden çıkarır. Tövbe edip hak yola girince onun bu hayat felsefesi ona üstün hal ve makamları kazandırmakta büyük yararlar sağlar. Zira nefsine ve dünyaya hiç/fena nazarıyla bakması onun için büyük bir problem teşkil etmez. Bakıyorsunuz ilahiyatta akademik kariyeri olan bir hoca tarikat münkiri oluyor. Yani tasavvufi halleri yaşayamayınca inkâr yoluna gidiyor, bu yoldaki kişileri tekfir ediyor. Geçmişi büyük günahlarla dolu olup da tövbe edip bir mürşid-i kâmilin eteğine yapışmış bir insan kadar bile olamıyor. Onun tırnağına bile ulaşamıyor. Aklıyla mantığıyla, ilmiyle tasavvufi halleri anlayamıyor. Adeta gözlerine, basiretine bir perde çekiliyor. Evliyaları inkâr edince bu sefer peygamberlerin hallerini ve mucizelerini anlayamıyor. Peygamberin (s.a.s) mucizelerini inkâr ve tevil yoluna sapıyor. Bu konuda da gizli gizli şüpheler başlıyor. İmanına kurt giriyor. Ama tabii işi icabı bunları saklı tutması gerekiyor. Pek dışa vurmuyor. Tasavvuf münkirlerinin peygamberle (s.a.s) ilgili vesveselere tutulmadan, hatta şüphelere düşmeden bu dünyadan göçmeleri pek enderdir, zordur. Allah (c.c.) cümlemizi bu dünyadan imanla ahrete göçmeyi nasip eylesin. Âmin.

Nefsi hiç/fena haline ulaştırmanın en kestirme yolu rabıtadır. Rabıtanın nefse ağır gelmesinin nedeni de budur. Çünkü onda nefis için hiç/fena dersi vardır. Çoğu kişi zikirden zevk alır, virdini pek aksatmaz. Ama rabıtayı ihmal eder. Rabıta sırasında büyük bir hoşnutsuzluk duyar, yaşar. Bunun en temel nedeni rabıtanın nefse hiç/fena dersini eksiksiz ve en etkili bir şekilde vermesidir. Rabıta ile kişi kendi nefsini şeyhinin nefsinde fani kılmaya çalışır. Onun içindir ki fenafillâhın mukaddimesi fenafişşeyhtir. Fenafişşeyh olmadan fenafillâha erişmek mümkün değildir.

Rabıta baştan aşağı nur kesilen şeyhin hallerini kendi üzerine almaktan ibarettir. Ruh ve letaifler kendisi ile iletişime geçen kişilerle bir zaman sonra kontak kurarlar. Şeyh ruhunu ve letaiflerini emir âlemine yükselten ve ulaştıran kişidir. Rabıta vasıtası ile onu düşünen ve hayal eden kişi de ruh ve letaiflerini şeyhinin ruh ve letaiflerinin gölgesine koymuş olur. Böylece rabıta yapan kişi kısa zamanda yüksek haller yaşar ve makamlara ulaşır.

Ruhun ruhla olan iletişimi cep telefonlarının kartlarının istasyonlarla ve uydularla olan bağlantısından aşağı değildir. Ruhu materyalist bir anlayışla tanımlayan kişiler, maalesef rabıtayı anlayamıyorlar, kavrayamıyorlar. Allah’tan ilahi bir nefha olan ruh, dünya kanunlarının dışında pek çok özelliğe sahiptir. Rabıta ile onun sadece bir gizli özelliğinden istifade edilir. Rabıta sırasında ruh ve onun manevi organları olan letaifler, şeyhin ruhuna, letaiflerine vasıl olur ve onlardan yararlanır. Sofi bunları bilmez ve anlamaz. Ama bu yolda ileri makamlara ulaşınca rabıtanın sırları ona açılır.

Rabıtanın en etkilisi telebbüsü rabıtadır. Çünkü onda nefsi sıfırlamak söz konusudur. Bu rabıtayı kısaca ifade etmek gerekirse, kendini şeyhin yerine koymak olarak tarif edebiliriz. Hem sureten hem sireten kendini şeyhle özdeşleştirmektir. Şeyhi bir elbise gibi üstüne giyinmektir. Zaten kelime olarak telebbüsünün anlamı budur. Bu çeşit rabıta her zaman, her iş sırasında yapılabilir. Bundan elde edilen kazanç çok büyüktür. Tek başına bile bu rabıta insanı maksada ulaştırabilir.

Her şeyde olduğu gibi ibadetler sırasında da ibadetlerden en azami şekilde yararlanmak gerekir. Bunun çaresi de ibadetler sırasında nefse hiç/fena halini murakabe etmekle olur. Bir kişi rabıta ve zikir sırasında nefsini hiç/fena kılarsa o rabıta ve zikir maksimum seviyede gerçekleşmiş demektir. Keza namazda bunu gerçekleştirirse hem vesveseden kurtulmuş olur hem de namazı çok feyizli ve nurlu olur.

Yaşanan manevi hal ve makamları başkalarına anlatmak doğru değildir. Kişide kaldıramayacağı bir enaniyet duygusu meydana getirebilir. Nefis ucba düşünce bundan kurtulması çok güç olmaktadır. Bir de nazara uğrayabilir. Zira insanlar birbirlerine çok kolay nazar edebilirler. Nazar, hasetten doğar. Bu farkına varmadan herkeste olabilir. Hatta baba ve anneler farkına varmadan evlatlarına bile yapabilirler. Üstün hal ve makamlar her nefsin gıpta damarını celbederek ona sahip olanları güçlü nazarlara maruz bırakabilir. Bu konularda söz söylenecekse mutlaka mürşidinden izinli olmak gerekir.
Yüce Allah (c.c.) ilmimizi ve nurumuzu artırsın. Âmin.
Muhsin İyi
 

aycam

Katılımcı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
24 Aralık 2013
Mesajlar
13
Tepkime puanı
0
Hiç, Hiççilik deyince Cemalnur Sargutun Tasavuuf hakkındaki bazi anlatımları aklıma geliyor tebesüm ediyorum , paylaşım için teşekkürler
 
Üst Alt