Alenî dâvet (Bir mu’cize)

Denge_35

Başarılı Kardeşimiz
Üyemiz
Katılım
29 Nisan 2011
Mesajlar
269
Tepkime puanı
27
DmWvD.gif

Bir mu’cize


Kapta bulunan et bir kişilikti. Sadece bir insanı doyurakcak kadardı. Kaptaki süt de o kadardı.​
Resûl-i Ekrem, eti parçaladı ve ziyâfette bulunanlara, “Bismillah, buyurun” dedi.​
İstisnasız davette bulunanların hepsi o bir parça etten doyasıya yediler. Bir de ne görsünler, çok az eksilmiş haliyle et yine yerinde duruyor. Hayrette kaldılar.​
Kaptaki sütü içmeye başladılar. Kanasıya içtiler ve sütün eksilmediğini gördüler. Şaşırdılar!​
Yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz, söze başlamak üzere iken, Ebû Leheb müdâhale etti ve topluluğa hitaben şöyle dedi:​
“Şimdiye kadar böyle bir sihir görmedik. Arkadaşımız sizi büyük bir büyü ile büyüledi.” Sonra da Kâinatın Efendisine hakarette bulunacak kadar ileri gitti ve topluluğu dağıtmak için ileri geri konuştu.​
Peygamber Efendimiz, konuşmaya fırsat bulamadan davettekiler dağıldılar.​
Resûl-i Ekrem, neticesiz kalan bu ziyafetten sonra, ikinci bir ziyafet daha tertipleyerek yine Hazret-i Ali vasıtasıyla yakın akrabalarını bir araya topladı. Yemek yendikten sonra, ayağa kalktı ve şöyle bir giriş yaptı:​
“Hamd yalnız Allah’a mahsustur. Ben de Ona hamdederim. Yardımı ancak Ondan isterim. Ona inanır, Ona dayanırım. Şeksiz şüphesiz bilmekle beraber size de bildiririm ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur.”​
Sonra da maksadını şöyle açıkladı:​
“Herhalde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip âilesine yalan söylemez. Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam(!) yine size karşı yalan söylemem. Bütün insanları kandırmış olsam, yine sizi aldatmam.​
“Sizi Ondan başka ilâh olmayan Allah’a îmâna dâvet ediyorum. Ben de Onun, hususan size ve umumî olarak da bütün insanlığa, gönderdiği Peygamberiyim.”​
Maksadını böylece hülâsa eden Resûl-i Ekrem Efendimiz sözlerine şöyle devam etti:​
“Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Bu da, ya devamlı Cennette veya temelli Cehennemde kalmaktır. İnsanlardan âhiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler sizlersiniz.”1​
Peygamber Efendimiz konuşmasını bitirince, Ebû Talib ayağa kalktı ve şöyle dedi:​
“Sana, severek ve candan yardım edeceğiz. Öğütlerini benimsedik ve kabullendik. Sözlerini de tasdik ettik. Bu toplananlar senin atanın oğullarıdır. Ben de haliyle onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, onlardan koşacak olanların —and olsun ki—en çabuğu da benden başkası değildir.​
“Sen, emrolunduğun şeye devam et. Vallahi, etrafını kuşatıp seni korumaktan bir an dahi geri durmayacağım. Nefsimi Abdülmuttalib’in dinini bırakmak hususunda bana itaat eder bulmadım. Artık, ben onun öldüğü dinde öleceğim.”​
Diğer amcaları da bu sözleri tasdik ettiler ve Efendimizin hoşlanmayacağı hiçbir şey söylemediler. Sadece biri müstesna: İslâm dâvâsının başından beri muhalifi bulunan Ebû Leheb. Ortaya atıldı ve şöyle dedi:​
“Ey Abdülmüttaliboğuları,bu, vallahi bir kötülüktür. Başkaları onun elini tutup bundan alıkoymadan önce, siz onun ellerini tutup bundan vazgeçirin. Eğer, siz bugün ona itâat edecek olursanız, zillet ve hakarete uğrarsınız ve onu muhafaza etmeye kalkışırsanız, öldürülürsünuz.”​
İslâmın bu azılı düşmanına cevap, Peygamber Efendimizin kahraman halası Hz. Safiyye’den geldi:​
“Ey kardeşim! Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız, hor ve hakir bırakmak sana yaraşır mı? Vallahi, bugün yaşayan âlimler, Abdülmüttalib’in neslinden bir peygamberin çıkacağını haber veriyorlar. İşte o peygamber budur” dedi.​
Ebû Leheb, kız kardeşinin bu ulvî konuşmasına küstahca şu karşılığı verdi:​
“And olsun ki, bu boşuna bir umuttur. Zaten, kadınların sözleri, erkeklere ayak bağı ve köstek mesabesindedir. Kureyş âileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayaklandığı zaman, onlara karşı koyacak bizim ne kuvvetimiz var? Vallahi, biz onların yanında yutulacak bir lokma gibiyiz.”​
Ebû Leheb’in bu konuşmasından Ebû Talib fazlasıyla rahatsız oldu:​
“Ey korkak,” dedi, “vallahi biz sağ oldukça, ona yardım edeceğiz ve onu koruyacağız.”​
Sonra da Resûl-i Ekrem Efendimize dönerek, “Ey kardeşim oğlu! Dâvet etmek istediğin zaman bilelim; silahlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız.”1​
O âna kadar sadece konuşulanları dinleyen Peygamber Efendimiz, ayağa kalkarak şöyle bir konuşma yaptı:​
“Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde benim size getirdiğim, dünya ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstün ve hayırlısını kavmine getirmiş başka bir kimse bilemiyorum.​
“Ben, sizi dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki; o da: “Eşhedü en lâ İlâhe İllallah ve eşhedü enne Muhammede’n-Resûlullah [Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, Onun resûlü olduğuna şehadet ederim] demenizdir.”​
Sonra da, “O halde, hanginiz bu yolda bana icabet ederek, vezirim ve yardımcım olur?”2 diye sordu.​
Kimseden ses çıkmadı. Bütün başlar öne eğildi. Gözler, Peygamberimize bakacak takatı kendilerinde bulamıyorlardı. Sadece biri vardı, Resûlullahın mübârek gözlerine dikkatle bakan. Bu, henüz 12-13 yaşlarında bulunan Hz. Ali idi. Ayağa kalktı. Fakat, Peygamberimiz ona, “Sen otur” dedi.​
Resûl-i Ekrem Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı. Üç seferinde de cevap sadece Hz. Ali’den geldi:​
“Yâ Resûlallah! Sana, ben yardımcı olurum. Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de.”3​
Bu söze kimisi dudak büktü, kimisi hayret etti, kimisi de alaylı alaylı gülümsedi: Sonra da hâdiseyi ciddiye almadan toplantıyı terk ettiler.​
Hz. Ali’nin küçük yaşındaki bu kahramanlık ve cesareti Nebiyy-i Muhterem Efendimizi fazlasıyla sevindirdi. Toplantıdan istediği neticeyi alamamaktan dolayı ise ne üzüldü ve ne de ye’se kapıldı. Zira, vazifesinin sadece hak ve hakikatı tebliğ etmek olduğunu biliyordu. Hidâyeti ise ancak Cenâb-ı Hak verebilirdi.​
4LB5F.gif



DmWvD.gif


4LB5F.gif
 
Üst Alt