Ana sayfa
Forumlar
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Neler yeni
Yeni mesajlar
Son aktiviteler
Giriş yap
Kayıt ol
Neler yeni
Ara
Ara
Sadece başlıkları ara
Kullanıcı:
Yeni mesajlar
Forumlarda ara
Menü
Giriş yap
Kayıt ol
Install the app
Yükle
Ana sayfa
Forumlar
İSLAMİ PAYLAŞIMLAR
Kuran-ı Kerim
Ayetel Kürsi manası, meali, açıklaması
JavaScript devre dışı. Daha iyi bir deneyim için, önce lütfen tarayıcınızda JavaScript'i etkinleştirin.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya
alternatif bir tarayıcı
kullanmalısınız.
Konuya cevap cer
Mesaj
<blockquote data-quote="Gönül sızım" data-source="post: 99290" data-attributes="member: 1049"><p><span style="color: Black">Allah’ın kürsüsü zikredildiği için “Âyetü’l-kürsî” adıyla anılan bu âyet hem muhtevası hem de üstün nitelikleri nedeni ile dikkat çekmiş, hakkında hadisler varit olmuş, çok fazla okunmuş, şifa ve korunmaya vesile kılınmıştır. </span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Keli-me-İ şehâdet ve îhlâs sûreleri nasıl İslâm inancının özünü ihtiva ediyor ve insanlara Allah Teâlâ’yı tanıtıyorsa Âyetü’l-kürsî de onlardan daha geniş ve detaylı şekilde bu niteliği taşımaktadır.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">İnsanı imana götüren deliller, aktım kullanarak üstünde düşüneceği “kendisinde ve yakından uzağa çevresinde (enfüs ve âfâk)”, peygamberleri desteklemek üzere Allah’ın onlara lütfettiği mucizelerde ve vahiy yoluyla yapılan “sağlam delillere dayalı sözlü açıklamalarda görülür.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Bu âyet gerçek mabudu arayanlar için eşsiz ve başka hiçbir kaynaktan elde edilemez bir açıklamadır, delildir.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Şevkânî’nin Buhârî, Müslim, Nesâî, Ahmed b. Hanbel, benzeri sahih kaynaklardan derlediği hadislerden birkaçı dahi bu âyetin önemi konusunda bir düşünce edinmeye yetecektir:</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p> <span style="color: Black">Hz. Peygamber, Übey b. Kâ’b’a “Allah’ın kitabından hangi âyet en büyüğüdür” diye sorup “Âyetü’l-kürsî‘dir” cevabını alınca onu kutlamıştır.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Allah varlığı ezelî, ebedî, zaruri ve kendinden olan, her şeyi yaratan, her şeyin mâliki ve mukadderatının hâkimi, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan… yüce mevlânın öz ismidir. </span></p><p><span style="color: Black">Bu öz isim zikredildikten sonra hem O’nun vahdaniyeti (birliği, tekliği) hem de İslâm’ın getirdiği imanın tevhid (Allah’ı birleme, bir bilme) niteliği açıklanmak üzere “O’ndan başka tanrı yoktur” buyurulmuştur.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Müşrikler elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Bunlar cansız eşyadan yapılmaktadır. Canı dahi olmayan varlığın ilâh olamayacağını ifade etmek üzere hemen arkasından “O diridir” buyurulmuştur. </span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Evet Allah diridir, O’nun hayat sıfatı vardır ve tıpkı diğer isimleri ve sıfatlan gibi bunun da mahiyetini ancak kendisi bilmektedir.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Gerek Araplar’daki gerekse öteki kavimlerdeki müşriklerin çoğu büyük bir Allah’a inanmakla birlikte bunun beraberinde -her birine bir işlev tanıdıkları- sözde tanrılara inanmışlardır. Bu inanç tevhide aykırıdır. Tevhidi açıklayarak başlayan âyet, Allah Teâlâ’mn “kayyûm” sıfatını zikrederek “küçük, aracı, özel görevli… tanrıtar”a gerek bulunmadığını ifade etmektedir. Çünkü kayyûm, “bütün varlıkları görüp gözeten, yöneten, bir an bile onları bilgi ve ilgisi dışında tutmayan” anlamına gelir.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">“Onu ne uyku basar ne uyur” cümlesi, hay ve kayyûm sıfatlarını pekiştirmekte ve biraz daha anlaşılmasını sağlıyor. Uyku basan yada fiilen uyuyan birinin gözetim, idare, koruma gibi işleri yerine getirmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ’mn kayyûmluğu kâmil ve kesintisiz olduğuna, daha doğrusu kayyûm sıfatı bunu ifade ettiğine göre O’nu ne uyku basar ne de uyur.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black"><strong>Yerde ve gökte ne varsa -başka hiçbir kimseye değil- O’na aittir; yaratanı da gerçek sahibi de O’dur. </strong></span></p><p><span style="color: Black">Âyetin bu mânayı ifade eden parçası “Yalnız O’na aittir” kısmıyla tevhidi öğretirken “başkasına değil” manasıyla de şirkin çeşitlerini reddetmektedir. </span></p><p><span style="color: Black">Nedeni ise müşrik toplumlar varlıkları yaratılış, aidiyet ve yetki bakım¬larından türlü tanrılar arasında paylaştırmışlar; meselâ yıldız, gök, yer… tanrılarından söz etmişlerdir. “Yerde ve gökte” tabiri Arapça’da “tüm varlıklar” mânasında kullanılmakta, adına yer ve gök denilmeyen yada maddî mânada yere ve göğe dahil bulunmayan mekânlar ve buradaki varlıklar da bu ifadenin içine girmektedir.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Allah’a ortak koşan kâfirlerin bir bölümü, bu ortakların O’na denk olduklarına değil, O’nun nezdinde reddedilemez şefaat, geri çevrilemez aracılık hakkına sahip bulunduklarına inanmakta ve putlara bu anlayış içinde tapınmaktadırlar, “Allah katında, O izin vermedikçe hiç bir kimse şefaat edemez” mânasındaki cümle bu inancın asılsızlığını ortaya koymakta; şefaatin de izne bağlı bulunduğunu, O izin vermedikçe ve dilemedikçe kimsenin böyle bir yetki ve imkâna sahip olamayacağını özlü ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir. Allah katında kendisine şefaat izni verilenlerin durumu ve yetkileri, ödül törenlerinde ödülleri vermek üzere kürsüye çağrılan şeref konuklarınkİne benzemektedir. </span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Ödülün kime verileceğini bilen ve belirleyen onlar değildir. Fakat bu merasimi tertipleyenlere göre onlar, şerefli, saygıya lâyık, büyük kimseler olduklarından kendilerine böyle bir imtiyaz verilmiştir. Allah katında şefaatlerine İzin verilecek olanlar da Allah’a yakın ve sevgili kutlar olacaktır.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Allah’tan başka tüm şuur ve bilgi sahiplerinin bilgileri sınırlıdır, doğru da yanlış da olmaya açıktır. Bu genel gerçek şefaat meselesine uygulandığında kimin şefaate lâyık olduğunun da fakat Allah tarafından bilineceği anlaşılır. Nedeni ise dış görünüşü (mâ beyne eydîhim) itibariyle şefaate lâyık görülenlerin, kullar tarafından görülemeyen ve bilinemeyen iç yüzleri (mâ halfehüm) itibariyle böyle olma tnaları mümkündür. </span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Allah birdir ve yalnızca O İbadete lâyıktır; çünkü O’ndan başka olmuşu, olacağı, gizliyi, açığı, geçmişi, geleceği, görüleni, gaybı bilen bulunmamaktadır.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Kürsî (kürsü), “koltuk, iskemle, taht” anlamlarına gelir. Mecazı şekilde saltanat, hükümranlık, mülk mânalarında da kullanılmaktadır. </span></p><p><span style="color: Black">Allah Teâlâ’nın üzerine oturulan maddî alet mânasında kürsüsü olamayacağından -çünkü bu O’nun bizzat açıkladığı yüce sıfatlarına aykırı düştüğünden- burada kürsüden bir başka mânanın kastedilmiş olması gerekir. </span></p><p><span style="color: Black">Esasen Kur’an’da Allah’a nispet edilen, “Allah’ın…” denilen her şeyi, O’nun varlığına dahil veya kullandığı bir şey olarak anlamak da doğru değildir. Meselâ “Allah’ın evi, Allah’ın ruhu, Allah’ın emri, Allah’ın kölesi” tamlamalarında Allah’a ait olan şeyler böyledir. </span></p><p><span style="color: Black">Bunlar ne O’nun varlığının bir parçasıdır ne de kullandığı araçlardır; önem ve şereflerinden dolayı O’nun” diye tanımlanmışlardır, tbn Abbas’a göre kürsüden maksat ilimdir. O’nun İlmi her şeyi kaplar. Âyetin bu kısmını, “kürsüden maksat O’nun hükümranlığıdır ve buna sınır yoktur, hiçbir şey onun dışında kalamaz” yada “Allah semavatı, arzı, arşı Kur’an’da zikretmiş, fakat bunlardan maksadın ne olduğunu açıklamamıştır. </span></p><p><span style="color: Black">Kürsüsü de böyle bir varlıktır, yerleri ve gökleri İçine alacak kadar geniştir. Ne ve nasıl olduğunu ise ancak kendisi bilmektedir” şeklinde anlamak mümkündür.</span></p><p><span style="color: Black"></span></p><p><span style="color: Black">Yüce, kâmil, eşsiz sıfatlarının bir bölümü âyette zikredilen yüce Allah’a, kulların ebedi gibi gördükleri kâinatı korumak, gözetmek ve yönetmek elbette güç gelmeyecek, O’nu yormayacak, meşgul dahi etmeyecektir. Çünkü O yücelerden yücedir, kimse bilmez nicedir.</span></p></blockquote><p></p>
[QUOTE="Gönül sızım, post: 99290, member: 1049"] [COLOR="Black"]Allah’ın kürsüsü zikredildiği için “Âyetü’l-kürsî” adıyla anılan bu âyet hem muhtevası hem de üstün nitelikleri nedeni ile dikkat çekmiş, hakkında hadisler varit olmuş, çok fazla okunmuş, şifa ve korunmaya vesile kılınmıştır. Keli-me-İ şehâdet ve îhlâs sûreleri nasıl İslâm inancının özünü ihtiva ediyor ve insanlara Allah Teâlâ’yı tanıtıyorsa Âyetü’l-kürsî de onlardan daha geniş ve detaylı şekilde bu niteliği taşımaktadır. İnsanı imana götüren deliller, aktım kullanarak üstünde düşüneceği “kendisinde ve yakından uzağa çevresinde (enfüs ve âfâk)”, peygamberleri desteklemek üzere Allah’ın onlara lütfettiği mucizelerde ve vahiy yoluyla yapılan “sağlam delillere dayalı sözlü açıklamalarda görülür. Bu âyet gerçek mabudu arayanlar için eşsiz ve başka hiçbir kaynaktan elde edilemez bir açıklamadır, delildir. Şevkânî’nin Buhârî, Müslim, Nesâî, Ahmed b. Hanbel, benzeri sahih kaynaklardan derlediği hadislerden birkaçı dahi bu âyetin önemi konusunda bir düşünce edinmeye yetecektir: Hz. Peygamber, Übey b. Kâ’b’a “Allah’ın kitabından hangi âyet en büyüğüdür” diye sorup “Âyetü’l-kürsî‘dir” cevabını alınca onu kutlamıştır. Allah varlığı ezelî, ebedî, zaruri ve kendinden olan, her şeyi yaratan, her şeyin mâliki ve mukadderatının hâkimi, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan… yüce mevlânın öz ismidir. Bu öz isim zikredildikten sonra hem O’nun vahdaniyeti (birliği, tekliği) hem de İslâm’ın getirdiği imanın tevhid (Allah’ı birleme, bir bilme) niteliği açıklanmak üzere “O’ndan başka tanrı yoktur” buyurulmuştur. Müşrikler elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Bunlar cansız eşyadan yapılmaktadır. Canı dahi olmayan varlığın ilâh olamayacağını ifade etmek üzere hemen arkasından “O diridir” buyurulmuştur. Evet Allah diridir, O’nun hayat sıfatı vardır ve tıpkı diğer isimleri ve sıfatlan gibi bunun da mahiyetini ancak kendisi bilmektedir. Gerek Araplar’daki gerekse öteki kavimlerdeki müşriklerin çoğu büyük bir Allah’a inanmakla birlikte bunun beraberinde -her birine bir işlev tanıdıkları- sözde tanrılara inanmışlardır. Bu inanç tevhide aykırıdır. Tevhidi açıklayarak başlayan âyet, Allah Teâlâ’mn “kayyûm” sıfatını zikrederek “küçük, aracı, özel görevli… tanrıtar”a gerek bulunmadığını ifade etmektedir. Çünkü kayyûm, “bütün varlıkları görüp gözeten, yöneten, bir an bile onları bilgi ve ilgisi dışında tutmayan” anlamına gelir. “Onu ne uyku basar ne uyur” cümlesi, hay ve kayyûm sıfatlarını pekiştirmekte ve biraz daha anlaşılmasını sağlıyor. Uyku basan yada fiilen uyuyan birinin gözetim, idare, koruma gibi işleri yerine getirmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ’mn kayyûmluğu kâmil ve kesintisiz olduğuna, daha doğrusu kayyûm sıfatı bunu ifade ettiğine göre O’nu ne uyku basar ne de uyur. [B]Yerde ve gökte ne varsa -başka hiçbir kimseye değil- O’na aittir; yaratanı da gerçek sahibi de O’dur. [/B] Âyetin bu mânayı ifade eden parçası “Yalnız O’na aittir” kısmıyla tevhidi öğretirken “başkasına değil” manasıyla de şirkin çeşitlerini reddetmektedir. Nedeni ise müşrik toplumlar varlıkları yaratılış, aidiyet ve yetki bakım¬larından türlü tanrılar arasında paylaştırmışlar; meselâ yıldız, gök, yer… tanrılarından söz etmişlerdir. “Yerde ve gökte” tabiri Arapça’da “tüm varlıklar” mânasında kullanılmakta, adına yer ve gök denilmeyen yada maddî mânada yere ve göğe dahil bulunmayan mekânlar ve buradaki varlıklar da bu ifadenin içine girmektedir. Allah’a ortak koşan kâfirlerin bir bölümü, bu ortakların O’na denk olduklarına değil, O’nun nezdinde reddedilemez şefaat, geri çevrilemez aracılık hakkına sahip bulunduklarına inanmakta ve putlara bu anlayış içinde tapınmaktadırlar, “Allah katında, O izin vermedikçe hiç bir kimse şefaat edemez” mânasındaki cümle bu inancın asılsızlığını ortaya koymakta; şefaatin de izne bağlı bulunduğunu, O izin vermedikçe ve dilemedikçe kimsenin böyle bir yetki ve imkâna sahip olamayacağını özlü ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir. Allah katında kendisine şefaat izni verilenlerin durumu ve yetkileri, ödül törenlerinde ödülleri vermek üzere kürsüye çağrılan şeref konuklarınkİne benzemektedir. Ödülün kime verileceğini bilen ve belirleyen onlar değildir. Fakat bu merasimi tertipleyenlere göre onlar, şerefli, saygıya lâyık, büyük kimseler olduklarından kendilerine böyle bir imtiyaz verilmiştir. Allah katında şefaatlerine İzin verilecek olanlar da Allah’a yakın ve sevgili kutlar olacaktır. Allah’tan başka tüm şuur ve bilgi sahiplerinin bilgileri sınırlıdır, doğru da yanlış da olmaya açıktır. Bu genel gerçek şefaat meselesine uygulandığında kimin şefaate lâyık olduğunun da fakat Allah tarafından bilineceği anlaşılır. Nedeni ise dış görünüşü (mâ beyne eydîhim) itibariyle şefaate lâyık görülenlerin, kullar tarafından görülemeyen ve bilinemeyen iç yüzleri (mâ halfehüm) itibariyle böyle olma tnaları mümkündür. Allah birdir ve yalnızca O İbadete lâyıktır; çünkü O’ndan başka olmuşu, olacağı, gizliyi, açığı, geçmişi, geleceği, görüleni, gaybı bilen bulunmamaktadır. Kürsî (kürsü), “koltuk, iskemle, taht” anlamlarına gelir. Mecazı şekilde saltanat, hükümranlık, mülk mânalarında da kullanılmaktadır. Allah Teâlâ’nın üzerine oturulan maddî alet mânasında kürsüsü olamayacağından -çünkü bu O’nun bizzat açıkladığı yüce sıfatlarına aykırı düştüğünden- burada kürsüden bir başka mânanın kastedilmiş olması gerekir. Esasen Kur’an’da Allah’a nispet edilen, “Allah’ın…” denilen her şeyi, O’nun varlığına dahil veya kullandığı bir şey olarak anlamak da doğru değildir. Meselâ “Allah’ın evi, Allah’ın ruhu, Allah’ın emri, Allah’ın kölesi” tamlamalarında Allah’a ait olan şeyler böyledir. Bunlar ne O’nun varlığının bir parçasıdır ne de kullandığı araçlardır; önem ve şereflerinden dolayı O’nun” diye tanımlanmışlardır, tbn Abbas’a göre kürsüden maksat ilimdir. O’nun İlmi her şeyi kaplar. Âyetin bu kısmını, “kürsüden maksat O’nun hükümranlığıdır ve buna sınır yoktur, hiçbir şey onun dışında kalamaz” yada “Allah semavatı, arzı, arşı Kur’an’da zikretmiş, fakat bunlardan maksadın ne olduğunu açıklamamıştır. Kürsüsü de böyle bir varlıktır, yerleri ve gökleri İçine alacak kadar geniştir. Ne ve nasıl olduğunu ise ancak kendisi bilmektedir” şeklinde anlamak mümkündür. Yüce, kâmil, eşsiz sıfatlarının bir bölümü âyette zikredilen yüce Allah’a, kulların ebedi gibi gördükleri kâinatı korumak, gözetmek ve yönetmek elbette güç gelmeyecek, O’nu yormayacak, meşgul dahi etmeyecektir. Çünkü O yücelerden yücedir, kimse bilmez nicedir.[/COLOR] [/QUOTE]
Adı
İnsan doğrulaması
Günün ilk namazı hangi namazdır
Cevap yaz
Ana sayfa
Forumlar
İSLAMİ PAYLAŞIMLAR
Kuran-ı Kerim
Ayetel Kürsi manası, meali, açıklaması
Üst
Alt