Hadisleri yeniden anlamak

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
ÖZET
Bir hadisin, güvenilir bir râvi kanaliyla nakledilmis olmasi, muteber kabul edilen kaynaklarda yer almasi ve belli bir dönemde ve bölgede kendisiyle amel edilmis olmasi, o rivâyetin dinen baglayici ve her zaman amel edilmeye elverisli olmasini gerektirmez. Hadisler içerisinde bütün sahihlik sartlarini tasisa dahi, zamâna dayanikli olmayan yani tarihsel, bölgesel ve durumsal olanlar oldukça fazladir. O halde günümüzde bir hadisin degerlendirilmesi yapilirken, sadece hadisin ravisinin güvenilirligi ve muteber kabul edilen kaynaklarda yer almasi açisindan degil, Hz. Peygamber’in maksadini, hadislerin vürud sebeplerini, hadislerdeki “mecâz”, “tesbih” ve “kinâye” gibi edebî sanatlari göz önünde bulundurmak, ayni konuda gelen hadislerin tamamini bir arada incelemek ve en önemlisi hadisleri Kur’ân perspektifinden ele almak gibi bir takim yöntemlere basvurma geregi vardir. Bütün bu faaliyetlerin ardindan elde edilen sonucun günümüze uyarlanmasi konusunda da çaba sarfedilmelidir.

ÖZET Mehdi RE-ANLAYIŞI
Hadislerde 'güvenilir bir anlatıcı tarafından rivayet edilen, saygın kaynaklarda yer alan ve farklı yerlerde ve zamanlarda Müslümanlar tarafından uygulanması ve yapılmaktadır biz din bugün onları izlemeniz gerekir anlamına gelmez. Vardır doğruluğu koşullara sahip birçok hadisler, ancak bunlar geçmiş vardır. Böylece, sosyo-tarihsel bağlamlarda hadisleri değerlendirmek ve anlamak gerekir. Dedi ya uygulandığı zaman ek olarak, biz Peygamber'in amacı araştırmak gerekir. Ve biz mecaz, benzetme ve benzeri gibi onları edebî sanatlar dikkat etmelidir.Hadisler ile başa çıkmak için en önemli yolu Kur'an ışığında bunları eleştirmektir. Bu metodolojik çözümler sonra, özellikle gerçeklik ve günümüz ihtiyaçlarına onlara uydurmaya çalışmaktadırlar.

* * *
GIRIS
Bugün içinde yasadigimiz dünya sartlari ile Allah Resûlünün yasadigi dönem arasinda hiç süphesiz çok büyük farklar vardir. Insanlarin beslenmeleri, yiyecek ve içecekleri, giysileri, kullandiklari araç ve gereçleri, kisaca yasamlari, on dört asir öncesi söyle dursun, on dört yil öncesinden bile çok farkli bir konumdadir. Bilgi ve iletisim çagi olarak tanimlanan yirmi birinci yüzyil, hayal edilemeyecek gelismelere sahne olmaktadir. Bilim ve teknigin bas döndürücü ilerleyisi, hayat tarzinda çok büyük degisiklikleri de beraberinde getirmektedir. Küresellesme süreci içerisinde dünya artik neredeyse tek bir köy olma yolundadir. Bütün bu gelismeler, bilim ve teknolojinin etki alanini genisletmekte ve yogunlastirmaktadir.

Ancak hemen belirtelim ki, çagimizin insani, bilim, teknoloji ve saglik alanindaki gelismelere ragmen mutlu degildir. Uzmanlarin ifadesine göre bu çagin hastaliklari arasinda strese dayali hastaliklar, artik ikinci sirayi isgal etmektedir. Hatta gelecekte ilk siraya geçeceginden endise dahi edilmektedir. Bilimsel, teknolojik ve ekonomik gelismelerin sosyo-kültürel hayat ile din ve ahlâk üzerindeki etkileriyle birlikte, dinî ve ahlâkî degerler üzerindeki tartismalarin yogunlasmasi, Hz. Peygamber’in yeniden anlasilmasi ve anlatilmasinin geregine, onun, insanin mutlulugu için getirdigi degerlere ve ortaya koydugu ilkelere olan ihtiyacin çok daha fazla arttigina taniklik etmektedir. Zira asil olan insanin mutlulugu ve insanligin huzurudur. Fakat Müslümanlar bugün kendilerini bekleyen bu önemli görev karsisinda hazirlikli midir? Bu soruya “evet” diyebilmek oldukça zor görünmektedir.
Diger taraftan düne kadar gerek dini literatürde gerekse daha baska alanlarda Müslüman dünyasinda ortaya konan anlayislardan bazilarinin bugün için gözden geçirilmesi ve bu konularda yeni arayislara gidilmesi gerektigini belirtmek durumundayiz. Zira evrensel olan bir dinin, her çag ve her mekanda uygulanabilen, farkli alanlarin problemlerine isik tutabilen ögretilerinin bulunmasi kaçinilmazdir. Sadece eskilerin dediklerini okuyup okutmak, bugünün problemlerine çözüm üretmek için yeterli degildir. Bu olsa olsa tarihte yolculuk yapmak demektir. Ne var ki, hayatin gerçekleri, yalniz tarihi bilgilerle yasanmiyor. Bugünü, düne yolculuk yaparak degil, bugünde yasamak gerekiyor. Içinde bulundugumuz ortamda Müslümanlarin hali göz önüne getirildiginde bu sözlerin önemi çok daha iyi anlasilacaktir.

Müslüman toplumlarin hayatlarinin her safhasina yönelik genel ve evrensel kaideler içeren Kur’ân’in yanisira, hadislerin de önemli bir yer isgal ettigi inkâr edilemez. Dolayisiyla Müslümanlarin yasam tarzini, anlayislarini etkileyen ve sekillendiren hadislerin, anlam ve yorum bakimindan yeniden gözden geçirilmesi, bugün için daha bir önem arz etmektedir. Bu sebeple son dinin elçisini iyi tanimak ve onun sözlerini gâyet iyi anlamak gerekmektedir. Müslüman için Hz. Peygamber’i anlama ihtiyaci, dini dogru anlama ihtiyaciyla yakindan alâkalidir. Dinin dogru anlasilmasi için, Kur’ân’la birlikte Hz. Peygamber’in de iyi ve dogru anlasilmasi zorunludur. Çünkü onun sîreti ve sünneti bir mânada Kur’ân’in tefsiridir. Bir baska deyisle ilahî âlemden dünyevî âleme geçistir.

Peygamberler, hem dünya hem de âhirette insanligin mutluluga ulasmalarini saglamak amaciyla yüce Allah tarafindan görevlendirilmis elçilerdir. Onlarin asil görevleri, Allah’tan aldiklari ilâhî mesajlari insanlara teblig etmek, onlara hakikat yollarini göstermek, önderlik ve örneklik yapmaktir. Son peygamber olan Muhammed (a.s.)’de ayni misyonu icra etmistir. O, kendisine inanan insanlara rehberlik etmis, onlara örnek olacak bir hayat sergilemistir. Hz. Peygamber, insanlar için ideal bir sahsiyettir. Onun söz ve davranislarinda inanan kimseler için güzel bir örnek vardir. Onu tanimak ve örnek alabilmek için Kur’ân’in yanisira süphesiz hadislerin de iyi bilinmesi gerekmektedir. Ancak hadisleri ve Resûlullah’in sünnetini dogru anlamak, dün oldugu gibi bugün de Müslümanlarin önünde önemli bir problem olarak durmaktadir.
Öte yandan Resûlullah’in sünnetinin ne oldugu, sünnetin kapsami ve geçmiste tespit edilen sünnetlerin, günümüze tatbiki de ayri bir sorun olarak karsimiza çikmaktadir. Dolayisiyla üzerinde duracagimiz bu konu genel olarak; “Hadislerin Anlasilmasi” ve “Günümüzde Sünnetin Tatbiki” çerçevesinde iki ana baslik altinda ele alinmaya çalisilacaktir.

okisareti.gif

 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Hadislerin anlasılması sorunu

Hadislerin dogru anlasilip yorumlanmasi sorunu, tarih boyunca Islâm bilginlerini mesgul etmistir. Bu konu ile ilgili hem geçmiste hem de günümüzde yüzlerce hadis serhlerinin yanisira, “Esbâbu vürûdi’l-hadis”, “Gâribü’l-hadis”, “Muhtelifü’l-hadis”, “Müskilü’l-hadis” gibi ilim dallarinda pek çok eser yazilmistir. Ancak bir sözün anlasilmasi için yapilan açiklamanin, belli bir süre sonra bizzat kendisinin de anlasilmadigi ya da yanlis anlasilmalara sebep oldugu görülmektedir. Dolayisiyla hadislerin saglikli bir biçimde degerlendirilebilmesi için, hadislerle birlikte geçmiste yapilan serhlerinin de, degisen sartlar göz önünde bulundurularak belli bir sistem çerçevesinde, yeniden ele alinmasi ve açiklanmasi kaçinilmaz olmaktadir. Sünnetin kaynagi durumunda olan hadisleri – ki, burada delil olmaya elverisli hadisleri kastediyoruz; hüccet olamayacak kadar zayif olan ya da uydurulmus olan (mevzû) hadisler bizim konumuz disindadir - dogru anlamak için, Resûlullah’in maksadini, hadislerin vürûd sebeplerini, hadislerdeki “mecâz”, “tesbih” ve “kinâye” gibi edebî sanatlari göz önünde bulundurmak, ayni konuda gelen hadislerin tamamini bir arada degerlendirmek ve en önemlisi hadisleri Kur’ân perspektifinden ele almak gibi bir takim yöntemlere basvurma geregi vardir.

A. Hadislerde Anlatilmak Istenen Maksadi Kavramak (Makâsid)
Dinî ve ahlâkî hükümler ve hitaplar, bir takim illetler, maslahatlar ve hikmetler sebebiyle vukubulmustur. Bu illetlerin bir kismi apaçiktir ya da açiklanmistir. Bir kismi kapalidir; ancak düsünme ve arastirma neticesinde bilinebilecek durumdadir. Diger bir kismi ise, ilim ve fennin ilerlemesi neticesinde asama asama ileriki nesiller tarafindan bilinecek, ama simdiki nesil tarafindan tam olarak kavranamayacak derecede gizli ve örtülüdür. Bu maksat ve hikmetler olmasa, dini hitap ve hükümler, amaçsiz ve gelisigüzel serdedilmis nasslar konumuna düsecektir. Ancak dinî hükümlerle muhatap olan kisinin görevi her zaman ta’lîl degil, taabbüddür. Yani sebebini arastirmak degil, kulluk geregi itaat etmektir; zira bazi seyleri, hikmetini anlamadan da yerine getirmek icap eder.

Sirf ibadet maksadiyla yapilan taabbudî konularin çogu kere akilla degerlendirilmesine imkân ve lüzum olmadigindan, bu konulari içeren hadislerin aklî kriterlerle incelenmesi bir zorunluluk olusturmaz. Sözgelimi Hz. Peygamber’in, teheccüd namazini neden gecenin belirli bir saatinde ve belli rekatlar halinde kildigini anlatan rivâyetlerin akil süzgecinden geçirilmesi gerekmez. Bu durum tipki askerin, komutaninin emrini yerine getirmesi gibidir. Ancak bu gibi durumlarda bile maksadi anlamak önemsiz degildir. Kural içeren sözlerde kural koyucunun (Sâriin) maksadini iyi anlamak süphesiz mühimdir. Öyle ki, “Makâsidu’s-Seria”, söz konusu kurallarinin her zemin ve zamanda uyarlanabilir olmasini mümkün kilacak en temel ilkelerden biridir, demek dahi yanlis olmaz.

Hikmete dayanan bir bilgide ise, mutlaka sebep sonuç iliskisi mevcuttur. Bir sözün veya metnin maksadini, ya da hikmetini anlamak için, öncelikle “neden”, “niçin” ve “nasil” sorularinin o söze veya metne sorulmasi gerekmektedir. Ardindan bu sorularin cevabini bulabilmek için, ilim ve akil devreye sokulmali, sorunun cevabi isabetli olarak kavranmaya çalisilmalidir. Diger taraftan Islâm’in kural koyarken gözetmis oldugu maslahatlari, önem ve derece bakimindan genel olarak üçe ayirmak mümkündür:
1) Zarûriyyât: Bunlar korunmasi zorunlu olan maslahatlardir ve bes baslik altinda toplanir:
Dinin korunmasi
Canin korunmasi
Aklin korunmasi
Neslin korunmasi
Malin korunmasi

2) Hâciyyât: Bunlar, güçlügün kaldirilmasi ve bir kisim fert ve kamu yararlarinin saglanmasi gibi ihtiyaçlarla ilgili maslahatlardir.

3) Tahsiniyyât: Bunlar da, güzel ahlâkli olmak, yardimseverlik, müsrif ve cimri olmamak gibi iyi meziyetlerle ilgili maslahatlardir. Bunlara “kemâliyyât” adi da verilir.
Öte yandan zaruri ve faydali seyler, sadece dinin emrettiklerinden ibaret olmadigi gibi, zararli seyler de dinin haram ve yasak kildiklarindan ibaret degildir. Bazi seylerin fayda ve zararini tayin edip, faydali olanlarinin yapilmasini, zararli olanlarinin terkedilmesini din, insanlarin aklina birakmistir. Burada da nasslarin maksadini kavramanin önemi bir daha ortaya çikmaktadir. Nitekim “Allah kime hayir murad ederse, onu dinde fakîh/anlayisli kilar” hadisi de anlama ve kavramanin Allah’in bir nimeti oldugunu vurgulamaktadir.

Nebevî sünnetin en güzel ve dogru bir sekilde anlasilmasi için yapilmasi gerekenlerden birisi de hadislerin, üzerine bina edildikleri özel sebeplere ve belirli bir illete (gerekçe) bagli olup olmadiginin arastirilmasidir. Bu ise bazan hadiste açikça ifade edilirken, bazan da hadisteki ifadeden çikartilir; ya da hadiste anlatilan olayin akisindan anlasilir. Hadisleri inceleyen bir arastirmaci, onlardan kiminin, muteber bir maslahati gerçeklestirmek veya zararli seyleri gidermek, ya da o zaman mevcut olan bir probleme çözüm bulmak için, belirli bir zamanin sartlarinin gözetildigini ve onlar üzerine bina edildigini görür.
Bu baglamda klasik fikih usûlü ilminde bir lafzin/metnin mânaya delaleti açisindan dört ayri delalet üzerinde durulmustur:
Ibaretü’n-nass
Isaretü’n-nass
Delâletü’n-nass
Iktizâü’n-nass

Bu tasnif, Sâfiî (ö. 204/819) sonrasi dönemden bize intikal eden ilk eserlerden biri olma özelligini tasiyan Sâsî (ö. 344/955)’nin usûlünde böyle oldugu gibi, sonraki usûl eserlerinde de aynen muhafaza edilmistir. Bu arada, nass denilen metni olusturan en ufak ögenin dahi mânaya etkisi üzerinde durulmus, harflerin ve edatlarin anlamlari belirlenmistir. Lafizlarin mânaya delaleti bakimindan; lügavî, örfî ve ser’î oluslari birbirinden ayrilmistir. Yine lafizlarin mânaya delaleti yönüyle “mutabakat”, “tazammun” ve “iltizam” seklinde tasniflerde gelistirilmistir. Ayrica lafizlar, emir, nehiy ve haber olmak üzere bir ayirima tabi tutulmuslardir. Hatta metin tahlilinde asla gözardi edilmemesi gereken ve haddizatinda metnin gerçek anlamini, ya da baska bir deyimle, kendi gerçekligine uygun olan anlami belirlemede son derece önemli olan unsurlar da ele alinmis ve nitekim bu unsurlar, delâletü mahalli’l-kelâm, delâletü’l-örf, delâletün fî nefsi’l-kelâm, delâletü siyâki’l-kelam seklinde kavramlastirilmistir.
Diger taraftan dilin içtimaî ve toplumsal bir olgu oldugu, onun vehbî degil, kesbî olusu dikkate alindigi taktirde toplumun, kültürün ve cografyanin da ondaki payi hesaba katilmak zorundadir. Bu nedenle rivâyet metinlerinde görünmeyen ögelerin basinda fizikî ortam, psikolojik ortam ve sosyolojik ortam bulunmaktadir. Metni dogru anlayabilmek ve maksadini kavrayabilmek için bu etkenlerin de göz önünde bulundurulmasi gerekmektedir.

Vesileler asirdan asra, çevreden çevreye degisir ve hatta degismesi gerekir. Dolayisiyla hadis, onlardan herhangi bir nesneyi tayin etmisse, bu, onunla bizi baglamak, onun karsisinda bizi dondurmak için degil; ancak o zaman ve mekanda olan vâkianin beyani içindir. Hatta Kur’ân-i Kerîm kendisi, belli bir zaman ve mekâna uygun bir vesileyi/araci tayin etmis olsa, zaman ve mekânin degismesiyle, diger bir ifadeyle sartlarin degismesiyle, o vesilelerin/araçlarin da degismesi gâyet dogal karsilanacaktir. Nitekim Kur’ân-i Kerim’de “Onlara karsi gücünüzün yettigince kuvvet hazirlayin. Ordugahlarda atlar besleyin. Böylece hem Allah’in düsmanini hem de kendi düsmaninizi ve bunlarin disinda Allah’in bilip de, sizin bilemediklerinizi korkutursunuz” buyrulmaktadir.
Simdi bu âyetten hareketle bugün hiç kimse, müminlere at beslemenin emredildigini anlamamaktadir; zira anlamak da mümkün degildir. Aksine Islâm’i bilen ve akli olan her insan, bundan maksadin bugünkü silahlar oldugunu, yarin için ise daha baska silah ve araçlar olacagini düsünmek durumundadir. Söz konusu âyetle ilgili olarak böyle düsünmek gerektigi gibi, “Hayir atlarin alinlarindadir” hadisini de ayni sekilde anlamalidir. Sözü edilen hadiste, o gün için at beslemenin önemi anlatilmak istenmektedir. Yine bazi hayvanlari beslemeyi veya bir takim meslekleri tesvik eden hadisleri de bu baglamda ele almak gerekmektedir.

Hadis ve sünneti anlama bakimindan hadis tarihi boyunca sahabe nesli de dahil, genel olarak iki temel görüs bulunmaktadir. Sahabe arasinda sekle ve zahire göre hareket eden anlayisin yanisira, mâna ve maksada göre anlamaya çalisan bir grubu da görmekteyiz. Bu ikinci gruba dahil olanlar, sahabenin ileri gelenlerinden ve çogunlugu teskil edenlerden olusmaktadir. Her iki anlayisin tezahürü olarak, daha sonra “ehl-i hadis” ve “ehli rey” ekollerinin ortaya çiktigini söylemek mümkündür.

Ne var ki, sahabe arasinda ve daha sonraki dönemlerde Peygamber sevgisine dayali lafzî ve seklî sünnet anlayisinin, zamanla Kur’ân ve sünnetin özünden uzaklastiracak boyutlara kadar uzandigi görülmektedir. Öyle ki, maksadi degil de sekli ve lafzi esas alanlar, Hz. Peygamberin giydigi elbisenin rengine, yedigi yemegin türü ve miktarina, yattigi yatagin cinsine, hatta tirnaklarini keserken takip ettigi siraya kadar onu taklit etmeyi sünnet saymaktadirlar. Bu ise, bir anlamda Hz. Peygamber’i model olarak kabul edip, örnek almak yerine, onu aynen taklit etmek düsüncesinden kaynaklanmaktadir. Öyle ki, bu tutum, bazan ruhun sekle feda edilmesi sonucunu da dogurmaktadir.
Diger yandan sahabeden bazilari, özellikle Hz. Peygamber’e (a.s) yakin olup, bunun yanisira ilmî ve idarî yönü bulunanlar, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerini, kaynagi, sebebi, maksadi, söylendigi ortam ve sartlari, sürekliligi ve baglayiciligi yönüyle degerlendirmislerdir. Sözkonusu bu sahâbîler, rivâyetin yaninda dirâyete de önem vermisler, Hz. Peygamber (a.s.)’in söz ve davranislarini anlamaya gayret göstermislerdir. Kendi dönemlerinin sartlari içerisinde, toplumun ihtiyaçlari dogrultusunda önemli tahlil ve tenkitlerde bulunmuslardir. Onlarin içtihadlari, sadece hüküm çikarmak için degil, bununla birlikte degistirme ve yenilestirmeye yönelik idarî ve siyasî uygulamalar seklinde gerçeklestirilmistir. Bu anlayisi benimseyenlerin genelde Hz. Peygamber’e en yakin yöneticiler ve ilim ehli olmasi dikkat çekicidir. Çogu idarî görevlerde bulunan bu sahâbîlerin, toplumun ihtiyacini karsilamak ve ortaya çikan problemlere çözüm bulmak zorunda kalmalari, onlari ister istemez sünnetin maksadini anlamaya sevketmistir. Bu kimselerin bu düsünce ve uygulamalarinda, Resûlullah’in (a.s.) yönetici niteligini iyi anlamalari ve kendilerinin de yönetici olmalari etkili olmustur, denebilir.

Hadis ve siyer kaynaklari incelendiginde bu iki görüsün tezahürlerini görmek mümkündür. Meselâ, Hendek (Ahzâb) savasinin (5/627) ardindan Resûlullah, “Hiç kimse Kurayza yurduna varmadan ikindi namazini kilmasin” diye ilan etmisti. Hedefe varmadan ikindi namazinin vakti daralinca, sefere istirak eden ashab, iki kisma ayrilmis; bir kismi “bu sözden maksat, oraya biran önce yetismemizdir; yoksa ikindi namazinin vakti içinde kilinmamasi degildir” diyerek, sözün mâna ve maksadini esas almis ve ikindi namazini vakti içinde kilmislar, digerleri ise sözün zahirini esas alarak namaz kilmamislardi. Olaydan haberdar olan Resûlullah (a.s.), her iki tarafa da bir sey dememistir.
Sahabe arasindaki bu iki farkli anlayis ve onlarin bu yaklasimlarina dayali olarak yaptiklari uygulamalar, daha sonra mezhep imamlarinin ve diger âlimlerin görüslerinin sekillenmesinde de tam anlamiyla etkili olmustur. Nitekim bazi fakîhler, Resûlullah’in hadisinin lafzina bagli kalarak, bugday, arpa, hurma ve tuzun birbiriyle daima ölçülerek satilacagini, aralarindaki esitligin tarti ile degil, ölçek ile tespit edilecegini, çünkü hadiste böyle geçtigini, altin ve gümüsün de aralarinda daima tarti ile muamele yapilmasini ileri sürmektedirler. Halbuki Ebû Yusuf (182/798), teâmül haline gelmisse altinlar arasinda esitligin ölçek ile, bugday gibi zahireler arasinda da tarti ile tespit edilebilecegini söylemistir. Buna yapilabilecek itirazi Ibn Âbidin söyle cevaplandirmaktadir:
“Imam Ebû Yusuf, nassa muhalefet etmis degildir. Mezkur hadisin vürûdu zamaninda tarti ve ölçüde âdet böyle oldugu için hüküm de ona uygun olmustu. Meselâ, sonradan tarti ile satisi âdet haline gelen seyler o zaman öyle satilsaydi, hüküm de ona göre olacakti... Iste imam böyle düsünmüs ve zikredilen ictihadda bulunmustur. Bugün altin ve gümüs para birbirleriyle tarti ve ölçü ile degil, sayilarak mübadele ediliyor, Allah Ebû Yusuf’u bizim namimiza mükafatlandirsin! Bize büyük bir ribâ kapisini kapamis oldu.”
Bu olay, her ne kadar “sartlarin degismesi ile ahkamin degismesine” bir örnek olarak gösterilmis ise de, ayni zamanda, Ebû Yusuf’un hadislerin maksadini ön plana almis olmasina da güzel bir örnek teskil etmektedir.

Islâm hukukçularinin çogunluguna göre, taabbudî konular hariç, hükümlerin talili mümkün olup, genel anlamda onlarin tâbi oldugu illetler (gerekçeler) akil yoluyla kavranabilir. Kaldi ki, Hz. Peygamber (a.s.)’den vârid olan bazi hadislerde illetlerin belirtildigi de görülmektedir. Nitekim “Çölden gelen yoksul bedevîler sebebiyle size kurban etlerini üç günden fazla saklamanizi yasaklamistim. Artik bundan böyle yiyebilir, saklayabilir ve tasadduk edebilirsiniz” hadisinde de görüldügü gibi, kurban etinin üç günden fazla saklamanin yasak olusunun hikmeti, yoksullarin da etlerden nasiplenmeleridir.
Bir diger örnek de bir kadinin yalniz basina yolculuk yapmasi hakkindaki hadistir. Ilgili hadiste söyle denilmektedir: “Bir kadin ancak beraberinde mahremi oldugu halde yolculuk yapabilir.” Çagimiz âlimlerindenYusuf el-Kardâvî, bu yasagin illetini söyle açiklamaktadir: Bu yasagin arkasindaki illet; yolculugun deve, katir ve merkep üzerinde yapilip, genellikle de yerlesim merkezleri ve yasayanlarin pek bulunmadigi sahra ve çöllerin asildigi bir zamanda kocasiz ve mahremsiz yolculugundan dolayi kadin hakkindaki korkudur. Böylesi bir yolculukta kadinin kendisine bir kötülük yapilmasa dahi en azindan hakkinda kötü seyler süyu bulabilirdi. Fakat asrimizda durum degismis, artik motorlu toplu tasima araçlari çikmistir. Dolayisiyla yolculugun en az yüz veya daha fazla yolcunun bindigi bir uçak, yahut yüzlerce yolcu tasiyan bir trende yapilmasi halinde, yalniz basina yolculuk yapan kadin hakkinda korkmaya gerek yoktur. Bu hususta seran kadin hakkinda bir günah olmadigi gibi, bu durum, hadise muhalefet de sayilmaz. Bilakis bunu, Buhârî’nin Sahihindeki Adiyy b. Hâtim’in merfû olarak rivâyet ettigi su hadis desteklemektedir.
Adiyy diyor ki: Ben, Peygamber’in (a.s.) yaninda iken bir adam girdi ve ona fakirlikten yakindi. Sonra bir baskasi geldi eskiyadan sikâyet etti. Resûlullah bana: Adiyy! Hîre’yi gördün mü? Dedi. “Görmedim ama duydum”, dedim. Bunun üzerine “Eger ömrün olursa göreceksin ki, kadin Hîre’den yola çikacak ve gelip Kâbe’yi tavaf edecek de Allah’tan baska kimseden korkusu olmayacak” buyurdu. Görüldügü gibi Hz. Peygamber, ileride bir kadinin yaninda mahremi olmadigi halde korkmadan hacca gelebileceginden bahsetmektedir. Dolayisiyla önceki hadislerde kadinin mahremi olmadan yolculuk yapmasini sakincali kilan husus, emniyetin olmayisidir. Emniyet saglandiginda bu yasak söz konusu olmamalidir. Bu konuda sartlara göre fetva verilmelidir.

Yine “Ey gençler toplulugu! Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik gözü haramdan, iffeti de zinadan korur. Kimin evlenmeye gücü yetmezse oruç tutsun, çünkü oruç sehveti kirar” hadisinde de, evlenmenin hikmetlerinden birinin haramdan korunmak, oruç tutmanin maksatlarindan birinin de sehveti kirmak oldugu bizzat Hz. Peygamber tarafindan beyan edilmistir. Oruçtan söz edilmisken bu arada Ramazan hilâlini gözetmekle ilgili hadisleri incelemek istiyoruz.

Örnek: Hilali Gözetlemekle Ilgili Hadisler
“(Ramazan) hilalini gördügünüzde oruç tutunuz, (Sevvâl) hilalini gördügünüzde ise iftar ediniz (bayram yapiniz). Sâyet hilali göremezseniz Saban ayini otuza tamamlayiniz.”
Allah Resûlü Ramazan orucundan bahsetti ve söyle buyurdu: “Hilali görmeden oruca baslamayiniz; ve (Sevval) hilalini görmeden bayram yapmayiniz. Sâyet hava kapali olur da göremezseniz Ramazan Ayini otuz güne tamamlayiniz.”
“Biz ümmî bir ümmetiz. Yazi yazmayiz. Hesap yapmayiz. (Dolayisiyla) Ay su kadar ya da su kadardir (Hz. Peygamber, parmaklariyla bir defa yirmi dokuzu, diger bir defa da otuzu isaret ettiler).”

Bu hadislerin serhlerine bakildiginda, oruca ya da bayrama baslanmasi için az da olsa hesapla olabilecegini savunanlarin yanisira, çogunlukla hilalin gözle görülmesi gerektigi, hesaba itibar edilemeyecegi belirtilmektedir. Yaklasik on dört asirdir Müslümanlarin Ramazan orucuna baslayip bitirmeleri hep bu surette olmus ve bugün de hâlâ bir çok ülkede bu yolla olmaktadir. Astronomi hesaplarinin fazla gelismedigi dönemlerde hilali görebilmek için Müslümanlarin, “bakacak” adi verilen mevkilere çikarak hilali gözetlemeleri izah edilebilir. Ancak uzay yolculuklarinin basladigi, çesitli uluslar tarafindan gökteki ayin parsellendigi, artik en ince astronomik hesaplarin kolayca yapilabildigi günümüzde ise, bu durum traji-komik bir imaj çizmektedir. Üstelik bugün artik Ay ve Günesin hatta yildizlarin gelecekte olacak hareketleri, ay ve günes tutulmalari tespit edilebildigi gibi, geçmise dönük hareketleri de çok rahat hesap edilebilmekte ve bu hesaplamalarda saniyeler bile sasmamaktadir. Bütün bunlara ragmen bugün Müslümanlarin, Ramazan orucuna baslarken veya Hac ibadetinin günlerini tayin ederken, baska bir ifadeyle kamerî takvimi olustururken, hâlâ hesabi ve kitabi bir tarafa birakarak çiplak gözle hilal gözetlemeleri, tamamen söz konusu hadisleri yanlis anlamalarindan kaynaklanmaktadir.
Oysa çok dikkatlice incelendiginde görülecegi gibi, ne âyetlerde ne de hadislerde, hilali hesapla tespit etmek yasaklanmamakta, aksine hesaba dikkat çekilmektedir. Ancak Resûlullah (a.s.) döneminde çok iyi hesap yapamayan yazi yazamayan insanlara kolaylik olmasi bakimindan daha basit bir uygulamaya gidilmis, o gün için gözle görmeye bir deger verilmistir. Esasen Kur’ân-i Kerim’in Ay ve Günes ile ilgili betimlemelerinde sürekli hesap gündeme gelmektedir. Asagidaki âyetlerde bu durum net olarak görülmektedir.

“Günes ve Ay bir hesap üzeredir.” “Günes, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). Iste bu aziz ve alîm olan Allah’in takdiridir”, “Ay için de birtakim yörüngeler tayin ettik. Nihâyet o, eski hurma dali gibi (hilal) olur da geri döner”, “Ne Günes aya yetisebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzer.”

Diger taraftan Kur’ân-i Kerim’de Ramazan orucuyla ilgili âyette, “Sizden kim Ramazan ayina erisirse oruç tutsun” denilmekte, Ramazan hilalini gördügünüz zaman oruç tutun denilmemektedir. Zira Arapça’da on iki aydan biri kastedildiginde kullanilan “es-sehr” kelimesi ile gökteki ay kastedildiginde kullanilan “kamer” ya da “hilâl” kelimeleri farklidir. Nitekim bazi tefsirlerde bu sekilde mâna verilmistir. Ne var ki, sözünü ettigimiz anlayisin etkisiyle yapilmis tefsirler, “Fe men sehide minkümü’s-sehre fe’l-yesumhu” âyetinde geçen “es-sehr” kelimesine ilave yaparak “hilales-sehr” yani “ramazan hilalini görürse” seklinde tefsir etmislerdir.

Halbuki ramazan ayini idrak etmek, bugün oldugu gibi hilali gözetlemeden de pekâlâ mümkün olabilmektedir. Dolayisiyla yukaridaki hadislerde kolaylik ilkesinden hareket edilmistir. Yazi yazmasini, hesap yapmasini pek bilmeyen bir topluma, herhalde aylari hesapla belirleyin denilemezdi. Bugün ise artik tam tersi bir durum söz konusudur. Bugün aylari ve günleri hesapla tespit etmek, çiplak gözle tespit etmekten çok daha kolaydir. Kaldi ki, namaz vakitleri, orucun baslangiç ve bitis saatleri hesapla tespit edilirken, Müslümanlarin kendi aralarinda Ramazan ayinin girip girmedigini hâlâ tartisma konusu yapmalarinin bir açiklamasini yapabilmek oldukça güç görünmektedir.

okisareti.gif
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Hadislerin Vürûd Sebeplerinin Bilinmesi

B. Hadislerin Vürûd Sebeplerinin Bilinmesi
Bir sözün veya eylemin hangi ortamda, hangi sebeple ve hangi olgudan hareketle söylendigini veya yapildigini tespit etmek anlaminda “baglam”, anlamanin en belirleyici unsurudur. Tarihî bir metni anlamak için, yedi ayri baglam türünden söz etmek mümkündür:
Dilsel baglam
Tarihsel baglam
Toplumsal baglam
Konusal baglam
Siniflandirici baglam
Islevsel baglam
Varolussal baglam

Hadislerin de saglikli bir sekilde anlasilabilmesi için, nassin serdedildigi sartlarla, onlari açiklamak üzere gelen ilgili hususlarin da bilinmesi gerekir. Ta ki, hadisten ne kastedildigi dikkatli bir sekilde belirlensin ve zanna dayanarak akla gelen her sey söylenmesin, ondan kastedilmeyen yüzeysel bir mânanin ardina düsülmesin.

Kur’ân’i anlamaya çalisan veya onu tefsir eden kimse için nüzûl sebeplerini bilmek nasil önemli ise, hadislerin anlasilmasi için hadislerin vürûd sebeplerini bilmek de son derece gereklidir. Zira Kur’ân genel ve evrensel kaideler içerirken, hadisler, çogu zaman bölgesel, muhataba göre degisen hususî ve detay meseleler içerebilmektedir.

Hz. Peygamber’in söylemlerini ve eylemlerini degerlendirirken, tarih içinde onlarin tarihsel ve toplumsal baglamlarini, zaman ve mekân boyutunu, yerellik ve evrenselligini, özel (hass) ve genel (âmm) oldugunu tespit etmek gerekmektedir. Hz. Peygamber, henüz hayatta iken, söyledikleri ve yaptiklari hususunda sebeplerin ve toplumsal sartlarin ne kadar etkili oldugunu bizzat göstermistir. Âlimlerin, nâsih-mensûh kategorisi içinde degerlendirdikleri hadislerin büyük bir kismi bunun canli göstergesidir.

Diger taraftan sahabe neslinin kendi aralarinda, hadislerin anlasilmasi ile ilgili tartismalarina baktigimiz zaman, büyük bir kisminin, esbâb-i vürûdun, anlami belirleyici etkisi görülmektedir. Hz. Âise’nin (ö.58/677), Ebû Hüreyre (ö.58/677) ve diger bazi sahabîlere itirazlari, onlarin hadisleri tarihsel ve toplumsal baglamlarindan kopararak yanlis anlamalari sebebiyledir. Dolayisiyla vürûdü’l-hadisi de göz önüne alarak hadislerin yeniden tasnifi düsünülmelidir. Böylece hadislerin anlasilmasi daha kolay olacaktir.

Örnegin, “Insanlar, Allah’tan baska ilah olmadigina, benim onun elçisi olduguma sahadet edinceye kadar onlarla savasmakla emrolundum. Sayet böyle söylerlerse kanlarini ve mallarini korumus olurlar. Ancak Allah’in hakki müstesna, onlar Allah’a aittir” hadisini ele alalim.

Sözkonusu hadis, ilk anda her ne surette olursa olsun, insanlarin tamami Müslüman oluncaya dek onlarla savasmak gerektigi gibi bir anlam çagristirmaktadir. Oysa vürud sebebine bakildiginda hadisin böyle bir anlama gelmedigi, aksine savas esnasinda sahadet getiren insanlarin, Müslüman olduklari kabul edilerek öldürülemeyeceklerini tembih etmektedir. Söyle ki: Hayber kalesi kusatildiginda Allah Resulü: “Yarin sancagi öyle birine verecegim ki, Allah ve Resulü onu sever, onun eliyle fetih müyesser olacaktir” buyurdu. Bunun üzerine ashab arasindan pek çok kisi bu müjdeye nail olabilmek için heyecanla sabahi beklediler. Sabah olunca Resûlullah (a.s.), “Ali nerede?” diye sordu. Hz. Ali gözleri rahatsiz oldugu halde geldi. Allah Resûlü, Ali’nin (r.a.) gözlerine tükrügünden sürdü ve ona dua etti. Tamamen iyilesen Ali (r.a.), Yâ Resûlallah! Bizim gibi Müslüman oluncaya dek onlarla savasacagim dedi. Bunun üzerine Resûlullah (a.s.) söyle buyurdu:
“Ya Ali yavas ol! Tâki sükûnetle Hayberlilerin sahasina iner, sonra onlari Islâm’a davet eder ve üzerlerine vâcip olan Islâm esaslarini haber verirsin. Ya Ali! Tek bir kisinin senin irsadinla Müslüman olmasi, senin kizil develere sahip olmandan daha hayirlidir.”

Görüldügü gibi bu bilgiler isiginda sözkonusu olayla ilgili geçen ilk rivayet daha kolay ve daha dogru anlasilmaktadir. Aksi halde bir hadisin vürud sebebi bilinmedigi zaman, o hadise baska mânalar yükleyerek yanlis yorumlama tehlikesi ortaya çikmaktadir. Nitekim sözü edilen hadis, baglamindan koparilarak düsünüldügünde farkli yorumlanmis; sevgi ve baris dini olan Islâmiyet, kiliç dini olarak algilanmistir. Süphesiz Islâm dininde yeri gelince savasmak da emrolunmaktadir. Ancak buna genellikle can ve mal emniyeti ve nefsi müdafaa için müsaade edilmistir. Kaldi ki, Allah Resûlü hiç bir kabile ya da devlete sebepsiz yere sirf saldiri amaçli savas açmamistir; zira o savas degil, rahmet peygamberidir. Dolayisiyla hadislerin saglikli bir sekilde anlasilabilmesi için hangi sartlarda ne maksatla söylendigini arastirmak önemlidir. Bu sayede, böyle yanlis anlamalara da meydan verilmemis olacaktir.

okisareti.gif
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Arapcadaki edebi sanatları bilmek

C. Arapça’daki Edebî Sanatlari Bilmek
Lafizlar, konuldugu mânada kullanilip kullanilmamasi açisindan “hakikat”, “mecâz”, “sarih” ve “kinâye” olarak dört kisma ayrilmaktadir:
Hakikat: Konuldugu mânada kullanilan lafiz demektir. Onda takdim ve tehir dahi yoktur. Bazan lügavî, bazan ser’î, bazan ise örfî olur. Örfî olan da umûmi ve husûsî kisimlarina ayrilir. Lügavî hakikat, dilde hangi mâna için vaz edilmis ise o mânada kullanilan lafizdir. Ser’î hakîkat, Sâri’in kastettigi mânada kullanilan lafizdir. Örfî hakikat ise, örfte kendisiyle hangi mâna kastediliyorsa o mânada kullanilan lafiz demektir.

Mecâz: Hakikî anlaminin kastedilmedigini gösteren bir “alâka” ve “karîne”den ötürü konuldugu mânadan baska bir mânada kullanildigina hükmedilen lafizdir. Alâka, hakikî mâna ile mecazî mâna arasindaki münasebettir. Karîne ise, hakikî manânin anlasilmasina engel olan seydir. Mecâz olabilmesi için lafzin hakîki manasini engelleyen bir karînenin olmasi sarttir. Hakikî mânaya göre anlama imkâni bulundugu sürece mecâzî mânaya göre yorum yapilamaz. Kelâmda aslolan mânayi hakîkidir (Mecelle, madde: 12).

Hakikî mânaya göre anlamayi engelleyen bir alâka ve karîne varsa, o zaman bu yönde yorum yapmak ve lafiza mecâzî mânanin hükmünü baglamak gerekir. Meselâ, Kuran-i Kerîm’de Isrâ Sûresi’nin 24. âyetinde kisinin ebeveynine iyi davranmasi ögütlenirken, “Onlara rahmet kanatlarini ger...” denilmektedir. Burada bir kisinin hakîkî mânâda kanat germesi düsünülemeyeceginden, zorunlu olarak mecâz oldugunu kabul etmek gerekir.

Sarîh: Ister hakîkat ister mecâz anlaminda, çok kullanilmasindan ötürü kendisi ile kastedilen mâna açikça anlasilan lafizdir. Ne kastedildigini ayrica arastirmaya gerek kalmaz.

Kinâye: Kendisi ile kastedilen mâna hemen zihne gelivermeyen ve kapali kalan lafizdir. Kinâyede lafzin lügavî mânasi anlasilabilirse de, mütekellimin maksadi gizlidir hemen anlasilamaz. Niyet veya halin delaletinin bilinmesiyle anlasilabilir. Diger bir deyisle, bir gereklilikten dolayi lafzin açik anlami terk edilerek baska bir anlama hamledilmesidir. Ancak kinayede mânanin hakikate de ve mecâza da yönlendirilmesi mümkündür.
Öte yandan Hz. Peygamber, sözün önem ve tesirini, harikalar meydana getirebilecegini “Süphesiz anlatimda bir sihir vardir” demek suretiyle yine veciz bir cümlesiyle vurgulamaktadir. Onun vasiflarindan biri de “cevâmiu’l-kelim” olusudur. O, az sözle çok mânalar ifade edecek tarzda konusurdu. Bunun yanisira onun, muhataplarini herhangi bir ibadete veya aksiyona tesvik etmek amaciyla ya da bir isin önemini vurgulamak için, sözlerini çesitli örneklerle ve tesbihlerle takviye ettigi bilinmektedir.
Hiç süphesiz sözü en güzel söyleyenlerden ve anlatimi en güzel olanlardan biri Allah Resulüdür. Onun sözleri kisa olmasina ragmen son derece vurucu ifadeler tasimaktadir. Gâyet veciz oldugu kadar, vicdanlarda tesirli ve hafizalarda kalicidir. O sözlerini kimi zaman bir tesbihle süslemis, kimi zaman istiare yapmis, kimi yerde sözü açik söylemis, kimi yerde de kinâyeli ya da nükteli konusmustur. Onun sözlerini, hareketlerini anlayabilmek, degerlendirmek ve yorumlayabilmek için bu özelligini göz önünde bulundurmak gerekmektedir.

Resûlullah’in sözlerini süphesiz yine en güzel edebiyatçilar takdir edecektir. Bu baglamda onun sözlerini vasfeden Câhiz (ö.255/868) söyle demektedir: “Onun sözlerinin sayisi az, anlamlari çok, sanat açisindan üstün, zahmetten uzaktir. O, açilmasi gereken yerde genis, kisa tutulmasi gereken yerde ise veciz bir üslup kullanmistir. Yabanci, garip kelimeleri terk etmis, çarsiya, pazara ait âmiyâne ifadelerden de yüz çevirmistir. O, ancak bir hikmet mirasindan konusmustur. O, Allah’in kendisine verdigi ismet sifatiyla süslenmis, ilahî destekle güçlenmis, ilâhi muvaffakiyetle kolaylastirilmis bir üslupla konusmaktaydi. Bu, Allah’in sevgisiyle besledigi, kabul ile bürüdügü bir sözdür. O, sertlik ile tatliligi ve güzelce anlatma ile söz sayisinin azligini bir arada toplamistir. Onu ne bir delil çürütebilmis, ne karsisina bir hasim çikabilmis ve ne de bir hatip onu susturabilmistir. Bilakis o, uzun hutbelerini, kisa sözleriyle akici hale getiriyordu. Hasmini ancak onun bildikleriyle susturmaya çalisiyor, ancak dogrularla delil getiriyor, zaferi ancak hak ile talep ediyordu. Aldatmaya basvurmaz, hile yolunu kullanmaz, arkadan konusmaz, ayiplamaz, ne gecikir, ne de acele eder, ne uzatir ve ne de kisa tutardi. Sonra insanlar, Nebi (a.s.)’in sözünden daha yararli, daha dogru, daha ölçülü, daha güzel, daha cömert, daha iyi, daha kolay, anlami daha çok, içerigi daha belirgin baska bir söz asla isitmemistir.

Hz. Peygamberin bütün hadislerini tek tek bu yöntemle incelemek elbette mümkün degildir. Kaldi ki, onun her sözünde tesbih, kinâye vs. gibi sanatlarin oldugunu da iddia etmek, basta onun teblig vazifesini anlamamak olur. Süphesiz onun pek çok sözü, gâyet açik ve net bir sekilde zâhirî mânasiyla kavranabilecek sekildedir. Ancak insanlara akillari miktarinca konusan ve bu prensibi de daima öneren, üstelik zamanin edip ve sairlerini dize getiren Kur’ân’i, tebligle görevli bir elçinin tek düze bir üslupla konustugunu varsaymak ise elbette mümkün degildir. Kendisi de diger peygamberlerden alti seyle üstün kilindigini belirttigi hadisinde bunlardan birinin cevâmiu’l-kelim oldugunu haber vermektedir ki, bunun anlami meramini az lafizla çok mâna ifade eder bir tarzda ortaya koymaktir. Bu konuda su hadisleri örnek olarak vermek mümkündür:
“Ameller ancak niyetlere göredir...”
إنما الأعمال با لنيات .
b) “Helal bellidir. Haram da bellidir...”
الحلال بين والحرام بين .
c) “Kisinin mâlâyâniyi terk etmesi Müslümanliginin güzelligindendir.”
من حسن إسلام المرء تركه مالا يعنيه .
d) “Sizden biri kendisi için sevdigini kardesi için de sevmedikçe kâmil mânada iman etmis olmaz.”
لا يؤمن أحدكم حتى يحب لأخيه ما يحب لنفسه .
e) “Islâmiyet’te birine zarar vermek olmadigi gibi, zarara karsilik zarar vermek de yoktur.”
لا ضرر ولا ضرا ر في الإسلام .
f) “Her nerede olursan ol, Allah’tan sakin; bir kötülük isledikten sonra iyilik isle ki onu silsin ve insanlara güzel ahlâkla muamele et.”
إتق الله حيثما كنت وأتبع السيئة الحسنة تمحها و خالق الناس بخلق حسن .
g) “Sana süpheli geleni birak, süpheli gelmeyene bak.”
دع ما يريبك إلى ما لا يريبك .
h) “Utanmazsan diledigini yap.”
إذا لم تستح فاصنع ما شئت .
i) “Kisi sevdigi ile beraberdir.”
ألمرء مع من أحب .
j) “Hayir atlarin alinlarindadir.”
الخيل معقود في نواصيها الخير .


Bu örnekleri çogaltmak mümkündür. Ancak bu kadari konunun anlasilmasi bakimindan yeterlidir. Hemen belirtelim ki, edebiyatin zirvede oldugu bir dönemde, Hz. Peygamber’in bu üslûbunun daha bir önem kazandigini vurgulamak yerinde olacaktir. Zira onun bu tür sözleri erbabini hayrette birakiyor, dikkatleri üzerinde yogunlastiriyor ve düsünmeye sevk ediyordu. Yine bu üslûbun, kulaklara hos gelen, okundugunda veya duyuldugunda zihinlerde yer eden, nihâyet insani hemen ögrenme ve hafizaya alma konusunda gayrete sevkeden bir özelligi de vardir.
Bunlarla birlikte asagidaki örneklerde de görülecegi gibi, Hz. Peygamber, bir seyin güzel, iyi ve degerli oldugunu bazen “cennet” veya “cennetlik”, ya da “melek” kavramlari ile anlatmis; bir seyin kötü, zararli ve degersiz oldugunu da “cehennem”, “cehennemlik” veya “seytan” kavramlariyla iliskilendirerek ifade etmistir. Dolayisiyla Hz. Peygamberin hadislerini anlayabilmek için onun söz söyledigi zamani, ortami, muhataplarini ve amacini iyi bilmek ve hadisleri bu argümanlar yardimiyla anlamaya ve yorumlamaya çalismak kaçinilmaz olmaktadir.

Ancak ne var ki, Allah Resulünün bu yönünü kavrayamayan kimselerin onun sözlerindeki incelikleri ve esprileri çogu zaman anlamadigi da görülmektedir. Hadisleri izah ederken yapilan bu çesit yorumlar, dogrusu bugün insani hayrete düsürecek boyutlardadir. Ancak yine de bütün bu olumsuz yanlarina ragmen, bu tür izahlarin, o günün anlayisini, kültür ve bilgi birikimini de yansittigi bir gerçektir. Bu tür izahlari suçlayarak bir tarafa atmak yerine, o günün anlayisinin bir yansimasi olarak degerlendirmek daha dogru olmalidir. Ne var ki, günümüzde bu izahlara sartlanmadan ve de onlarla yetinmeyerek, yeni olaylar ve yeni gelismelerin isiginda yeni açiklamalar getirme zorunlulugu bulunmaktadir.

Özellikle Resûlullah’in çok sik kullandigi “cennet”, “cennetlik”, “cehennem”, “cehennemlik”, “seytan” ve “melek” gibi kavramlar, kimi zaman tesbih olarak algilandigi halde kimi zaman da hiç alakasi olmayacak bir biçimde zâhirî anlami öne çikarilmis, böylece hadiste anlatilmak istenen mâna tersyüz edilmistir. Öte yandan Allah Resûlünün hayati örnek alinmak istenirken, konuyla alâkali hususlarda sekil ve sekilcilik baskin çikmis, onun göstermek istedigi hedeften uzaklasilmistir. Asagida zikredilen örneklerde de bu durum çok açik bir sekilde görülmektedir.

i. “Cennet” ve “Cehennem” kavramlari
Allah Resûlü (a.s.)’nün birtakim nesneleri “cennettendir” ya da “cehennemdendir” sözleriyle nitelendirdigi bilinmektedir.
Mesela;
a. “Hacer-i esved tasi cennettendir. O, kardan daha beyaz idi, müsriklerin günahlari onu karartti.”
b. “Acve hurmasi cennettendir.”
“Dört nehir cennettendir. Bunlar, Nil, Firat, Seyhân ve Ceyhân nehirleridir.”
“...Cebrâil (a.s.), Hz. Peygamber’e söyle dedi: Iste burasi Sidretü’l- Müntehâ’dir. Burada ikisi bâtin, ikisi de zâhir dört nehir vardir. Hz. Peygamber:
Bunlar nelerdir Ey Cebrâil dedi.
Cebrâil: Bâtin olan ikisi cennettedir. Diger ikisi de Nil ve Firat nehirleridir” dedi.
“Evim ile minberim arasi cennet bahçesidir. Minberim havzimin üstündedir”
“Cennetin anahtari la ilahe illallah sözüdür.”
“Elbisenin topuklarin altina uzanan kismi cehennemdedir.”

Yukarida zikredilenlerden son hadis hariç birtakim nesnelerin cennetten oldugu haber verilmektedir. Bu hadislerde Resûlullah’in anlatmak istedigi esas mâna nedir? Hacer-i esved tasi, Acve hurmasi cennetten mi gelmistir? Sayilan bu nehirlerin kaynagi cennet midir? Onun mescidinin bir bölümü cennetin içinde midir? Bütün bunlar üzerinde durulmasi gereken hususlardir. Burada anlatilmak istenen mânalar arastirilmadan yüzeysel bir bakisla sayilan nesnelerin cennetten geldigi ya da cennetle irtibatli oldugu, ne yazik ki zaman zaman iddia edilmis, hatta karsi yorumlara hak dahi verilmemistir. Öyle ki, bu anlayisin tezahürlerini bazi önemli hadis eserlerinde bile görmek mümkündür. Nitekim Ibn Kuteybe (ö.376/986), Hacer-i esved’in kiyamet günü sefaatçi olacagini, onun cennetten gelmis olabilecegini savunmaktadir.

Tevrat’ta da yaklasik ayni sekilde yer alan söz konusu nehirlerin cennetten olusuyla ilgili dördüncü rivâyetin açiklamasinda, Ibn Hacer (ö.852/1448), bir önceki rivâyeti de delil getirerek sunlari söylemektedir: “Hülâsa, bu iki nehrin kaynagi cennettir. Bunlar önce kaynagindan çikar, sonra yeryüzünde çikacagi yere kadar akarak gelir, daha sonra da görünen kaynagindan ortaya çikar”. Üstelik Ibn Hacer, bu hadiste anlatilmak istenen mânanin, bu nehirlerin sularinin tatli ve bereketli olmasindan ötürü bir tesbih oldugunu ileri sürenlerin görüsünün zayif oldugunu, kendisinin de katildigi ilk yorumun dogru oldugunu iddia etmektedir.

Halbuki ayni mahiyette söylenmis olan örnegin, “Cennet analarin ayagi altindadir” ve “Cennet kiliçlarin gölgesi altindadir” hadislerinde Allah Resulünün maksadi ve anlatmak istegi esas mâna çok net bir sekilde açiga çikmaktadir. Söz konusu hadislerde mecâz oldugu âsikardir. Bu hadislere bakarak elbette hiçbir kimse çikip da cennet analarin ayagi altindaymis, annemin ayaginin altina bakayim da cenneti göreyim, ya da kilicin gölgesini arastirayim da cenneti bulayim diyecek kadar basit düsünemez. Aksine anneye iyilik etmenin ve ona bakmanin ve yine din, vatan, namus ugruna savasmanin da cenneti kazandiracak birer davranis oldugunu düsünecektir. Halbuki, ne oluyor da ayni mahiyette söylenmis diger sözler degerlendirilirken, hadislerde anlatilmak istenen mânalar gözardi edilerek sadece basit bir anlayis sergilenebiliyor! Hakikaten bu durumu izah etmek, söz konusu hadisleri anlamaktan daha çetin bir is olarak karsimiza çikmaktadir.

Ibn Hazm (ö.456/1063), nasslarin illet ve baglamlarina bakmaksizin onlari zâhirine göre degerlendiren “Zâhirîler”den bir âlim olmasina ragmen, yukaridaki hadiste zikredilen söz konusu nehirlerin ve Resûlullah’in evi ile minberi arasinin cennetten oldugunu sananlari tenkit etmektedir.
Ibn Hazm bu konuda söyle söylemektedir:
“Bu iki hadis, bazi cahillerin zannettikleri gibi Ravza/Resûlullah’in evi ile minberi arasinin cennetten bir parça oldugu ve bu nehirlerin de cennetten dogup, indikleri anlamina gelmez. Bu görüs batil ve yalandir.” Ibn Hazm, burasinin cennetten bir bahçe olusunun anlaminin, oranin faziletinden ve orada kilinan namazin cennete gitmeye vesile oldugundan bahseder.
Bu nehirlerin cennetten çikmasina gelince, onlarin bereketinden dolayi cennete izafe edilmistir. Nitekim iyi bir gün hakkinda, “Bu cennet günlerinden bir gün” denilir. Yine koyun hakkinda, “O, cennet hayvanlarindandir” denilmistir ki, buralarda da faydasi ve bereketi anlatilmak istenmistir. Ibn Hazm, bu haberler hakkindaki görüslerini söyle noktalar: “Gerek Kur’ân, gerekse hissin zaruri olarak ortaya koydugu yargi, bunlarin zâhirleri üzere olmadiklaridir.”

Görüldügü gibi, zahiriligi ve nasslara donukluk derecesinde harfi harfine bagliligiyla bilinen Ibn Hazm dahi, bu konumuna ragmen, bu nasslarin zâhirlerine hamledilmesini hazmedememis ve caiz görmemistir. Zira o da Arapça’nin, içerisinde hakikat ve mecâz olan bir dil oldugunu bilmektedir. Onun dedigi gibi bunu ancak cahiller hakikat zannederler. Yine bazi hadislerde de birtakim hususlarin cehennemlik oldugundan söz edilmektedir ki, asagida zikredilen örnek konunun anlasilmasi bakimindan yeterlidir.
“Elbisenin topuklarin altina uzanan kismi cehennemdedir” hadisine gelince, kumasin az bulundugu ve kiymetli oldugu bir zamanda kibir maksadiyla uzun elbise giymenin çirkin bir davranis oldugu anlatilmaktadir. Böyle davrananlarin yaptiklarina karsilik olarak cehennemde cezaya çarptirilabileceklerini ifade etmek için, kisinin bedeninden kinâye olarak elbisesi kastedilmistir. Ayrica bugün uzun elbise giymek bir övünç vesilesi olmaktan çikmistir. Belki de bugün bunun tam tersini söylemek daha uygun olabilir.

ii. “Seytan” Kavrami
...Bir çubukla da olsa yemek kabinizin üzerini örtün; Allah’in adini anin; zira Seytan kapali kaplari açamaz.”
“Sizden biri esnedigi zaman eliyle agzini kapatsin; zira agzina seytan girer.”
“Sol elinizle yemeyiniz ve sol elinizle içmeyiniz; zira seytan sol eliyle yer ve sol eliyle içer.”
“Namaz kilarken saflarinizi sık ve düzgün tutunuz. Allah’a yemin olsun ki, Seytanin saflar arasina kara koyun gibi girdigini görüyorum.”
“Tek basina yolculuk yapmak seytandandir.”
“Günes seytanin iki boynuzu arasinda dogar, binaenaleyh Günes dogarken namaz kilmayin.”
Süphesiz Seytan Ademoglunun içinde kanin dolastigi gibi dolasir.”

Belki de biz bugün su sözlerimizle ilk üç rivâyeti bir anlamda ifade etmis oluyoruz:
Yiyecek ve içecekleri açikta birakmayiniz; zira açikta kalan yiyeceklere mikrop bulasir.
Esnerken agzinizi kapayin; zira hava ile birlikte mikroplar da vücuda girer.
Kirli ellerle yemek yemeyin; zira mikrop bulasir.

Dördüncü rivâyette anlatilan insanlarin arasina seytan girmesi, onlarin arasinda nefret duygularinin olusmasi, sevgi ve muhabbetin kalkmasi, birlik ve beraberligin bozulmasi seklinde anlamaya daha uygundur.

Tek basina yolculuk yapmanin seytandan olusunu anlatan rivâyette ise, yalniz basina yolculuk yapmanin mahzurlari anlatilmaktadir. Kaldi ki, ulasim araçlarinin, haberlesmenin, yiyecek ve giyecek imkanlarinin, konaklamanin çok sinirli oldugu eski devirlerde tek basina yolculuk yapmak hemen hemen imkansiz gibidir. Bu hadisin mânasi herhalde mahrumiyet bölgelerinde çok daha iyi anlasilir.

Hadiste anlatilan Günesin seytanin iki boynuzu arasindan dogmasina gelince, ilgili rivayetin ikinci kismina bakildiginda mânasi daha iyi anlasilmaktadir. O vakitte namaz kilinmasi yasaklanmaktadir. Zira o saatte günese tapanlar ibadet yaptiklarindan onlara benzemekten kaçinilmistir.
Hz. Peygamber’in bazi hayvanlari seytan seklinde nitelendirmesi de mecâz olarak kabul edilmistir. Zira bunlarin hakikî mânada kullanilmasi imkansizdir. Bu nedenle ünlü dilbilimci Câhiz, sözkonusu ifadelerin mecâz oldugunu söylemistir. Câhiz’in bu konudaki yorumunu benimseyen Ibn Kuteybe de, hadiste köpek için kullanilan seytan nitelemesinin mecâz olmasini uygun bulmustur.


Yine Seytanin insanin kaninda dolastigini bildiren hadiste de, Seytanin gerçekten insanlarin kaninda dolasmasi, insanin içine girmesi kastedilmemistir. Seytanin insanlara musallat olmasi ve vesvese vermesi, bu sekildeki bir temsil ile anlatilmak istenmistir.
Söz konusu rivâyetleri genel olarak degerlendirecek olursak sunlari söyleyebiliriz: Bütün bu rivâyetlerde zararli olan varliklar, nesneler ve mefhumlar seytan kavramiyla anlatilmaktadir. Böyle olmasi da zorunludur. Herhalde Hz. Peygamber’in o günkü topluma mikroplardan bahsetmesi beklenemezdi. Bugün hayatimizda oldukça fazla yer isgal eden insanin bas düsmani mikroplardan, o günün insanlarina ancak kötülügün simgesi Seytana benzeterek bahsetmek uygun olabilirdi.

iii. Tesbih, Mecâz ve Kinâyeler
Hadisler mecâz, kinâye, isaret, remiz gibi zâhirî mânasi disinda bir mâna ifade edebilirler. Yahut mütesâbih olabilirler. Arap dilinin inceliklerini, Resûlullah’in (a.s.) üslûbunun özelliklerini, hadislerin söylendigi çevreyi derinlemesine bilmeden hadisi yorumlamak isabetli olmayabilir. Mesela, Buhârî’nin naklettigi su hadis, pek çoklari tarafindan akla aykiri görülerek uydurma oldugu iddia edilmistir: “Hz. Peygamber, Ebû Zer’e Günes batinca nereye gittigini sordu. O, Allah ve Resûlü daha iyi bilir, diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (a.s.) söyle buyurdu: “Arsin altina gidip secde eder, izin ister, izin verilir... Sonra geldigi yere gitmesi emredilir. Bunun üzerine yeniden dogar.” Bu, Allah’in su sözünün ifade ettigi husustur: “Günes kendisine ait yörüngesinde hareket eder.”

Halbuki bu hadiste, Günesin yaratilis gayesine uygun hareket etmesinden kinâye olarak mecâz bir ifade kullanilmis ve secde ettigi belirtilmistir. Bu hadisi akla aykiri görerek reddedenlerin su âyeti akla aykiri bulup bulmadiklari sorulmalidir. “Görmüyor musun, göktekiler, yerdekiler, Günes, Ay, yildizlar, daglar, agaçlar, hayvanlar, insanlardan bir çogu Allah’a secde ediyor; bir çogunun üzerine de azap hak olmustur. Allah, kimi hor ve hakir kilarsa, artik onu degerli kilacak bir kimse yoktur. Süphesiz Allah diledigini yapar .”

Çogu kisi tarafindan bilinen su kudsî hadisdeki Yüce Allah’in sözü de bunun gibidir: “Eger kulum bana bir karis yaklasirsa ben ona bir dirsek boyu yaklasirim. Eger o bana bir dirsek boyu yaklasirsa ben ona bir kulaç yaklasirim. Eger o bana yürüyerek gelirse ben ona kosarak gelirim.”

Söz konusu yürüme, kosma gibi hususlarda Allah’in yaratiklara benzetildigi gerekçesiyle, elestirilmislerdir. Oysa Ibn Kuteybe, Tevîlü muhtelifi’l-hadis adli kitabinda bu hususta söyle demektedir: “Bu sadece temsil ve tesbihtir. Burada ancak su kastedilmistir: ‘Kim bana süratle, itaat ederek gelirse ben ona sevap vermekte ondan daha hizli davranirim.’ Yürüme ve kosmayi da bundan kinâye etmistir.”

Mecâz ve tesbih bulunan hadislere örnek olarak su rivâyetler de ele alinabilir:
“Hayir, atlarin alinlarindadir.”
“Üstteki el, alttaki elden daha hayirlidir.”
“Rüzgar, Allah’in ruhundandir.”
“Dünya, müminin zindani, kâfirin ise cennetidir.”
“Ars-i âla’nin gölgesinde gölgeleneceklerden biri de, sag elinin verdigini sol eli duymayacak sekilde gizli sadaka veren kimsedir.”
“Siz benim kiblemi yalniz ön tarafim mi saniyorsunuz!? Allah’a yemin olsun ki, sizin husûnuz da rükûnuz da bana gizli kalmaz. Süphesiz ben sizi arka tarafimdan da görürüm.”

Sözkonusu hadislerde mecâz, kinâye ve tesbihler bulunmaktadir. Yukarida zikredilen hadisleri hakîki mânada ele alarak, bugün için at beslemeye özenmek, ya da elimizin hep üstte kalmasini arzu etmek veya rüzgâri gerçekten Allah’in ruhunun bir parçasi gibi düsünmek çok yüzeysel kalmaktadir. Yine “Dünya, müminin zindani, kâfirin ise cennetidir” hadisinden hareketle, insanoglunun yeryüzünün halifesi oldugunu unutarak, dünyayi kâfirlerin yurdu görmek de söz konusu hadisleri dogru anlamamanin bir sonucu ortaya çikan sig anlayisin tezâhürlerinden baska bir sey olamaz. Zira bir hedefe ya da bir esyaya isaret eden parmaga degil, isaret edilen nesneye veya hedefe bakmak gerekir. Aklin geregi budur. Kaldi ki, sag elin verdigini sol elin duymamasini zaten hadis kendi içinde açiklamaktadir. Biz bunlar içerisinden sadece son zikredilen hadis üzerinde durmak istiyoruz.

Örnek: Arkamdan Görürüm Hadisi
“Siz benim kiblemi yalniz ön tarafim mi saniyorsunuz!? Allah’a yemin olsun ki, sizin husûnuz da rükûnuz da bana gizli kalmaz. Süphesiz ben sizi arka tarafimdan da görürüm” hadisiyle ilgili yapilan açiklamalarda, Allah Resûlünün arkasindan nasil gördügü tartisilmis ve serhlerde çok ilginç yorumlara yer verilmistir. Meselâ, Sahîh-i Buhârî’nin meshur sârihlerinden biri olan Aynî’nin (ö.855/1451) Umdetü’l-Kârî adli eserinde su görüslere de yer verilmistir: “Resûlullah’in sirtinda bir göz vardi ki, buradan daima arka tarafini görürdü. Onun omzunda igne deligine benzer iki delik vardi; elbise de giyse baska bir seyle de örtse yine o sirtindaki deliklerden rahatça görebilirdi.”

Simdi bu hadisle bu yorum arasinda herhangi bir baglantinin oldugu iddia edilebilir mi? Hadiste “Sizin husûnuzu da görürüm” denilmesi zaten bu görme olayinin manevî bir boyut oldugunu, Hz. Peygamber’in gözüyle görmese dahi bazi seyleri hissettigini yani sezdigini ortaya koymaktadir. Kaldi ki, Bir insanin, gerisinde olup bitenleri sezmesi için sirtinda iki göz olmasina ne gerek vardir. Ayrica “Resûlullah’in sirtinda da iki göz vardi” demek ayni zamanda onun güzelim semâiline hakaret degil midir? Zira o, sîretiyle oldugu kadar, suretiyle de çok güzeldi. Onun sirtina iki göz koymak güzelligini elbette bozar. Esasen bu hadislerde anlatilmak istenen mâna gâyet açiktir. Ancak anlatilmak istenen maksat ve icra edilen belâgat göz ardi edilerek bu hadis, asil anlamindan koparilmistir.

okisareti.gif
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Hadislere Bütüncül Yaklasim

D. Hadislere Bütüncül Yaklasim
Ayni konuda gelen delil olmaya elverisli bütün hadisleri bir arada düsünerek bir sonuca varmak ve o konudaki hükümleri teyit etmek, hadislerdeki maksadi kavrama bakimindan da daha isabetli bir yöntemdir. Konuyla ilgili diger hadislere bakilmadan, üstelik sadece hadisin zâhiriyle yetinerek o konuda karar vermek, çogu zaman kisiyi hataya düsürmektedir.
Bize ulasan bir hadiste kapali olan bir durum, ayni konuda gelen bir digerinde açiklanmis olabilir. Birinde açikça geçmeyen bir isim, diger rivâyette açikça zikredilebilir. Birinde kisaca anlatilan bir olay, bir digerinde bütün ayrintilariyla anlatilabilir. Ayrica bir dönem yasaklanmis bulunan bir konu, baska bir zaman serbest birakilmis olabilir. Yine herhangi bir kisiye yasaklanmis olan bir husus, baska birine müsaade edilmis olabilir. Hadisler incelendiginde bu tür örnekleri görmek mümkündür. Iste bu yüzden ayni konudaki hadisleri bir araya toplamak ve bir arada degerlendirmek, hadislerin anlasilmasi bakimindan oldukça önem arzetmektedir.

Diger taraftan “âdid”, “sevâhid”, “mütâbî” gibi basliklarla degisik rivâyetleri bir araya toplama çalismalari da, hadisleri anlamaya yardimci unsurlar olarak nitelendirilebilir. Belki de hadislerle hüküm vermede ilk yapilacak uygulama ayni konudaki hadisleri bir araya toplama merhalesidir. Bu faaliyet, dogal olarak ayni zamanda hadisler arasinda sahîh olan rivayetleri tercih etme imkâni da saglayacaktir.

E. Hadislerin Kur’ân’a Arzi
Hadisler veya sünnet, Kur’ân’a muhalif olamaz. Sâyet Kur’ân’a ters bir durum sözkonusu ise o taktirde o haber sahih olamaz. Sünnetin din içindeki fonksiyonunu Kur’ân belirlemektedir. Kur’ân’in belirlemedigi bir fonksiyon sünnete yüklenemez. Hz. Peygamber asla Kur’an’a ters düsecek bir söz söylemez. Zira ne beyânin, beyân edilenle çeliskiye düsmesi, ne de fer’in asila ters olma durumu vardir. Bunun içindir ki, Kur’ân’in muhkem âyetlerine ve açik belgelerine muâriz olan sahîh ve sabit hiçbir sünnet yoktur. Ne var ki, onun sözleri sonradan yazilmistir. Bu nedenle bir çok uydurma sözler ona isnat edilmistir. Sahîh olanlarla uydurma olanlarin ayirt edilebilmesi için muhakkak öncelikle Kur’ân’in hakemligine müracaat etme zorunlulugu bulunmaktadir.
Esasen hadisleri degerlendirmede Kur’ân’i temel kriter olarak almak geçmis âlimlerden birçogu tarafindan da benimsenmis olan bir yöntemdir. Mesela, Hz. Âise, sahâbe tarafindan yanlis anlasilmis hadisleri düzeltirken Kur’ân’in yeterli delil oldugunu beyân etmistir.

Hadis mecmualarinin bir çogunda da hadisler, Kur’ân’daki bir asla dayandirilmaktadir. Basta Buhârî’nin Sahîh’i olmak üzere bir çok hadis mecmuasinda, bab basliklarinda, hadisler Kur’ân’in âyetleriyle irtibatlandirilmistir. Hatta sözkonusu eserde birçok kitap ve bab unvanini bir âyet teskil eder. Böylece o kitap ve babta olan hadislerin, bastaki âyetin tefsiri mahiyetinde oldugu anlatilmak istenir. Ayni metot, daha az uygulanmakla beraber, Müslim, Nesâî, Ibn Mâce ve Dârimî gibi muhaddislerin eserlerinde de görülmektedir.

Çagdas yazarlardan Muhammed Gazalî (ö. 1996), Kur’ân’a, akla ve tecrübeye muhalefeti nedeniyle bir çok hadisi reddetmekten çekinmez. Nitekim o, bir çok hadisi Kur’ân’a arzetmek suretiyle reddettigi gibi, kadinin diyetinin erkegin diyetinin yarisi oldugunu gösteren rivâyetleri, Maide Sûresinin 45-46. âyetlerine muhalefeti dolayisiyla; kâfire karsi Müslüman’in öldürülemeyecegini ifade eden haberleri de yine ayni sûrenin 45, 48 ve 50. âyetleriyle; yakinlarinin aglamasi sebebiyle ölenin kabrinde aci duyacagini bildiren haberleri, Hz. Aise’nin de yaptigi gibi, En’âm Sûresi 164. âyetini delil göstererek reddetmektedir.
Yine asrimizin degerli âlimlerinden Yusuf el-Kardâvî, Kur’ân’a ters düsen hadislere örnek olarak Ebû Davud’un Sünen’inde rivâyet ettigi “Kizini diri diri gömen kadin da, gömülen çocuk da cehennemdedir” hadisini göstermekte ve konuyla ilgili olarak sunlari söylemektedir: “Ben bu hadisi görünce tevakkuf ettim. Hadisi okudugumda gögsüm daraldi ve belki hadis zayiftir; bu sahanin ehlinin de bildigi gibi Ebû Dâvûd’un Sünen’inde rivâyet ettigi her hadis sahih degildir, dedim. Ama açikça onun sahih olduguna hükmedenleri buldum. Ona benzer bir hadis de söyledir: “Kizi diri diri gömen kadin ve gömülen kiz cehennemdedir. Su istisnayla ki, gömen Islâm’a yetissin de Müslüman olsun.” Yani gömen kadinin cehennemden kurtulma firsati var; ama gömülenin hiç sansi yok! Burada ben diyorum ki, hadi kizi gömen cehennemde, peki gömülenin durumu nedir? Halbuki onun da cehennemde olduguna hükmetmek, Allah Teâla’nin “Kiz çocugunun hangi suçtan dolayi öldürüldügü kendisine soruldugu zaman...” âyetine ters düsmektedir. Hadisi hangi yönde anladiklarini ve serhedenlerin ne dediklerini görmek için serhlere basvurdum, fakat sadra sifa veren hiçbir sey bulamadim.

okisareti.gif
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Sünnetin Tanimi ve Kapsami

II. GÜNÜMÜZDE SÜNNETIN TATBIKI
Sünnetin Tanimi ve Kapsami
Sözlük anlami itibariyle sünnet, takdir edilen, övülen yol anlaminda kullanilmakla birlikte, esasen kötü dahi olsa “izlenen yol” anlamina da gelmektedir. Diger bir deyisle iyi ya da kötü gidisat demektir. Ayrica fitrata uygun âdet, aliskanlik manâlarini ihtiva etmektedir. “Iyi ya da kötü gidisat” anlamini içermesine, su hadis de delil olarak gösterilmektedir:
“Kim güzel bir sünnet ortaya koyarsa, kiyamete kadar kendisine ve onunla amel edenlere onun sevabi vardir. Kim de kötü bir sünnet ortaya koyarsa, onun günahi hem kendi üzerine hem de onunla amel edenlerin üzerine yazilir.”

Diger yandan Hz. Peygamber, sünnet kavramini kendisi için husûsîlestirmis ve “benim sünnetim” tâbirini kullanmistir.
Terim olarak sünnet ise, klasik hadisçilere göre, hadisle es anlamli olup, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleridir. Fikihçilara göre ise, Farz ve vâcib’in disinda Hz. Peygamber’den gelen hükümleri kapsamaktadir. Usûl-i fikihçilarin tanimina göre sünnet, Kur’ân ahkâminin disinda Resûlullah (a.s.)’in söz, fiil ve takrirleri olarak ifade edilirken, bazi fikihçilar ve kelâmcilara göre ise, “bidat”in zitti olarak tanimlanmaktadir. Ayrica Resûlullah’in devam etmekle birlikte bazan özürsüz olarak terkettigi fiillerdir. Yani nâfilelerdir seklinde de tarif edilmektedir.

Diger yandan kusluk ve teheccüd namazinin vâcib olusu gibi Peygamber’in kendisine mahsus olan islerle, oturup kalkmasi, yiyip içmesi gibi onun tabiî fiilleri, ümmeti için uygulamayi gerektiren bir sünnet teskil etmez denilerek sünnetin tanimi bir anlamda daraltilmistir. Hatta sünnetin kapsami daha da sinirlandirilarak söyle söylenmistir: “Sünnet ancak dini konularda olur; yenilecek, içilecek (me’kûlât, mesrûbât) konularda sünnet olmaz. Mesela, Resûlullah (a.s.) karpuz yedigi halde bir adam ömründe hiç karpuz yememis olsa, yine Peygamber çok sevdigi halde, bir kimse kabak yememis olsa, ona sünneti terketti denilemez.”

Bu tanimda anlatilmak istenenleri Zerkesî (ö.794/1391), Hz. Peygamber’in sünnetini sekiz kisma ayirmak suretiyle ifade etmektedir ki, bu sekiz kisim sirasiyla sunlardir: 1. Hz. Peygamber’in sözleri, 2. Fiilleri, 3. Takrirleri, 4. Arzu edip yapmadiklari ya da yapamadiklari, 5. Isaretleri, 6. Yazilari, 7. Terkedip yapmadiklari 8. Dikkat çektigi hususlar.
Mûsa Cârullah Bigiyef, Sünnetin sözlükte “bir seyin yüzü, görünen kismi” anlamina geldigini, istilahta ise, “Sâri-i hakîmin sözleri, isleri ve müsaadeleri” seklinde tarif edildigini bildirmektedir. O, genel anlamiyla sünneti, “Sünnetullah”, “Sünnetü’n-Nebî” ve “Sünnetü’l-evvelîn” seklinde üçe ayirarak Sünnetü’n-Nebî’yi diger bir ifadeyle istilahî mânadaki sünneti söyle tarif etmektedir.: “Hz. Peygamber’in gerek kendi ümmetine, gerekse bütün insanliga risaletini teblig ederken ortay koydugu fiilleri, hikmetli sözleri, yine bir kimsenin hareketini bilip ikrar ederek onayladigi, ayrica krallara ve kabilelere gönderdigi mektuplarla ortaya koydugu yoldur.”

Bütün bu tanimlarin bir özeti mahiyetinde bugün sünneti su sekilde de tarif edenler bulunmaktadir: “Hz. Peygamber’in kendi döneminde Islâm toplumunu, akîde, ibadet, teblig, siyaset, ekonomi, egitim, ahlâk, hukuk gibi çesitli alanlarda; kisacasi bireysel, toplumsal ve evrensel olmak üzere hayatin her alaninda yönlendirip, yönetmede, Kur’ân basta olmak üzere, esas aldigi ilke ve prensipler bütününün olusturdugu bir “zihniyet” ya da “dünya görüsü”dür.

Bugün maalesef Kitap ve sünnete ittiba ya da sünnet olan hususlar sadece bir konu üzerinde tartisma veya konferans aninda gündeme gelmektedir. Oysa hayatimizin pek çok alanindan sünneti çikarmis bulunmaktayiz. Bu ise Sünnete karsi islenmis en büyük cinâyettir. Bir kisim Müslümanlar sünneti sadece zahirî amel olarak görmektedir. Örnegin sakalli veya sarikli birini ya da belli bir tarzda elbise giyeni sanki hayatinda bütün sünneti tatbik eden adam gibi görmektedir. Ancak ayni kisi hayatin geri kalan kisminda sünneti unutmaktadir. Mesela, sevgi, bugz, tevâzû, hilim, havf ve recâ, iffet, zikir, rahmet, gibi ahlâkî konularda, muameletla iliskili pek çok hususlarda sünnet unutulmaktadir. Halbuki bunlar seklî sünnetlerden çok daha fazladir.

Baglayiciligi Bakimindan Sünnet
Resûlullah’in fiillerine farkli açilardan yaklasilmis ve baglayicilik bakimindan farkli hükümler konulmustur. Burada, Resûlullah’in hadislerine, sünnet çerçevesinde genel bakisla birlikte, onun irsadla alakasi olmayan konulardaki söz ve eylemleri ele alinacaktir.

Hz. Peygamber’in Söz, Fiil ve Takrirlerinin Durumu
Resûlullah’in konumu, fiil ve sözlerinin durumu ve onun uygulamalarinin ne anlama geldigi, Müslümanlari ne kadar bagladigi konularinda gerek eskiden gerekse günümüzde tam bir fikir birliginden söz etmek mümkün degildir. Mâlikîlerden bir grup, Allah Resûlü’nün fiillerini onun emirlerini tekit eden bir konumda görmüs ve vücûb ifade ettigini savunmuslardir. Hanefîlerden bazilari da, Resûlullah’in fiillerini aynen emirleri gibi kabul etmislerdir. Buna karsilik Sâfiîlerden bir grup, Resûlullah’in fiilleri konusunda delil aramak gerektigini; sayet vücûbuna ait bir delil varsa, fiilin de vacip olacagi, mendub olusuna bir delil varsa fiilin de mendub olacagi görüsünü benimsemislerdir. Diger taraftan Safiîlerden geri kalan âlimlerle, Zâhiriler ise, Resûlullah’in, Allah’in emrini beyan eden fiillerinden baska hiçbir fiilini yerine getirmenin vâcip olmadigini ileri sürmüsler, yapildigi taktirde ecir alinacagini, terk edilmesi durumunda ise günah olmayacagini ifade etmislerdir. Günümüzde de bu konuda genel olarak üç ayri görüs bulunmaktadir.

Birinci grubun görüsüne göre, Hz. Peygamberin her söyledigi ve her yaptigi vahiy eseridir. Dolayisiyla onun insani kisiligi yoktur. Tasarruflari ve ictihadlari baska bir gözle degerlendirilemez. Bu görüsün temsilcileri her ne kadar görüslerini bu kadar açik seslendiremeseler de, koyduklari kurallardan bu sonuçlar çikmaktadir.

Ikinci bir gruba göre, Hz. Muhammed’in her sözü ve her yaptigi ayni kategoride degerlendirilemez. Özellikle onun içtihadlari baglayicilik bakimindan yeniden degerlendirmeye tâbi tutulmalidir.
Üçüncü gruba göre ise, sünnetin tamami tarihseldir. O dönemin sartlari bugün için geçerli degildir. Binaenaleyh sünnetin bugün bizim için geçerli olmasi mümkündür degildir.

Diger taraftan bir hadisin, güvenilir bir râvi kanaliyla Hz. Peygamber’e nispet edilerek nakledilmis olmasi, onun muteber kabul edilen kaynaklarda yer almasi ve belli bir dönemde ve bölgede kendisiyle amel edilmis olmasi, o rivâyetin dinen baglayici ve her zaman amel edilmeye elverisli olmasini gerektirmez. Hadisler içerisinde bütün sahihlik sartlarini tasisa bile zamâna dayanikli olmayan yani tarihsel, bölgesel ve durumsal olanlar az degildir. O halde günümüzde bir hadisin degerlendirilmesi yapilirken ona sadece ravisinin güvenilirligi ve muteber kabul edilen kaynaklarda yer almasi açisindan degil, yukarida bahsedilen ölçüler muvacehesinde bakmak gerekecektir ki, sahih ve problemlerin çözümüne yardimci dinî bir kaynak elde edilebilsin. Aksi halde bölgesel, kendi döneminin izlerini ve fizikî sartlarini tasiyan pek çok rivâyeti günümüze tasimis oluruz ki, bu da gün geçtikçe artan ve karmasik bir hal alan dinî problemlerimizi çözmek yerine daha karmasik hale getirir. Iste bu durumun farkinda ve idrakinde olan ilk dönem fakih ve muhaddisleri, bu sakincalari bertaraf edip Hz. Peygamber’i bir çagin degil, bütün çaglarin insani yapacak ölçüleri tespit edip bize bu alanda yol göstermislerdir.

Hadis musanniflerinin özellikle de Imam Buhârî’nin (ö.256/869), hadisleri Sahihinde uygun oldugu kitap ve bab basliklari altinda toplamasi ve bab basliklarinda ilgili hadislere hüküm vermesi, bir anlamda hadisleri anlama çabasi olarak da degerlendirilmelidir. Kezâ, Sünen türü eserlerde hadislerin konulara ve içerdikleri hükümlere göre tasnif edilmesi de hadisleri anlama çabasi olarak görülebilir, ya da en azindan bu sahaya katki sagladiklari söylenebilir. Örnegin Buhârî’nin, “Süphesiz Allah Teâlâ’nin doksan dokuz ismi vardir; kim bunlari sayarsa cennete gider” hadisini, Sahih’inde “Surût” bahsinde zikretmesi ilk anda hemen anlasilacak gibi degildir. Ancak üzerinde düsünüldügünde farkina varilabilecek bir anlam tasimaktadir. Söyle ki; hadiste doksan dokuz ismi saymak, cennete girmeye vesile olarak ifade edilmektedir. Buhârî, buradaki “kim sayarsa” sözünün, sart anlaminda oldugunu düsünerek sözkonusu hadisi eserinin “surût” kismina almis olmalidir.

Yine Imam Nevevî’nin (ö.676/1277), Sahih-i Müslim’e koydugu bab basliklari ve kendi derledigi Riyâzü’s-Salihîn adli esere koydugu bab basliklari da, hadisleri anlama çabasinin bir sonucu olarak tanimlanabilir. Meselâ, Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn adli eserinde, suyun ayakta ya da oturarak içilmesiyle alakali hadisleri bir arada toplamis ve bunlarin basina “Suyun ayakta içilmesinin câiz, oturarak içilmesinin ise efdal olusu” basligini koymustur. Nevevî, böyle yapmakla bir anlamda delil olabilecek hadisler arasindaki ihtilafi gidermis ve kendi anladigi fikhî hükmü ortaya çikarmistir. Böylelikle hadislerin yanlis anlasilmasinin da önüne geçmistir. Ancak burada bir hususu unutmamak gerekir ki, bu âlimler kendi devirlerinde yürürlükte olan hukuk ve sartlar geregi olusan ihtiyaçlar dogrultusunda bu hadisleri tasnif etmisler, tabiatiyla yine kendi dönemleri için en uygun olan konu basliklari altinda toplamislardir.

Bugün degisen sartlar dogrultusunda geçmis âlimlerin yaptiklarindan da yararlanarak, baglayicilik ve hüküm açisindan hadislerin yeni tasniflerinin yapilmasi gerekmektedir. Diger bir ifadeyle kitaplarda gördügümüz bütün hadislerin zâhirî anlamindan hareketle uygulanilmasi yerine, bugüne ait bir mesaji ve baglayicilik yönü bulunan, yani “sünnet” içeren hadis koleksiyonlarinin olusturulmasi gerekmektedir. Bir hadisin hüküm ve baglayicilik derecesini ya da sünnet içerip içermedigini belirlemek için ise, birtakim esaslara basvurulmalidir.

Hz. Peygamber’in söz konusu hadisi hangi konumda hangi sifatla söyledigini tespit etmek.
Hadisin, Hz. Peygamber’in teblig etmekle mükellef oldugu sahaya girip girmedigini, beser sifatiyla söylenip söylenmedigini belirlemek.
Hadisin ihtiva ettigi konu ve bunun dindeki yerini tespit etmek
Hadise muhatap olan kisini/mükellefin durumunu göz önünde bulundurmak
Hadisi makasidu’s-seria baglaminda degerlendirmeye tabi tutmak.

Hz. Peygamber’in söz ve fiillerinin kaynagini olusturan sifatlarini ayirt etmeye ve belirlemeye ilk yönelen Islâm hukukçusu, Ibn Âsûr’un ifadesine göre, Mâlikî fakihlerinden Sihâbüddîn Ahmed b. Idris el-Karâfî’dir (ö.684/1285). Ancak Karâfî, Hz. Peygamber’in teblig/fetvâ, kazâ, imâmet tasarruflari üzerinde durmustur. Ibn Âsûr, Karâfî’nin zikrettigi sifatlara bir takim sifatlar daha ilave ederek Resûlullah’in tasarruflarinin kaynagini olusturan sifatlarini; tesrî, iftâ, kazâ, imâret, hidâyet, sulh, danismanlik, nasihat, nefis terbiyesi, yüce gerçekleri ögretme, terbiye (te’dîb) ve irsâd ile alâkasi olmayan durumlar olarak on iki madde halinde siniflandirmistir. Bu sifatlardan sonuncusu olan “irsad ile alâkasi olmayan tasarruflari”, konumuz bakimindan önem arzetmektedir.

2. Irsad ile Alâkasi Olmayan Durumlar
Yeme içme, giyim kusam, uyuma ve seyahat gibi durumlarda Hz. Peygamber’in davranislarini anlatan hadislerin anlasilmasi, dün oldugu gibi bugün de hâlâ tartisilan ve üzerinde bir türlü uzlasmaya varilamayan konular olarak gündemdedir. Sünnet oldugunu iddia ederek yemegi elle yemek, kasik çatal kullanmamak, erkeklerin entari vs. giymesi, yine sünnet diyerek hasir üzerinde yatmak, bütün bunlar Resûlullah’in bu konudaki uygulamalarini aktaran hadislere dayandirilmaktadir. Halbuki, Resûlullah (a.s.)’in, yaratilis ve günlük hayatinin ihtiyaçlari geregi yaptigi faaliyetler, tesrî’e ait olmayan tasarruflaridir; zira Resûlullah (a.s.) da ev islerinde ve günlük hayatinda, tesrî ve ibadet gibi bir amaci olmayan bir takim isler yapardi.
Resûlullah’in oturmak, kalkmak, yatmak, uyumak, yürümek gibi davranislarindaki aliskanliklari; hosuna gidip severek yedigi yiyeceklerin, içtigi içeceklerin türü; yeme ve içme sekli; giydigi giysilerin çesidi ve giyis biçimi; kisacasi Hz. Peygamber’in, Allah’a yakinlik ve ibadet kasti tasimaksizin semâiliyle ilgili yaptiklari hakkinda rivâyet edilen her sey, onun yaratilis ve insanlik sifati geregi yaptigi seyler olup, bunlar yapilirken tesrî kastedilmemistir. Dolayisiyla bu gibi fiilleri yapmak, ona ve ümmetine mubahtir. Dileyen yapar, dileyen yapmaz. Zira bunlar tesri kastedilmeden yapilan tasarruflardir ve Resûlullah, bunlarin aynen yapilmasini da istememistir. Müslümanlarin, bu davranislari taklit etmesi sünnet ya da müstehap degildir. Ayrica ibadet niteligi de tasimaz.

Meselâ, Resûlullah (a.s.), Mekke ile Mina arasinda bulunan Ebtah denilen mevkide hac ibadeti esnasinda ögle, ikindi, aksam ve yatsi namazlarini kilmis, daha sonra biraz uyumus, uyandiktan sonra da yanindakilerle beraber veda tavafi için Mekke’ye inmistir. Abdullah b. Ömer (ö.74/693), hac sirasinda burada konaklamayi, sünnet olarak benimsemis ve Resûlullah’in yaptigini aynen yapmistir. Buna karsilik Hz. Âise (ö.58/677), Abdullah b. Abbas (ö.68/687), Hz. Peygamber’in Muhassab’da konaklamasinin tesrî amaciyla olmadigini, Hac menâsiki konusunda bir hüküm içermedigini, aksine sadece Resûlullah’in konaklama mevkii oldugunu söylemislerdir. Buhârî Sarihi Aynî de (ö.855/1451), Muhassab’da konaklamanin hac ibadetinden olmadigini, dolayisiyla sünnet sayilmadigi gibi bazilarinin iddia ettigi gibi müstehab da olmayacagini bildirmektedir.
Hz. Peygamber’in nübüvvet vazifesiyle alâkali olmayan hususlarda görüslerinin baglayici olmadigini, hurmalarin asilanmasi olayindan da anliyoruz. Resûlullah (a.s.) hurma asilayanlari görünce: “Bu yaptiklarinin bir fayda verecegini zannetmiyorum” demistir. Resûlullah’in bu sözü onlara ulasinca, asilama isini birakmislardir. O sene hurma olmayinca, durum Resûlullah’a bildirilmis, bu defa Hz. Peygamber söyle buyurmustur: “Eger hurma asilama bir fayda veriyorsa yapsinlar. Ben de ancak sizin gibi bir beserim. Benim o sözüm, bir zandir. Zan dogru da olur, yanlis da. Fakat benim ‘Allah dedi’ seklinde dedigim sey dogrudur. Allah üzerine asla yalan söylemem (zan üzerine konusmam).”

Sözü edilen olayla ilgili Tahâvî’nin yorumu ise söyledir: Resûlullah (a.s.), hurma asilama isinin ümmetine zahmet verdigini görünce, onlara olan sefkatinden dolayi anilan sözünü söylemis, sonra da asilama isinin faydali ve gerekli oldugunu anlayinca; “...Asilama fayda veriyorsa, yapsinlar....” buyurmustur.

Hudeybiye anlasmasi esnasinda, Hz. Peygamber’in, müsriklerin istekleri dogrultusunda taviz vererek anlasmayi yazdirmasina karsi Hz. Ömer’in tepkisi gâyet agir olmustur. Öyle ki, “Sen peygamber degil misin?” diyecek kadar kizmis, Hz. Ebû Bekir ise, “Onu Allah korur o Rabbine âsî olmaz” diyerek Hz. Ömer’i teskin etmeye ugrasmistir. Bu olay dikkatlice incelendiginde Hz. Peygamber’in bazi konularda vahyin haricinde ictihadda bulundugunu ve bu ictihadlarinin bir kisminin sahabe tarafindan sorgulandigi anlasilmaktadir.

Hz. Peygamber’in, bir isin uygulamasinda israr etmemesi de, o iste tesrî amacinin olmadigini ifade eder. Nitekim o, ölüm hastaliginda iken: “Bana bir kitap getiriniz ki yazayim. Bundan sonra yanilmayasiniz” demis; hazir bulunanlarin, Resûlullah’in istegi konusunda tereddüt ve ihtilaf etmeleri üzerine, bu isteginde israr etmemis ve vazgeçmistir.

okisareti.gif
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Günümüzde Sünnetin tatbiki Problemi


C. Günümüzde Sünnetin tatbiki Problemi
Hz. Peygamber’in yasadigi cografyayi, sosyal ortami ve o dönemde kullanilan esyalari bilmek son derece önemlidir. Bu yüzden fikih ve dil bilginleri, özellikle de hadislerde geçen anlami bilinmeyen kelimelerle ilgili çalismalar yapan “Garîbü’l-hadis” müellifleri, bu hususlar üzerinde durmuslardir. Zira o dönemin kültürü taninmadan bir kisim hadisleri dogru anlama imkâni yoktur. Cahiliye dönemi Araplarin takvim anlayislari, zamani kavrayis biçimleri ve kâinata bakis sekillerinin bilinmesi, hadislerin arka planindaki olaylarin daha iyi anlasilmasini temin edecektir. Kuyularin durumunun, daglarin isimlerinin, evlerin yapi sekillerinin ve mescidin planinin bilinmesi bu mekânlarda geçen olaylari anlamanin temel sartidir. Ayrica Hz. Peygamber dönemindeki mesleklerin teknik açidan durumu, sulama ve asilama teknikleri gibi hususlarin bilinmesi gerekmektedir.

Geçmiste kullanilan bir takim araç ve gereçler günümüzde kullanilmamakta ya da artik tükenmis olabilmektedir. Örnegin temizlik ve saglik konularinda bir hayli gelisme kaydedilmistir. Hz. Peygamber devrinde temizlik ya da saglik için israrla tavsiye edilen bazi uygulamalar biliyoruz. Nitekim misvaklanmak ve hacamat yaptirmakla ilgili hadis kitaplarinda meshur hadisler yer almaktadir. Fikih kitaplarinda da bunlarin sünnet oldugundan bahsedilmektedir. Ancak degisen sartlar dogrultusunda bu sünnetler günümüzde nasil tatbik edilmelidir. Bu konuyu sözünü ettigimiz örnekleriyle ele almakta yarar bulunmaktadir.

Örnek 1) Misvak Hadisleri
Hz. Peygamber, “Sâyet ümmetime zor gelmeyecegini bilseydim her namazdan önce misvak kullanmalarini emrederdim” buyurmustur. Bize göre bu hadiste vurgulanan sey, misvak kullanmak degil, agiz ve dis sagligidir; zira Allah Resulünün disleri inci gibi bembeyazdi. Misvakla gezdigi ve misvak kullandigi halde disleri temizlenmemis birinin bu sünneti ne kadar yerine getirdigi iddia edilebilir? Ya da bakimsizliktan ve ihmalden disleri sararmis bir kimsenin her namaza durusta, misvaki agzinin içerisinde bir iki defa gezdirmesiyle söz konusu tavsiyeye ne denli riâyet etmis olabilir?

Misvakla ilgili hadislerde amaçlanan, bizzat misvagin kendisi midir? Yoksa, bu dis temizligi için Arap Yarimadasi’nda uygun ve kolay bulunabilen bir araç olmasi sebebiyle Resûlullah’in uygun bir vasitaya isareti midir? Süphesiz misvak agacinin yetismedigi ya da kolayca bulunamadigi diger toplumlarda dis temizligini baska aletlerle yapmalarinda sakinca olmamalidir. Zira, Resûlullah’in Semâilini anlatan eserlerde onun dislerinin inci gibi beyaz olmasi, yine onun hadislerinde, “Misvak agzi temizleyici, Rabbi da hosnud edicidir” demesi bu bakimdan anlamlidir. Ayrica bazi mezheplerde, misvak bulunmadigi zaman abdest esnasinda disleri temizlemek için parmaklarin bile kullanilmasinin misvak yerine geçecegi, hatta kadinlarin sakiz çignemelerinin de misvaklanmak olacagi ve misvaklanmis gibi sevap alacaginin kabul edilmesi, misvaktan maksadin dis temizligi oldugunu göstermeye yeterlidir. Kisaca keramet misvak agacinda degil, dis temizligindedir. Kaldi ki, misvak agacinin uygunsuz kullanildiginda, hijyenik olmayacagi için körlüge ve delirmeye kadar varan zararlarindan da bahsedilmektedir.

Öte yandan Hz. Peygamber’in dis temizligine önem verdigi ve her firsatta bunu ögütledigi bilinmesine ragmen, bazi kimseler misvak agacina takilmis, dislerin temizlenmesi degil de misvak agaci tasimis olmayi sünnet saymislardir. Meselâ, Safii Mezhebine göre, “Namazdan önce bir seferde olsa agza misvak agaci sürmekle bu sünnet yerine getirilmis olur”, kaidesi konulmustur. Bu anlayisin sonucunda ise agiz ve dis temizliginden yoksun, ama bu konuda Allah Resulü’nün sünnetini yerine getirdigini sanan insanlar türemistir.

Örnek 2) Hacamat Hadisleri
Hz. Peygamberin bir saglik tedbiri olarak hacamat yaptirdigi bilinmektedir. Hatta oruçlu oldugu halde hacamat yaptirmasi enteresandir. Onun, hacamatin yayginlasmasi ve herkesin kolayca yaptirabilmesi için hacamatçilarin yani bu isi yapanlarin ücret almasini yasaklamis olmasi anlamlidir. Hz. Peygamber’in bu uygulamalari bizim için örnek alinacak davranislardir. Ancak diger bir çok hususta oldugu gibi hacamat konusunda da Hz. Peygamberin sünneti, onun döneminde yapildigi sekliyle hacamat yaptirmak mi, yoksa hacamat yaptirmayi kan vermek kabul ederek, bugün modern tibbin öngördügü sekilde kan aldirmak ve kan bagisinda bulunmak midir? Iste bu soruya yaklasim tarzi bir anlamda hadis ve sünnetin tanim ve yorumuyla çok yakindan alâkalidir. Bu hususta da iki ayri yaklasim söz konusudur.
Söyle ki;
Birinci yaklasim, hadisleri ve Hz. Peygamber’in yaptiklarini aynen yapmayi sünnet kabul ederek hareket etmek; dolayisiyla bugün kan vermeyi degil, aksine sirtimizi ya da kafamizi nesterle delerek boynuzla kan aldirmak suretiyle sünnete dolayisiyla da Resûlullah’in yoluna uymus olunacagi anlayisidir. Nitekim bugün hâlâ Islâm ülkelerinin pek çok yerinde temizlik ve hijyenik sartlardan yoksun olarak ilkel usullerle süngerlerle, nesterle ve pek çok kisi için ayni malzemelerle, sünneti yerine getirdigi inanci ve husuu içerisinde Müslümanlarin kanlari alinmakta, kan aldirmanin degil, hacamatin gerçek sünnet oldugu inanci yayilmaktadir. Üstelik modern usullerle kan verildiginde vücuttan temiz kanin alindigi, halbuki hacamat yaptirirken vücutta birikmis olan kirli kanlarin çikarildigi sanilmaktadir. Oysa bu iddiaya bugünkü tip uzmanlari sadece gülmekte, baska bir cevap verme ihtiyaci bile duymamaktadirlar.

Ikinci yaklasim, eger Hz. Peygamber insan sagligi için vücuttan kan aldirmayi çok önemli kabul etmis ve yasadigi devrin sartlari içerisinde en uygun bir sekilde bu tibbî tedbire basvurmus diyecek olursak, bugün hacamat yerine modern tibbin imkanlari çerçevesinde kan aldirmak suretiyle de Resûlullah’in yolu, dolayisiyla onun sünneti takip edilmis olur. Üstelik bu sayede kanlar çöp tenekesine atilmak yerine, belki de bir hayatin kurtarilmasinda kullanilmak suretiyle birden fazla sevap kazanma imkâni dogabilir. Diger bir ifadeyle bu sayade, on dört asir öncesine gitmek yerine, Resûlullah’in sünneti yirmi birinci asra tasinmis olacaktir. Kaldi ki, dinin insanlardan istedigi de bu olmalidir.

SONUÇ
Hz. Muhammed (a.s.), vahiy kontrolünde hareket eden bir beserdir. O, ne yüce Allah’tan aldigi mesajlari insanlara ilettikten sonra baska görevi kalmayan postaci konumunda bir insan, ne de bütün tasarruf ve hareketleri vahiyle belirlenen, vahiy olmadan ne bir adim ileri ne bir adim geri atmayan beseri inisiyatiflerden soyutlanmis bir varlik hüviyetindedir.
Hz. Peygamber’in hadislerini ve uygulamalarini, onun farkli statüde oldugunu da göz önünde bulundurarak anlamaya ve degerlendirmeye çalismak gerekmektedir. Diger bir ifadeyle, bir devlet baskani olarak, bir aile reisi olarak söylemi farkli sekilde olacaktir. Yine bir komutan olarak söyledikleri ile bir ibadet esnasinda meselâ bir hacda, ya da mescidde hutbe irad ederken kullandigi üslup ve sözlerindeki baglayicilik dogal olarak birbirinden farkli olacaktir. Dolayisiyla hadislerin dogru anlasilip dogru uygulanabilmesi için onlarin vârid oldugu sebep ve sartlarin da göz önünde bulundurulmasi gerekir. Zira bir hadisin baglamindan koparilmasi, kastedilmeyen bir mânanin anlasilmasina ve yanlis uygulamalara neden olacaktir.

Diger yandan Hz. Peygamber (a.s.) döneminin sosyo-ekonomik yapisini, kültürel boyutunu, muhataplarinin egitim seviyesini, anlayislarini, aradaki akrabalik, dostluk ve arkadaslik baglarini arastirmak ve bilmek, hadislerin amacini anlamamiza yardimci olacak ve dogru kararlar çikarilmasini kolaylastiracaktir.
Hz. Peygamber’in kararlarinda ve hükümlerinde asil amacin ne oldugu ve hangi ilkelerden hareket ettigi ortaya konulmalidir. Allah’in elçisi (a.s.), yaptigi ve yapilmasini arzu ettigi bazi islerde, bunlarin toplumda doguracagi neticelerin dikkate alinmasini istemistir. Eger bir isin yapilmasi toplumun yararina olacaksa bunun yapilmasinda israr etmis, sâyet bu isin yapilmasi faydadan çok zarar getirecekse bunun yapilmasina müsaade etmemistir. Nitekim münafiklari bildigi halde cezalandirmamis, Kabe’yi yeniden eski haline getirmek için büyütmeyi arzu ettigi halde, Mekkelilerin bunu içlerine sindiremeyecegi endisesiyle uygulamaktan vazgeçmistir.

Hadis ve sünneti ele alirken ve yeni hükümler verirken örnegin, kolaylik ilkesi, hakkin rizasi ilkesi, kamu yarari ilkesi, birlik beraberlik ilkesi gibi prensiplerden hareket edilmelidir. Gerek ibadetlerde gerekse dini yasantinin diger boyutlarinda kolaylastirici bir hayat modeli ortaya koyan Hz. Peygamber (a.s.)’in bu yaklasimini, günümüzde hem sünneti takdim ederken hem de onu hayata geçirirken bir ilke olarak sürekli dikkate almak durumundayiz. Muhataplarin durumu ve çagin gerekleri göz önünde bulundurularak sünnetin insanliga yeniden takdim edilmesi belki de insanlarin aradigi insanligi bulmada yardim edecek yeni bir isik olacaktir.

Hz. Peygamber (a.s)’in tasarruflarinin, Sâri’in gözettigi amaçlara uygun olarak yorumlanmasi ve hayata geçirilebilmesi ne kadar basarilabilirse, Müslümanlar arasinda nasslarin yanlis yorumlanmasindan ve taassuptan ileri gelen anlasmazliklar da o nispette azalacak ve Müslümanlarin birbirlerine hosgörü ile muamele etmeleri temin edilmis olacaktir. Bu da Islâm’in çok önemli amaçlari arasinda yer alan ferdin yetistirilip ahlâkî bakimdan olgunlasmasini, toplumda adaletin uygulanmasini, genel menfaatin korunmasini ve dolayisiyla özlenen insan haklarinin garanti altina alinmasini temin edecektir. Bu konuda ise, kiyas ve ictihad metotlarini isletmek bizlere en önemli katkiyi saglayacaktir.

Doç. Dr. Mustafa Karataş​
 
Üst Alt