9 - Tevbe Suresi Tefsiri

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
38- Ey iman etmiş olanlar! İman etmiş oldukları ötedenberi bilinenler, ne yapıyorsunuz, size böyle noldu ki, Allah yolunda seferber olunuz denildiği zaman, yere doğru ağırlaştınız, yere meylederek, yerin cazibesine kapılarak, yani dünya düşüncesine, yeryüzünün çekiciliğine dalarak işi ağırdan aldınız, tembellik ve uyuşukluk gösterdiniz, yahut sefere çıkmayı ağır gördünüz, korku ve kederinizden yerlere yığılakaldınız.

Rivayet olunduğuna göre, bu durum, hicretin dokuzuncu yılında Tebük Seferi'ne çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman meydana gelmişti. O zaman Huneyn ve Taif seferinden yeni dönülmüş bulunuluyordu. Vakit de yaz sıcağının pek şiddetli olduğu bir döneme rastlamıştı ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bununla beraber Medine'nin hurmaları yetişmiş, gölgeleri de güzelleşmişti. Ayrıca gidilecek yer uzak, düşman da sayıca çok ve techizat bakımından da güçlü idi. Rum askeri üzerine gidilecekti. Buna göre diğer gazalardan daha fazla hazırlığa ihtiyaç vardı.

Bu gibi sebeplerden dolayı bu seferberlik ilanı birçoklarına ağır gelmişti, bu orduya "Ceyşi Usret = Zorluk Ordusu" adı verilmişti. Böyle birçok müşkilat içinde teçhiz edilebilen piyade ve süvarilerin toplamı yirmi bin kişilik bir ordu ile Hz. Peygamberimiz Tebük istikametine hareket buyurmuş, bedevî kabilelerinden birçokları ve müminlerden bazıları ve birçok münafıklar sefere katılmamışlar, evlerinde kalmışlardı.

Bu sûrenin nüzul sebeplerinden bir çoğu bu Tebük seferi sırasında meydana gelmiş olduğundan bu âyetten başlayarak o sefer sırasında meydana gelmiş olan birçok hoşa gitmeyen durumları açıklamak ve tenkid etmek ve ondan sonra o gibi hallerin meydana gelmemesi için onları uyarmak suretiyle genel bir tevbekârlık şevkiyle müminlere yeniden moral verilmiştir. Şu halde buradan itibaren "berâet" konusu içinde bulunan "tevbe" konusuna giriyoruz. İlk önce Allah yolunda cihad ve seferberlik emrine karşı ağır davrananları kınayan bir ifadeyle söze başlandığını görüyoruz. Bu hitabın "nesîy" âyetinin hemen arkasında yer alması ne kadar anlamlıdır. Aslında bu âyetler nüzul bakımından nesîy âyetinden önce gelmiş olduğu halde, tertibinde onlardan sonraya konması gösterir ki, bu hitap o günlerden ziyade ileride gelecek müslümanlara yöneliktir.

"Nefr" lugat anlamıyla heyecan verici bir emirden dolayı fırlayıp ileri çıkmaktır. Ürküp kaçmak demek olan nüfur da bu kökten gelmektedir. Fakat nüfur yalnızca kaçıp kurtulmak için olumsuz anlamda kullanıldığı halde "nefr" düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmak anlamında kullanılır. Böyle evlerinden çıkıp bir yere toplanan cemaate "nefir", onlardan her birine nefer denilir. Önderin, insanları cihada teşvik etmesine de istinfar adı verilir ki, dilimizde buna "seferberlik emri", Frenkler'de "mobilizasyon" denir. Yani halkı yerinden kaldırıp harekete geçirmek demektir. Söz konusu istinfar, yani seferberlik ilanı ya genel, ya özel anlamda olur. Genel anlamda olanına "nefîr-i âm" denilir ki, bu bizim eski dilimizde de aynen kullanılırdı. "Allah yolunda seferberlik edin!" mutlak ve genel anlamda olduğu için her iki şeklini de kapsamı içine almaktadır. Demek ki, Allah yolunda seferberlik emri verilince şekline göre hemen icabet etmek farzdır. Burada işi ağırdan alanlar bile kınanmıştır, azarlanmıştır. Elbette bu ağırdan alma işi müminlerin hepsinde meydana gelmiş değildir. Fakat bir bütünlük meydana getirmesi gereken bir toplum içinden bazılarının ağırdan alması, bütünün hareketini ağırlaştırıp aksatacağından ve seferberliğin vaktinde tamamlanamayıp ordunun gecikmesine de sebep olacağından, bunun da zararının bütün müslümanlara dokunacağı bilindiğinden hitap şekli böyle irad buyurulmuştur, ki:

Niçin ağır aldınız, dünya hayatına (o alçak hayata) razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının menfaatı ahirette, ahiret hayatının yanında, pek az, pek aşağılık bir şeyden başkası değildir.

39- Eğer nefîr olmazsanız (yani Allah yolunda birlik olup, seferberlik halinde topyekün savaşa katılamazsanız) O sizi, pek acı bir azap ile cezalandırır. O sebeple Allah başınıza, kolay kolay altından kalkamayacağınız acı bir felaket getirir. O hoşlandığınız, o uğruna cihadı terk veya ihmal ettiğiniz dünya hayatınızı kıtlık, sefalet, mağlubiyet ve mahkumiyet gibi çok acıklı sebeplerle elinizden alır, sizi perişan eder. Ve başka bir kavimle size yer değiştirtir. Yerinizi, yurdunuzu sizin elinizden alır, başka bir kavme verir. Emirlerini onların eliyle yerine getirir, onlara infaz ettirir. Siz imanı ve cihadı terk ederseniz, sizi yok eder, sizin yerinizi alacak başka insanlara iman nasip etmek suretiyle onları peygamberine yardımcı kılar. Ve siz ona, o peygambere hiçbir zarar veremezsiniz ve Allah'ın her şeye gücü yeter.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
-40-
Eğer siz ona, o peygambere gerek topluca (nefir halinde), gerek teker teker yardım etmezseniz, Allah ona kesinlikle yardım eder. Zira bu bir hakikattir ki, Allah onu mansur kılmıştır. Yardımına mazhar etmiştir. Hem bakınız ne kadar kısa bir zamanda Kâfirler onu yurdundan çıkardıkları vakit, Mekke'den çıkmasına sebep oldukları vakit, ikinin birisi iken, ki ikisi de mağarada idiler, ikisi de o mağarada bulundukları sırada, (bu mağara Mekke'nin Güney-Doğu tarafında Sevr dağının tepesinde bulunan bir mağaradır. Enfâl Sûresi'nde "O vakit o küfredenler, seni tutup hapsetmek veya öldürmek, yahut Mekke'den çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı." (Enfâl, 8/30) âyetinin tefsirine bkz.) işte tam o mağarada iken o, arkadaşına, (biricik dostu ve yoldaşı olan Ebu Bekir'e): "Hiç üzülme, çünkü Allah bizimledir." diyordu. Yani yardımıyla ve korumasıyla daima beraberimizdedir, gözeticimiz ve yardımcımızdır. O, yakınlarına sahip çıkacak, onlara hüzün bile verdirmeyecek, nerede olursak olalım bizi koruyacak ve himayesi hep üstümüzde olacaktır. Artık bu kesin iken hüzne yer yoktur, diyerek arkadaşına teselli veriyordu, onu hüzünlenmekten men ediyordu. Rivayet olunduğu üzere, bu sırada müşrikler izleri takip ede ede gelmişler, mağaranın önünde ve üstünde dolaşıyorlardı. Bu anda Ebu Bekir, korkmuş ve üzülmeye başlamıştı. "Ya Resulallah, ben ölürsem, nihayet bir kişiyim, sıradan bir insanım, fakat sen öldürülürsen Allah'ın dini yok olur gider." diyerek üzüntüsünün asıl sebebini dile getirmişti. Resulullah da o durumda, yani üçüncüleri Allah olan o ikinin ikincisine "neden şüpheleniyorsun?" "Üçüncüsü Allah olan bu iki için ne diye üzülüyorsun?" Yani durum böyle iken neye endişe ediyorsun, endişen niye? "Üzülme Allah bizimle beraberdir." dedi. Allah da derhal ona, o arkadaşının üzerine sekinetini indirdi. Öyle hüzün içindeki bir anda bile peygamberinin gönlüne herhangi bir ...ün kondurmadıktan başka onun feyzi ile arkadaşı Sıddık'ın hüznünü def'edip kalbine bitmez tükenmez bir huzur ve itminan verdi, rahmetiyle onu hüzünden bir anda uzaklaştırdı. Şöyle bir düşünülsün, Mekke'de Resulullah'ı öldürmek maksadıyla evini dört bir yandan kuşattıkları ve Resulullah'ın onlara görünmeden geceleyin çıkıp Ebu Bekir'in evine gidip, onu da yanına alarak Sevr dağındaki mağaraya gittiği o hicret günleri ne tehlikeli günlerdi .Ve o kadar düşmanın her tarafı didik didik aradıkları iki zatın bir ıssız mağarada saklandıkları korkulu saatler... Ve öyle bir zamanda bile Resulullah'ın arkadaşına "Üzülme, Allah kesinlikle bizimledir." dediği anlar.Ve işte böyle bir anda bile Resulullah'ın hiçbir hüznü caiz görmeyen o iman ve yakın hali, o iman, metanet ve sekineti, ne ilâhî bir kuvvet, ne i'cazkâr bir müjdedir. Sonra öyle kutsal bir endişe ve hüzünle sızlayan bir gönül, bu müjde üzerine derhal onu tasdik edip ilâhî bir sekinet ile o anda huzura kavuşsunte Sıddık'ın kalbindeki sadakat ve imanu nasıl bir sadakat, bu ne kadar yüksek bir iman!Ve o anda hakka'lyakîn tecelli eden ilâhî beraberlik ve ilâhî rahmetten inen rabbani sekinet ne ezeli bir hakikat, ne sonsuz bir rahmet ve nusrettir.

İşte Allah, Resulünü böylesine müşkül durumlarda bile yalnızlığa terk etmedi. Daha dün denecek kısa bir zaman önce o durumlardan kurtarıp Mekke'nin fatihi durumuna getirdi. Onu işte böylesine mansur ve muzaffer kıldı ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi ve o kâfirlerin kelimesini, küfre davetlerini süfli kıldı, onu alçalttıkça alçalttı. Öyle ki, en alçak kelime o oldu. Birine kâfir demek en büyük hakaret sayılır oldu halbuki Allah'ın kelimesi, (yani kelime-i tevhid ki), "Allah'dan başka tapacak yoktur." sözü en yüce olan odur. En üstün, en yüce kelimedir. Ve Allah aziz, (yani güçlüdür), hakim (hikmet sahibi)dir. Yenilmez, yanılmaz, onunla uğraşılmaz, hükmüne, kararına karşı gelinmez, O'nun koruduğu yok edilmez, kahrettiği de kurtarılamaz. Sebepler O'na değil, O sebeplere hükmeder. Hükmü ve tedbiri de ayniyle hikmettir. O'nun şanı ve celali başkalarının yardımına muhtaç olmaktan münezzehtir. Kulların Allah'ın dinine yardım ve Allah'ın kelimesini yüceltmek için nefir halinde topyekün cihadla emrolunmaları hem onun kulları üzerindeki bir hakkı, izzeti ve şanıdır, hem de onların menfaatlarının gereği olan bir hikmettir.

-41-
Bundan dolayı "Allah için seferber olunuz." denildi mi, hemen kendiliğinizden hifafen ve sikalen koşup toplanınız. Yani gerek yeyni, gerek ağır, hangi halde olursanız olunuz, yani gerek size kolay gelsin, gerek ağır gelsin, genç ve ihtiyar, bekar ve evli, işsiz ve meşgul, fakir ve zengin, piyade ve süvari, ister ağır silahlarla ister hafif silahlarla, kendi durumunuz ve silah durumunuz her ne ise savaşa katılabilenleriniz, hepiniz hiç beklemeden akın akın nefir olunuz, mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Hem malla, hem canla katılmaya gücü yeten ikisiyle birden, yalnız malla katılabilen malıyla, yalnız canıyla katılmaya gücü yetenler de canıyla gücü yettiği ölçüde cihad etsin. Hepiniz topyekün cihada katılınız. Böyle topyekün cihad sizin için hayırlıdır, tamamen hayırdır, eğer bilir iseniz. Yani hayrın ne olduğunu bilmek melekesine ve duygusuna sahip iseniz biliniz bu sizin için hayırdır. Bilirseniz cihada koşarsınız.

Bu kayıt da hayır olan cihadın ilme, yani bu işi iyi bilmeye bağlı olduğuna bilginin özünün de hangi işin daha hayırlı olduğunu bilmek demek olduğuna işaret vardır. Şu halde kılıçla cihadın temeli dahi bilgidir, eğitimdir. Ayrıca dış düşmanları tanımadan evvel kişinin kendi kendisini tanıması, bilgisizlikten kurtulup cehaletini yenmesidir ki, bu da nefse karşı cihaddır. Buna "cihadı ekber" denilir. Taberi tefsirinde, Berâet Sûresi'nin ilk nazil olan âyetinin âyeti olduğu hakkında iki ayrı rivayet zikrolunmuştur. Mücahid'den de bu sûrenin ilk nâzil olan âyetinin (âyet, 25) olduğu hakkında bir rivayet vardır ki, söz konusu âyette ilâhî nusret tarif olunmuş ve Tebük Seferi için teşvik ve terğib olarak gelmiştir, diye de naklolunmuştur. (Bu konuyla ilgili olarak bu sûrenin 91. ve 122. âyetlerin tefsirine bkz.)

Ebu Bekir Cessas'ın "Ahkâmı Kur'ân"da zikrettiği üzere: Mal ile cihad iki şekilde olur: Birisi malını, savaşta kendisine lazım olacak hayvan, silah alet ve edavat, araç gereç erzak vs. gibi levazım ve mühimmata sarfetmektir. Diğeri de öbür mücahitlerin ihtiyaçlarına harcamaktır. Nefisle, yani bizzat şahıs olarak katılacağı cihad ise türlü türlüdür. Bizzat savaşa katılmak, savaşa katılacakları bilgilendirmek için eğitim görevi yapmak, cihadın ahkamını ve önemini anlatmak, bu konuda Allah Teâlâ'nın emirlerini talim eylemek, komutan olarak bizzat savaşı yönetmek, düşmanın harekatı, ihtiyaçları ve eksikleri hakkında bilgi toplamak için istihbarat görevi yapmak ve savaş hakkında kendi bildiklerini ve tecrübelerini ilgililere bildirmek ve Allah rızası için bu yönde çeşitli hizmetler vermek. Hasılı müslümanları güçlü kılacak ve düşmanı vehim ve şüpheye düşürecek her türlü çaba ve gayret bizzat savaşa katılmak sayılır. Şu halde bu gibi hizmetlere koşarken kendi cebinden harcayacağı paralar da mal ile cihada girer. Bu konuda Allah rızası için çaba harcamak, herşeyden önce kendi nefsinin tembelliğine ve ataletine karşı, rahatına düşkünlüğüne karşı yapılmış bir fedakârlıktır. Malını, bu uğurda harcaması da mala mülke olan ihtirasını yenmeye yönelik bir fedakârlıktır. Bu da kişinin kendisiyle ilgili gerçek hayrı ve şerri, fayda ve zararı hakkıyle ayırdedebilmesine, bu da yüce hayrı bilmesine bağlıdır.

Seferberlik emrine karşı ağır davrananlara kesinlikle bir azarlama yapıldıktan sonra bu âyette "nefir-i âm", yani topyekün savaş için seferberlik emri bütün ayrıntılarıyla tebliğ edilmiştir. Ardından da uydurma mazeretler gösterip savaşa katılmayanların, bu konuda fedakârlık gösteremeyenlerin alçaklıklarını ve münafıkların, nifak ve fitne çıkarmak için giriştikleri çeşitli oyunları ve düştükleri kötü durumu tasvir ve açıklamak üzere, Hz. Peygamberimiz'e yönelik bir hitap ile buyuruluyor ki:
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
-42-Ya Muhammed! Eğer o davet olundukları hedef, yakın bir kelepir ve orta halli bir sefer olsaydı kesinlikle peşine takılırlardı, hepsi arkana düşer, seninle yola çıkarlardı. O katılmayanlar evlerinde kalmazlardı, Allah rızası için olmasa bile kolay elde edecekleri o menfaat için hemen arkandan gelirlerdi. Lâkin o şukka (yani o meşakkatli uzun mesafe), onlara uzak geldi. O cihada katılmayanlar, öyle zahmetli işe gelemezler, başarıyı uzak görürler, ihtimal verseler bile zahmet ve mücahede ile elde edilecek büyük işlere yanaşmazlar. Uzun mesafeler alarak dünyanın en kuvvetli devletine Bizans ordularına karşı gidip göğüs göğüse cihad etmek gibi bir mühim hizmet ve şerefli iş, o kelepircilerin himmetlerinden alçak uzak düştü. Onun için sana uyup arkandan gelemediler, yerlerinde kaldılar. Göreceksin, yakında bunlar, Allah'a yemin ederek "Gücümüz yetseydi kesinlikle biz de sizinle beraber cihada çıkardık." diyecekler.

Bu cümle gaybden bir haberdir ve Tebük Seferi'nin başarı ile sona ereceğini bildiren bir müjdedir. Yani siz onların uzak ve zahmetli görüp katılmadıkları bu seferden yakında zaferle döneceksiniz ve o zaman onlar size katılmadıkları için özür beyan edecek ve size hulus çakmak için yalan yere yemin edecekler.

Kendilerini helak eyliyecekler. Zira yalan yere yemin etmek kendini helake sürüklemek demektir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz demiştir ki; "Yalan yere yemin, yurtları ıssız bırakır." İkinci bir mânâ olarak, yemin edercesine, helak edercesine, parçalarcasına yemin edecekler. Üçüncü bir mânâ da en ön safta çarpışıp ölürcesine cihad edeceklerine dair yemin ederler. Yani "Eğer biz cihada katılacak olsaydık ölüm tehlikesi karşısında bile hiç göz kırpmadan savaşırdık." diye yemin edeceklerdi. İşte böyle iddialı bir şekilde yemin edecekler. Allah ise bilir ki, gerçekte bunlar kesinlikle yalan söylüyorlar, yalancıdırlar. Gerek "gücümüz olsaydı beraber çıkardık" bahanelerine, gerekse kendilerini göz kırpmadan tehlikeye atacaklarına dair yaptıkları yemine, hepsine birden ait olmak üzere yalan söylediklerini ifade ediyor. Yani dedikleri de, demek istedikleri de, yeminleri de yalandır. Çünkü cihada katılmamalarının sebebi güçlerinin yetmeyişi değildi. Güçleri vardı ve isteselerdi çıkabilirlerdi, öyle iken çıkmadılar. Bu âyet dolayısıyla delalet ve işaret eder ki, savaşa katılacak gücü olmayanlar "Hafif hazırlıkla ve ağır hazırlıkla topyekün savaşa katılın." emrinin kapsamı içine girmezler. Bu emir, az çok gücü yetenlere ait bir emirdir.

Özetle, Ya Muhammed, siz bütün zorluklara rağmen bu seferde başarılı olacaksınız ve o alçaklar, o savaşa katılmayan yalancılar ve o fitneci münafıklar, size hulus çakmak için, size yaranmak için yalan yere yeminler edip, sizi inandırmaya çalışacaklar ve kendilerini helak edercesine çaba harcayacaklar.

43- Allah senden affetti. Bu hitap daha önce Hudeybiye Olayı üzerine nazil olmuş ve Hz.Peygamber'in gelmiş geçmiş ve gelecek kusurlarının bağışlanmış olduğunu bildiren (Fetih 48/2) âyetindeki müjdeyi hatırlatır. Bu hatırlatma ise Tebük Seferi'nin Hudeybiye tarzında meşakkatli bir sefer olduğuna ve bazı bakımlardan onun bir benzeri ve tamamlayıcısı durumunda bulunduğuna ve arkasında da onun gibi büyük bir fethi gizlediğine işaret anlamına gelir. Yani nasıl ki, Hudeybiye seferi ve muahedesi herkesin, dış görünüşü itibariyle karşı çıktığı, fakat sonuçta Mekke'nin fethiyle noktalandığı ve Arap yarımadasında şirkin mağlubiyetine, İslamiyet'in yayılıp yücelmesine başlangıç olmuşsa, yani yeni bir devir açmışsa, bu Tebük Seferi de onun gibi, dış görünüşüyle zor ve meşakkatli bir sefer olmasına rağmen müşriklerden bir berâet olarak İslâmiyetin bütün âleme yayılmasına ve zuhuruna bir başlangıç teşkil edecek yepyeni bir feth-i mübindir.

Bununla beraber örfteki anlamıyla "afv" bir günah, bir kusur ile ilgili olacağından bütünüyle gözü, özü ve gayreti takvaya yönelik olan kurbiyyet (yakınlık) ehline ve masum kimselere bir af bildirisi ne kadar büyük bir müjdeyi içine alırsa alsın, o ölçüde de endişe ve heyecana yol açan bir üzüntü sebebi olabilir. Çünkü kurbiyet ehli olan ebrarın asıl hedefi, cezadan kurtulmak değil, zenbin kendisidir. Onların gözünde günahın işlenmesi, ona verilecek cezadan daha ağırdır. Şu halde bütün gayeleri, Allah rızasını aramak ve gözetmek, yüceliklere erişmek olan, Allah tarafından kendilerine bırakılmış olan ve ictihada dayanan hususlarda bile Allah katında evla ve efdal olanı isabetle tayin edememekten başka bir günah düşünülemiyecek olan bu gibi kimseler hakkında sitem bile büyük bir ceza yerine geçeceği için, bunlara "affolundun" diye hitap etmek bile, onların temiz duygu ve düşüncelerini olağanüstü bir heyecanla harekete geçireceğinden ve yüreklerini titreteceğinden "Eyvah ben ne yaptım!" diye üzülmelerine sebep olur. Bu bakımdan "Allah seni affetsin." müjdesi bile, mesela "Allah senden razı olsun." gibi bir sevince vesile olmaz da daha fazla dikkatli olmaya yönelik bir tenbih anlamı ifade eder. Bu makamda böyle bir tenbihin ise hikmetleri ve nükteleri pek çoktur ve önemlidir: Birincisi, Resulullah'ın yukarıdan beri yapılagelen övgüleri, Allah'la beraberliği ve buna bağlı olarak zaferleri açıklandıktan sonra bu âyette yer alan böylesine sitem dolu bir hitaba ihtiyaç duyuluyordu. Çünkü bu hitapta onun risaletinin gerçekliği ve geçerliliği ile beraber yine de bir kul, bir insan olduğunu açıklamakla hıristiyanların Hz. İsa hakkında düştükleri aşırılığa benzer bir ifrattan müslümanları korumak hikmeti vardır ki, doğrudan doğruya hıristiyanlara karşı gidilen Tebük Seferi ile ilgili bir olay içinde geçmiş olması çok anlamlıdır. İkincisi Resulullah'ın taşıdığı sorumluluğun yüceliği ve bunun başkalarınkiyle kıyas kabul etmeyecek bir inceliği bulunduğunu anlatmaktadır. Öyle diğerleri affa uğramakla sorumluluktan kurtuldukları halde, Hz. Peygamberimiz mutlak afla müjdelenmiş olduğu halde sorumlu tutuluyor. Demek ki o, bir günahtan dolayı değil, yüce Allah'ın huzurunda bir anlık gafletten bile sorumlu tutulmaktadır. İrşad, hidayet, dikkat ve öğretimden sorumludur. Üçüncüsü, bütün ümmetin Allah korkusunu ziyadeleştirmek ve onları heyecanla tevbe etmeye teşvik amacı taşımaktadır. Allah Resulü bu açıdan dahi ümmetine örnek kılınmaktadır. Dördüncüsü de ileride gelecek olan "Ey Nebi! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı katı davran..." (Tevbe 9/73) emrine bir başlangıç olmak üzere, münafıklara karşı daha çetin olması gerektiği yolunda bir uyarıdır. Sözün gelişinden çıkan asıl sonuç da budur. "Allah seni affetsin" hitabı özellikle bu anlam ile aşağıdaki izin istediğin iradına bir giriş olmak üzere gelmiştir ki, toplu mânâsı şu demek olur:

Ey Muhammed! Allah senden gelmiş ve gelecek olan bütün kusurları bağışladı, üzüntü verecek bütün sebepleri ortadan kaldırdı ve sildi, sana müşkilat çıkarmak isteyen azgınların zararını giderip senin işlerini kolaylaştırdı. Senin kusur sayılabilecek neyin varsa hepsi, affolunabilecek her şeyin kesinlikle affolunmuştur. Sen öylesine ilâhî affa ve ilâhî desteğe sahipsin ve bütün bunlarla müjdelenmişsin.

Fakat niçin onlara izin veriverdin? O izin isteyenlere izin vermek için neden acele ettin? Yani işin icabı, şeriatın hükmü, yönetimin esası, her şeyin ciddi sebeplere ve kuvvetli delillere dayanmasını, yönetilenler üzerinde de etkili olmasını, birtakım faydalarının gözle görülür şekilde ortaya çıkmasını gerektirir.

Bir peygamberden beklenen de bunu en iyi ve en faydalı şekilde uygulamaktır. Böyle iken neden sen onlara hemen izin veriverdin? Gerçekten doğruyu söylemiş olanların durumu sana iyice belli oluncaya, yalandan mazeret uydurmadıkları kendi sözlerinden başka bir delil ile iyice ortaya çıkıncaya, ve yalancıların kimler olduğunu iyice bilinceye kadar beklemedin? O senden izin isteyenler içinde mazeret iddia edenlerin arasında doğru söyleyenler de vardı, yalancılar da vardı. İşin icabı da; doğru söyleyenleri yalan söyleyenlerden ayırmak ve gerektiği şekilde, her birinin durumuna göre muamele eylemek olduğunda, bilhassa vahiy bulunmayan yerlerde ictihadda maslahat ve ictihadın gereği bu ayırımı hakkıyla yapmak için mazeret iddiasını doğrulayan açık ve kuvvetli bir delil ile doğruluk ayan beyan ortaya çıkıncaya kadar bekleyip ihtiyatlı davranmaktı. Bekleseydin o yalancıları kesinlikle bilecektin. O zaman onlar mazur görülemeyecek ve izin alamayacaklardı. Böylece de yaptıkları nifakı yapamayacaklardı. Ne diye onlara hemen izin verdin de biraz bekleyip durumu tahkik eylemedin.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
44- Halbuki Allah'a ve ahiret gününe iman edenler canlarıyla ve mallarıyla cihad edeceklerinden dolayı senden izin istemezler. Cihad hususunda izin istemezler, geri kalmak istemezler. İmanları güçlü olan müminlerin cihad hususunda âdeti, cihaddan kalmak için izin istemek değildir, istememektir. Mümin ise zaten izin istemez. Muhacirin'in ve Ensar'ın ileri gelenleri, "Cihadda Resulullah'dan izin istemeyiz, çünkü Rabbimiz, defalarca onu emretti ve bizi ona teşvik eyledi. Elbette canlarımızla ve mallarımızla durmadan mücahede edeceğiz." derlerdi. Hatta Hz. Peygamberimiz, onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını emretmiş olsa onların gücüne giderdi. Nitekim Tebük Seferi'nde, Hz. Ali'ye Medine'de kalmasını emrettiğinde Hz. Ali'nin gücüne gitmişti. Sonra ona, "Ya Ali, Sen bana göre, Musa'nın yanındaki Harun gibisin" buyurarak razı etmeye çalışmıştı. Biraz ilerde göreceğiz ki, niceleri cihada katılamadıkları için üzüntülerinden dolayı ağlayıp duruyorlardı. (Tevbe 9/92) Ve Allah bütün müttakileri bilir. Kimler olduklarını bilir, takvadaki derecelerini bilir, onların değerlerini bilir ve ona göre onlara büyük sevap verir. Gerçek müminlerin cihaddan kalmak için izin istememeleri takva sahibi olmalarındandır. Allah Teâlâ bütün müttakileri ve özellikle bunları bitmez tükenmez sevap ile taltif edecektir. Şu halde imanın hükmü ve gereği izin istememektir. Mümin olan imanından dolayı zaten izin istemez.

45- Senden ancak şunlar izin isterler ki, onlar da zaten ne Allah'a inanırlar, ne ahirete. Arasıra inanır görünseler bile, o iman üzerinde süreklilik gösteremezler. Onların kalblerini şüphe sarmıştır, şüphecilik ruhlarına işlemiştir. Artık bunlar, saplandıkları şüphe bataklığında bocalayıp dururlar. Ne yapsalar o şüpheden kurtulamazlar. Bütün varlıklarıyla tereddütler içinde yaşarlar, o şüpheden bu şüpheye, o kuşkudan bu kuşkuya yalpa yapar, yuvarlanır dururlar. Hatta reyblerinde ve şüphelerinde bile süreklilik ve sebat gösteremezler: İmandan küfre, küfürden imana mekik dokur dururlar. Bir çıkar söz konusu olduğu zaman mümin olurlar, imana meyil gösterirler, bir güçlük, bir meşakkat söz konusu olduğu zaman küfre doğru kayarlar. Böylece bazan imana doğru giderler, cihada çıkmak isterler, sonra döner evde kalmak için uydurma mazeretler öne sürer, izin almak isterler.

İşte cihaddan kalmak için izin istemek müminlerin değil, böyle inatçı ve imanları şüpheli kişilerin âdetidir. O halde izin istemek, ayniyle küfür ve şek demek değilse de, müminden südur etmesi normalin aksinedir ve dış görünüşüyle gerçek ve samimi imanın gereğine aykırıdır, ayrıca mazeret iddiasında yalan ihtimalini kuvvetlendirecek bir şüphe delili teşkil eder. Şu halde zahirde mümin kabul edilen bir kimse cihaddan kalmak için özür beyan edip, izin istemeye kalktığı zaman doğruluğu belli ve kesin olsa bile, ona hükmedilmeyip bu iki âyet gereğince sanki imanı sahte, sözü duruma aykırı, doğruluğu şüpheli ve yalan söylediği ihtimal dahilindeymiş gibi ispata muhtaç bir dava olarak delil ve ispata havale olunması lazım gelmektedir.

Bu âyetlerde Fıkıh ilminin dava ve delillerin tercihi ile Usul-i Fıkıh ilminin istidlal, tearuz ve tercih bahislerinin esasını öğreten ve telkin eden gayet ince bir siyak bulunmaktadır. İlk bakışta bu iki âyet izin isteyen herkesin şek ve şüphe içinde olduğuna ve küfrüne hükmedilmek lazım geleceğini ifade ediyor sanılabilir. Fakat dikkat edilince meselenin öyle olmadığı açığa çıkar. Zira öyle olsa idi izin isteyenler arasında doğrulukları anlaşılacak olanlar bulunmazdı. Halbuki bundan önce "Doğru söyledikleri sence açığa çıkıncaya kadar" buyurulmuştur. Demek ki, tek başına izin istemek ile küfür ve yalana hemen hükmolunmamakla beraber, yalan soyut aklî ihtimal olmaktan çıkıp şüphe delili ile izalesi gereken bir açık ihtimal olacak ve bundan dolayı söz doğrulanmayıp, bunun aksini iddia eden bir dava olması dolayısıyla delile havale edilecek, söz konusu mazeret iddiasının doğruluğu ispat edilmedikçe izin hakkı doğmayacak ve verilen izin de şer'i izin olmamış olacak, izin meselesinin, herşeyden önce bu hukuki safhası gözetilmek gerekecektir. Bunun fıkhı şudur ki, cihad, Allah'ın hakkı olarak sabit bir emir ve görev olduğundan, imanın gereği, buna karşı inkâr durumunda bulunmak değil, derhal icabet etmektir.

Dış yüzüyle mümin olduğu halde buna karşı mazeret haberi vererek izin isteyenler ise söz konusu ilâhî emri ne ikrar, ne de inkâr durumunda değiller, sadece mazeretlerinin gerçek olduğunu savunma durumundalar. Şu halde iddialarını ispat etmedikçe sadece kendi sözleriyle doğrulanmazlar, ki bu durum cihad farz-ı ayn olduğu haller için böyledir. Anlaşılıyor ki, Hz. Peygamberimiz, izin isteyenlere izin verdiği zaman henüz vahiy inmemiş olduğundan, bu hukuki noktada şu ictihadda bulunmuş "Kelâmda aslolan doğruluk, imanın icabı da yalan söylememektir. Bu izin isteyenler ise zahiri halde mümindirler. O halde bunların zahir olan iman karinesiyle doğrulukları da açıktır.

Şu halde söyledikleri ile tasdik olunmaları ve izinli sayılmaları haklarıdır. Hak zahir olunca onu tehir etmek caiz olmaz." diye izin vermişti. Bunun üzerine bu ilâhî vahiy indi ve delile muhtaç olan bu muhakemat usulünü talim buyurdu ki, bu açıdan bu üç âyetin fıkhî siyakı şu olmuş oluyor:

Gerçi kelâmda aslolan ve imanın gereği olan şey doğruluktur, fakat iman ile doğruluğun ortaya çıkması ona aykırı veya ondan üstün bir delilin bulunmadığı durumlardadır. Burada ise açıktaki iman ile beraber cihaddan kalmak için izin istemek de fiili bir durumdur. Halbuki "Senden ancak iman etmeyenler izin isterler" âyetinin hükmüne göre ve ötedenberi âdet olan uygulamaya göre, izin istemek dış görünüşüyle imanın gereğine aykırı düşmektedir. Buna göre hiç birisiyle istidlal edilmemek ve bir tercih sebebi aramak gerekir. Bu ise izin isteği tarafındadır. Çünkü âyete ve âdete göre izin istemek yalnızca imanın hükmünde değil, fazla olarak imanın kendisinde ve haberin özünde dahi şüpheyi çeken önemli bir belirti ve ipucudur. O halde bunun delil olarak ele alınması, imanın ispatından veya o kişinin küfrüne hükmolunmasından daha fazla tercihe layıktır. Çünkü bunun tercihi imanın delaletini önledikten başka yalan ihtimalini arttırır ve doğruluğun aslolma özelliğini gevşetir. Şu halde mazeret sözü delilsiz bir kavl-i mücerret (delilsiz söz) şeklinde kalır. Ayrıca mümin hakkında zahirin zıddına bir teklif söz konusu olur. O zaman her söylenen doğru sözün, doğruluğunu kanıtlamak için sürekli bir delil getirme mecburiyeti doğar ve doğruluğu ispat olunmadıkça onun doğruluğu açığa çıkmamış olur. Hakkın ve gerçeğin açığa çıkması bu şekilde delil getirmeyi gözetmekle olacaktı. O zaman, izin isteyenlerin arasında kalbleri imansız, şek ve tereddüdü huy edinmiş, yalan yere yemin ederek yalan mazeretler öne süren bir takım yalancılar bulunduğu ortaya çıkacak ve gerçek mazeret sahipleri hakkında da doğru mümin muamelesi edilmeyecekti. Bundan başka bunlardan bir kısmının imansızlıklarını ve yalancılıklarını zaten mazeret uydurma şekilleri de ima ediyordu ki, bu da küfür ve yalanlarına hükmetmek için yeterli olmasa bile, doğruluklarını ispat etmedikçe mümin-i sadık tanınmayacak şüpheli kimseler olduklarını anlatıyordu. Çünkü "hazırlığımız yok" diye özür uyduruyor ve izin istiyorlardı. Halbuki:
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
46- Çıkmak isteselerdi, mutlaka onunla ilgili bir hazırlık hazırlarlardı. Hazırlamaları gerekirdi, durumları da buna elverişliydi. Madem ki, hiçbir hazırlık yapmamışlar, demek ki, sefere çıkmak ve cihad etmek istemiyorlardı. Demek ki, esas itibariyle cihadın zorunluluğuna ve önemine inanmıyorlardı. Rivayet olunduğuna göre, böylece özür uydurup izin isteyenler, Abdullah b. Selul ve benzerleri kimseler idiler ki, bunlar ileri gelenlerden ve zenginlerden idiler.
Şimdi bu ilâhî açıklamalardan Hz. Peygamberimiz'in bunlara böyle tahkikatsız olarak izin vermesi ilâhî hikmete tamamiyle aykırı olan bir hata imiş gibi bir zan hasıl olabileceğinden böyle bir vehmi uzaklaştıracak, onun hakikatın içyüzünde değil, dış yüzünde meydana gelmiş ve aşırı hoşgörü ve iyimserlikten ve biraz da acelecilikten doğmuş bir usulsüzlük olduğunu, daha doğrusu enfaziletli olanın terki anlamına geldiğini, bunun büsbütün hikmetsiz bir hata demek olmadığını dile getirmek ve Resulullah'ı teselli etmek üzere bir de meselenin onların cihada katılmayışları açısından içyüzünü ve onların ruh hallerini beyan etmek üzere buyuruluyor ki: Lâkin Allah onların gitmeye kalkmalarını istemedi de kendilerini yerlerinde alıkoydu. Gitmelerini hoş görmedi, çirkin kıldı. Gitmeyi kendilerine hoş göstermedi de onları korkaklık ve tembellik ile tevkif edip, hapsetti, oturanlarla beraber oturunuz denildi. Gönüllerine, karılar gibi, çoluk çocuk ve zavallılar, acizler, ihtiyarlar ve emeklilerle beraber oturup kalmak duygusu telkin edildi. Onun için asla çıkmak istemediler ve nolur nolmaz diyerek vaktiyle bir hazırlıkta bile bulunmadılar. İzin verilmekle de zaten resmen acizler ve emekliler kesimine katılmış oldular. Bu onların asıl rüsvaylıklarına göre hafif kalmakla beraber bir bakıma bu izin yine de isabetli oldu. Şu kadar var ki, izin vermekte biraz teenni gösterilseydi, ayrıca yalancılıkları herkesçe bilinecekti, izinsiz olarak kalmış olacaklar ve daha fazla rezil ve rüsvay olacaklardı. Aslında Allah, onların bu şerefli İslâm ordusu içinde yer almalarını istememişti. Bunun sırrı ve hikmeti şu idi:

47- Eğer onlar içinizde sefere çıkmış olsalardı, size fesattan başka hiçbir katkıda bulunmayacaklardı sizi fitneye ve tefrikaya düşürmek maksadıyla mutlaka aranızda koşuşturup duracaklardı sizin içinizde de onları dinleyecekler veya onlar adına muhbirlik edecekler de vardı. Yani o münafıkların fitne çıkarmaya yönelik sözlerine aldanabilecek zayıf kimseler, yahut onlar lehine casusluk edebilecek başka münafıklar da eksik değildi. Ki onlar olmayınca bunlar da fazla bir zarar yapamayacaklardı. Böylece onların uzak kalmaları, ordu içinde bulunmalarından daha faydalı olacaktı. Nitekim öyle olmuştur. İşte Allah, İslâm ordusunu, onların bu gibi şerlerinden korumak için aralarını ayırdı, onların gitmelerini istemeyip, oldukları yerde oturttu, alıkoydu. Bununla beraber yine de hemen izin verilmeseydi daha iyi olacaktı. Aynı fayda sağlanmakla beraber müslümanlara kaşı nifakları daha önceden kendileri tarafından açığa çıkarılmış olacak ve evde oturmakla buldukları huzuru tadamayacak ve ordu aleyhine yaydıkları kötü haberleri yayamayacaklardı. Allah o zalimlerin hepsini tek tek bilir. İçlerini, dışlarını, yaptıklarını, yapacaklarını bütün genişliğiyle ve kapsamıyla bilir ve onlara ne yapacağını da bilir.

48- Allah bilir ya bunlar bundan evvel de fitne çıkarma sevdasına kapıldılar. Müslümanları tefrikaya düşürmek, ordu bozanlık etmek istediler.

Rivayet olunduğuna göre, bu defa da Hz. Peygamberimiz, Tebük seferi için yola çıktığında Seniyyetü'l-veda' denilen tepede ordugâhını kurmuştu. Abdullah b. Übeyy de adamlarıyla geldi, o tepenin altındaki "Zîcidde" denilen mevkiye kondu. Yanındakiler az bir asker değildi. Ne zaman ki, Resulullah yola koyuldu, Abdullah b. Übeyy, diğer tereddüt içinde olanlarla birlikte sefere katılmaktan vazgeçip geri döndü. Bu arada Abdullah b. Nebtel ve Rifaa ibni Yezid b. Nabut dahi döndüler. Bunlar da Abdullah b. Übeyy gibi ileri gelen münafıklardan idiler. İbnü Übeyy'in Avfoğulları ile, İbnü Nebtel'in Amroğulları ile, İbnü Nabut'un da Beni Kaynuka ile dostluk antlaşmaları vardı. Abdullah b. Übeyy, daha önce Uhud Savaşı sırasında da fitne çıkarmak istemişti. (Âl-i İmran Sûresi'nde âyet 122'nin tefsirine bkz.)

Ve senin hakkında birtakım işler çevirdiler. Çevirdiler de ne oldu. Nihayet onların hoşlanmamalarına, rağmen hak geldi ve Allah'ın emri açığa çıktı.

49- Onlardan bir kısmı da bana izin ver ve beni fitneye düşürme diyordu. Yani benim başımı derde sokma, izin versen de, vermesen de gitmeyeceğim, bari izin ver de beni günaha sokma, yahut ben sefere çıkarsam ailem perişan olacak, benim mahvıma sebep olma da bana izin ver, demek istiyordu. Bazı rivayetlere göre, Cidd b. Kays adındaki münafık, "Ensar bilir, ben kadınlara düşkünümdür. Şu halde sarışın kadınlarla, yani Şam taraflarındaki sarışın Rum kızları ile beni belaya sokma, lakin sana malımla yardım edeyim de benim yakamı bırak." demek cüretini bile göstermişti.
Bak, asıl fitneye kendileri düştüler. Öyle demekle fitneden kurtulamadılar, asıl fitnenin kendisine düştüler. Kesindir ki, Cehennem elbette bütün kâfirleri kuşatmıştır.

50- Sana bir iyilik isabet ederse bir güzel başarı, bir zafer, bir ganimet nasip olursa onları fenalaştırır, kıskançlıklarından fenalarına gider, ve şayet sana bir musibet uğrarsa, bir kötülük gelirse, savaşlardan birinde bir zarar, musibet olduğu kesinlikle belli olan bir olay başına gelecek olursa, kendi yaptıklarını beğenip fikirleriyle kasılarak, İyi ki, biz daha önceden işimizi ele aldık, derler. Yani uyanıklık ettik, ihtiyatlı davrandık, musibet bizi bulmadan işimizi gördük, yakamızı kurtardık, diye konuşur dururlar. Müslümanlarla beraber olmayıp, gazadan kaçınmaları kavlî ve fiilî nifaklarıyla kâfirlere hizmet ve dostluk etmeleri gibi şeylerle iftihar eder, övünürler ve bu nifakın kâfirler katında revaç bulacağını ve bunun musibetten sonra değil, önceden yapıldığı takdirde işe yarayacağını düşünürler. Ve ferahlı ferahlı dönerler, toplanıp konuştukları yerden keyifli keyifli döner giderler veya kâfirler tarafına dönüverirler, sevine sevine döneklik yaparlar.

51-Bu gibilere karşı de ki; bize Allah'ın bizim için takdir ettiğinden başkası isabet etmez. Acı tatlı başımıza her ne gelirse hepsi Allah'ın yazdığıdır. O da sonuç olarak mutlaka lehimizedir. Dünyaya veya ahirete ait menfaatımız ve hayrımız içindir. O, bizim mevlamızdır, sahibimiz, yardımcımız ve veliyy-i umurumuzdur. Üzerimizdeki bütün tasarruf ve velayet O'nundur. O nasıl dilerse öyle yapar, istediğini yapmak O'nun hakkıdır ve ne yaparsa hakkımızda hayırlısını yapar. O bize hayatımızda ve ölümümüzden sonra kendimizden daha evladır.

Ve işte bu yüzdendir ki, bütün müminler yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. Bütün gücü ve kudreti ancak O'na ait bilsinler, yalnızca O'na bel bağlayıp ve her hususta sadece O'na güvensinler, emrine ve takdirine gönül hoşluğu ile teslimiyet gösterip gereğince kulluk görevlerini yerine getirmeye özen göstersinler. Allah'a ne kadar tevekkül edilir, güven duyulursa, iyi bilinmelidir ki O, daha da fazlasına layıktır. Ve O'ndan başka tevekkül edilecek, bel bağlanacak, gücüne sığınılacak hiç bir merci yoktur. Çünkü O "Yüce Allah'ın güç ve kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur." Kâfirler bunu bilmedikleri için, onlar açısından en çok bel bağlanacak kuvvet nefistir sanırlar ve "işimizi avucumuza aldık" diye böbürlenirler. Ve böylece her biri bir amir olmak, uluhiyetten bir hisse almak isterler. Bu şirk ve münazaa ile dünyada şikak ve nifak saçar dururlar. Halbuki azıcık aklı olan bir kimse anlar ki, hakka dayanmayan fani bir nefsin, kendi kendine itimada layık olan elinde hiçbir şeyi yoktur. Onun güvendiği herşey birer seraptan farksızdır. Bundan dolayıdır ki, kâfir ne kadar kendine güvenirse güvensin, kesinlikle bir gün gelir, olayların akışı karşısında güvenmiş olduğu noktaların hepsini kaybeder. Fakat hiç bir şeye değil, ancak Allah'a itimat eden hakiki mümin, ölümden bile sarsılmayarak kamil bir imanla Rabb'inin yüce katına gider. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, tevekkül demek, görevin ifasını Allah'a havale etmek demek değildir, emri ve kararı Allah'a bırakmaktır. Allah'ın emrini canla başla yerine getirmeye çalışmaktır. Kısacası tevekkül "tefviz-i vazife değil, tefviz-i emrdir." Birçokları bu konuda gaflete düşerek, tevekkülü, vazifeyi terk etmek sanırlar. Yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini Allah'a havale edip, emir ve komuta mercii olarak kendi kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış, namaz, oruç, zekat, cihad ilh... gibi görevleri Allah Teâlâ ona emredip yaptırmayacakmış da onun yerine Allah (haşa) yapacakmış gibi batıl bir zihniyet taşırlar. İsrailoğulları'nın vaktiyle Hz. Musa'ya "Git, sen ve Rabbin ikiniz savaşınız, işte biz burada oturup duracağız." (Maide, 5/24) dedikleri gibi, demek isterler. Bu ise Allah'a tevekkül ve itimad değil, O'nun emrine güvensizliktir, tevekkülsüzlüktür ve Allah korusun küfürdür. "Allah hakkında o çok yanıltıcı (şeytan) sizi yanılgıya düşürmesin." (Lokman 31/33) âyetinde de uyarıldığı gibi, bu olsa olsa şeytan yanıltmasıdır. İyi bilinmelidir ki, tevekkülün belirtisi emre gönül vermek ile vazife sevgisidir. Nitekim bu Allah yazısı, âyette sözü edilen tevekkül, cevap olarak şöyle açıklanıyor:
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
52- De ki, siz bize o iki güzelliğin birinden başkasını beklemezsiniz. Yani bizim hakkımızda beklediğiniz akıbet, her biri akıbetlerin en güzeli olan iki şeyden biridir: Ya zaferdir, ya şehitliktir. Bu ikisinden başka bir şey değildir. Biz sonuçta ya kesin bir zafer kazanacak, gazi olacağız, ya da şehit düşeceğiz. Oysa sizin başa geldiği takdirde musibet deyip kaçındığınız, halbuki bizim başımıza geldiği takdirde sevineceğimiz şehitlik de imrenip beğendiğiniz ve kıskandığınız zafer kadar güzel bir akıbettir. Siz bunların her ikisinin de büyük bahtiyarlık olduğunu takdir edemezsiniz de birine sevinir, öbürüne yerinirsiniz ve hakkımızda bu iki güzelliğin birinden daha başka gözetebilecek bir ihtimal bulamazsınız: Ya zafer, ya şehadet. İşte kaderimiz birbirinden güzel bu iki mutlu akıbetin, bu Allah yazılarının kesinlikle birisidir. Biz de sizin için şu iki akıbetten birini bekleriz: Allah'ın sizi, ya doğrudan doğruya kendi katından gelecek bir azapla ya da bizi ellerimizle meydana gelecek bir azapla cezalandırmasını, bu iki azaptan birisiyle azaba uğratmasını bekleriz. Yani sizin akıbetiniz, Allah katındaki kaderiniz de, layıkınız da budur. İşte sizin için en fena olan bu iki akıbet, bizim açımızdan bir iman konusudur ve gerçekte bütünüyle adaletin yerini bulması demek olan bir hayırdır. Onun için siz bekleyin, biz de sizinle beraber bekliyoruz.

53-Buna karşılık "Biz malla olsun cihada katılıp hizmette bulunmadık mı? Allah yolunda cihad edenlere para harcamadık mı? Peki bu hayır değil midir? Aslında "Zerre kadar iyilik yapan karşılığını görecek değil midir." (Zilzal, 99/7). Şu hale göre "Son hakkımız Allah katında neden azap olsun?" diyecek olurlarsa:

De ki; istiyerek veya istemiyerek infak ediniz. Yani Allah yoluna diyerek sarfettiğiniz mallarınızı, gerek Allah ve Resulü'nden istek ve zorlama olmadan kendiliğinizden, gerek bir istek ve lüzum üzerine, her ne suretle sarfetmiş olursanız olunuz sizden asla kabul edilmeyecek. Yaptığınız harcamalarınız Allah katında bir hayır ve hasenat olmak üzere nam ve hesabınıza kaydolunmayacak ve kabul olunmayacaktır. Bundan dolayı ne görecekseniz önden göreceksiniz, ahirette ecrini göremiyecek, azaptan kurtulamıyacaksınız. Zira siz muhakkak ki, bir alay fasıklar olup çıktınız. Kalben itaatten çıkıp temerrüd ettiniz. Lâkin mutlak fısk, hayrın kabulüne mani olur mu? Özelikle istiyerek yapılan infak şeklinde itaatsizlik ne demektir? Denilecek olursa, şunu bilmeli ki,

54- onları kendilerinden, nafakalarını kabul olunmaktan engelleyen de başka birşey değil, ancak şu halleridir ki, bunlar hakikatte Allah'a ve Resulü'ne küfrettiler, inanmayıp inkâr ettiler. Ve namaza da ancak tembel tembel, üşene üşene, gelirler, başka türlü gelmezler infakı da ancak hoşlanmaya hoşlanmaya yaparlar, başka türlü yapmazlar. Yani Allah ve Resulü'ne kalben küfürleri devam ettiğinden, namazın ve infakın ne yerine getirilmesindeki sevaba, ne de terkinden dolayı günaha inanmadıklarından, adeta namazı boşuna bir külfet, infakı da bir cereme, bir zarar saydıklarından, bu gibi görevleri yaparken, bunları kalben iman ve gönül hoşluğu ile seve seve ve Allah rızası için değil başka bir maksat, dış görünüşü kurtarmak için yaparlar. Bundan dolayı infakı bir istek ve benimseme söz konusu olmadan görünüşte gönül hoşluğu ile yapıyormuş olsalar bile o nafakaların Allah yoluna harcanması yine de canlarını sıkar. Bunu gönülden isyan ederek ve istemeyerek verirler. Şüphe yok ki, bir kimsenin inanmadığı bir şeyi yapması, dışardan belli etmese bile kendi içinde mutlak bir isteksizlik konusudur. Hasılı kabule engel olan mutlak fısk ve günah değil, küfürdür. Ve önceki "kerhen" tabiri belli olan isteksizliği, ikinci "karihun" ise içlerindeki mutlak isteksizliği ifade eder. Bir açıdan isteyerek yapılıyormuş gibi görülen şeyin, bir başka açıdan isteksizlik olmasında da bir çelişki yoktur. Burada açıklanmak istenen şey münafıkların ruh halleridir. Art düşünceyle yaptıkları ve gönüllü olarak yapıyormuş gibi gösterdikleri bu fiilleri, iyi niyete dayalı olarak yapılan öteki işleri ilgilendirmez. Mesela bir münafığın, müslüman mücahitlere sırf kendi arzu ve isteğiyle Allah için diyerek bir infakta, bir yardımda bulunması ve bunun altında onları aldatma maksadını gizlemesi, gönüllü bir sarf olmakla beraber yine de bir taat ve ibadet değildir, bir isyandır. Ve bunda taat fikrinden bir iğrenme vardır.

55- İşte bundan dolayıdır ki, onların ne malları, ne evlatları seni imrendirmesin, sana bir bahtiyarlıkmış gibi görünmesin. Allah onlara bu nimetleri ne diye böyle çok çok veriyor diye hayrete düşürmesin. Bunlar onlar için görüldüğü gibi birer nimet değildir. Allah ancak şunu murad ediyor, irade buyuruyor ki onları bunlar sebebiyle dünya hayatında azaba uğratsın. Bu yüzden elemlere, kederlere ve dertlere giriftar eylesin. Bu dertlerle uğraşıp dururken o büyük akıbeti düşünmeye vakit bulamasınlar. Ve canları da kâfir oldukları halde çıksın. Böylece ilelebet vebal ve azabını çeksinler.

O münafık kâfirler öyle bir azap içindedirler ki, bir de:

57-58- Onlardan bir kımı sadakalar hakkında sana lemzeder, imalı imalı söz dokundurur veya gizli gizli söz atar, seni arkandan çekiştirip ayıplar. Bu hususta münferid birkaç olay rivayet edilmiştir:

Huneyn ganimetlerinin bölüştürülmesinde İslâm'a yeni girmiş bulunan Mekke halkını, İslâm'a ısındırmak için, Hz. Peygamberimiz onlara fazla fazla pay vermişti. İbnü Zilhuveysıra adı verilen Hurkus b. Züheyrî Temimî "adaletli davran ya Resulallah" demiş, Hz. Peygamberimiz de "Yazıklar olsun sana, ben de adalet yapmazsam kim adalet yapar?" buyurmuştu. İşte bu Hurkus, daha sonraki yıllarda Hariciler denilen ayrılıkçı çetenin reisi olmuştu.

Ancak ganimetlerden alınan paylar, "sadakalar" kavramına girmediğinden, bu âyetin mânâsıyla dolaylı olarak ilişkili olduğu söylenebilir.

Yine Huneyn gününde bir de Ebu'l-Cüvaz adında bir münafık, "Adamınıza baksanıza, sadakalarınızı koyun çobanlarına paylaştırıyor ve adalet yaptığını sanıyor." demişti.

İşte bunlar, o sadakalardan kendilerine verilirse hoşnud olurlar ve şayet verilmezse hemen kızarlar. Sadaka almaya haklarının olup olmadığını hiç düşünmeden öfkelenirler.

59- Keşke bunlar Allah'ın ve Resulü'nün ganimetten (veya sadakadan) kendilerine verdiğine razı olsaydılar. Ve deseydiler Allah bize yeter. İleride Allah bize yine fazla fazla verir, lutfeder, Resulü de ihsanda bulunur.

Muhakkak ki, biz herşeyden önce Allah'a rağbet eyleriz. Yani O'nun verdiklerine razı olup böyle deselerdi haklarında daha hayırlı olurdu. Zira sadakaların sarfolunacağı yerler hakkında Allah Teâlâ'nın muhkem açıklaması, kesin farzı ve Resulüne gönderdiği düstûru işte şudur:
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
60- Sadakalar. "SADAKA": İnsanın malından sırf Allah'ın hakkı olarak ayırdığı vergidir. Allah'a sadakatla bağlı olmak anlamından alınmış olan bir kavramdır. Sadaka vermek demek olan "tasadduk" kelimesi aynı köktendir ve "sadakatle bağlılığı aramak" anlamına gelir, Sadaka kavramında üç ana unsur vardır:

1. Fakirlik, yani sadakaya muhtaç durumda olmak,

2. Temlik, yani yapılan yardımın, sadaka diye verilen şeyin mutlaka alanın eline geçmesi ve onda tasarruf edebilmesi,

3. Allah için verilmiş olmak.

Sadaka, herşeyden önce vacip veya nafile olmak üzere iki kısımdır ki, vacip olan kısmına "Zekât" denilir. Her iki kısmın da birçok çeşitleri vardır. Mesela tarım ürünlerinden alınacak zekâta "öşür" denilir. Ayrıca sevaim (hayvanlar), ağnam (koyunlar), ticaret, nukud (nakit paralar), rikaz (defineler), meadin (madenler) adı verilen başka bölümleri vardır. Nefsin zekâtı olan "Sadaka-i fıtır" vardır. Görülen ve görülmeyen mallardan alınan bu zekâtların hepsi vacip olan sadakalar cinsindendir. Ve çoğul olarak "Sadakat" kelimesi bunların hepsini kapsamı içine alır. Fakat âyetin sonundaki bağlantı karinesiyle burada asıl söz konusu olan ve maksat olarak gözetilen şey farz olan sadakalar, yani zekât çeşitleridir. Şu halde toplu mânâ şudur:

Meselenin içyüzü ve özü o münafıkların zannettikleri ve arzuladıkları gibi değil, bilinen bütün çeşitleri ile sadakalar adı altında toplanan zekât cinsinin hepsi münhasıran şunlar içindir: Fakirler ve yoksullar içindir. Şöyle ki, "Onların mallarında dilenen ve dilenmeyen yoksullara ait belli bir hak vardır." (Me'âric, 70/25) âyetinin de öngördüğü şekilde vacip sadaka demek olan zekât bunların belli ve bilinen haklarıdır. Sadaka kavramı herşeyden önce fakirlik kavramı ile birlikte ele alınmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadisi şeriflerinde bunu şöyle ifade buyurmuşlardır: "Ben sadakayı zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum". Bununla sadakanın fakirlere ait olduğu ve vacip olan sadakanın, zenginin bir lütfu değil, fakir kesimin zenginlerin zimmetine geçmiş bir hakkı demek olduğu, yani bir borcun sahibine geri ödenmesi demek olduğu anlatılmıştır. Şu kadar ki, bu hak, doğrudan doğruya her fakir kişinin kendi öz hakkı değil, fakir fukara kesiminin bütününün genel bir hakkıdır. Ayrıca bizzat kendilerinden bir sözleşmeyle veya gasp yoluyla alınmış bir kazanılmış hak değil, Allah Teâlâ'nın emri ile sabit olan hibe cinsinden bir haktır, yani Allah hakkıdır. Bundan dolayı sadaka ancak Allah için sıdk u sadakatle verilir. Ne zenginin fakire minnet ve eza yüklemeye hakkı vardır, ne de bir fakirin bir zenginden istekte bulunmaya hakkı ve yetkisi vardır. Hatta her fakirin her sadakayı almaya hakkı ve yetkisi yoktur. Nitekim Hz. Peygamberimiz soyundan, yani, seyyid olan bir fakirin zekât alması haramdır. Ancak tatavvu olan sadakadan alabilirler, bir de hediye kabul edebilirler. Yine bunun gibi soyundan geldiği kimselere ve kendi soyundan gelenlere zekât ve vacip olan diğer sadakalar verilmez. Çünkü nafaka hakları vardır. Ayrıca fakirlerin ellerinden alınmış borç, emanet veya gasp veya benzeri herhangi bir haklarının geri verilmesinde sadaka mânâsı bulunmaz. Bunun içindir ki, haram maldan verilen şeyler hakikatte sadaka olamaz, ya bir başka hakkın kısmen iadesi veya bir haksızlıktan başka bir haksızlığa geçiş anlamı taşır. Fakir, aslında muhtaç olan, yani kendi geliri asli ihtiyaçlarına yetmeyen kimse demek olmakla beraber, az bir gelire sahip olabilir, böylece fakir ve muhtaç durumda olduğunu gizleyebilir, hatta bu yüzden "İffetli ve çekingen olduklarından, hallerini bilmeyenler onları zengin sanırlar." (Bakara, 2/273) âyetinin tarifi ile cahiller onları zengin bile sanabilirler. Miskin ise düşkün demektir. "Yersiz yurtsuz, evsiz barksız yoksul ve kimsesizler" (Beled, 90/16) âyetinin de işaretiyle yoksulluğu dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir. Miskinlik fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak anlamına gelir, üstelik acizlik ve zillet mânâsını da ifade eder. Bununla beraber aksine tefsir edenler de olmuştur. Hasılı bütün sadakalar herşeyden önce fakirler ve yoksullar içindir; "fukara ve mesakin" hakkıdır, bunların menfaatına tahsis edilmiştir. Aşağıda geleceği şekilde diğerlerine de yine onların menfaati sebebiyle veya fakirlik ve ihtiyaçları dolayısıyla verilecektir. Şöyle ki:

Ve sadakalar üzerindeki amillere. Yani toplanıp biriktirilmesinde çalışan tahsildarlar, katipler, koruyucular, bekçiler, mesela davar ve sığır cinsinden toplanan zekâtların çobanlığını yapanlar, hasılı bütün bu işlerde görevli olarak çalışanların hizmetleri karşılığı olarak bu zekâtlardan ücretleri verilir. Ve bu sebeple bunlar için sadaka verilmiş olmaz, yaptıkları hizmete karşılık ücret olmuş olur. Ancak onların yaptıkları bu gibi hizmetler, sonucu itibariyle fakirlerin ihtiyaçları yönünde yapılmış hizmetler olur, onların menfaatine ait bulunur.

İmam Serahsi'nin "Mebsut" adlı eserinde zikredilmiştir ki Hz. Peygamber, gerek görünen mallardan ve gerek görünmeyen gizli kapaklı mallardan alınacak zekâtların tahsili için amiller tayin buyurdu. Hz. Osman'ın hilafeti zamanında görünmeyen mallardan alınacak zekâtın tahsilindeki zorluk sebebiyle bunlar zengin müminlerin kendi vicdanlarına terk edildi ve yalnızca görülen malların zekâtları üzerine amiller görevlendirmekle yetinildi, ki, o zamandan beri davar, öşür, madenler ve gümrük memurları tayin edilmekle beraber, görünmeyen mallardan alınacak zekât mükelleflere bırakılmış bulunmaktadır.

Müellefe-i kulub: Yani kalbleri İslâm dinine ısındırılacak olanlar. Çeşitli rivayetlerden çıkan sonuca göre, bunlar başlıca üç kısım idiler. Bir kısmı bazı azılı kâfirler idi ki Resulullah, bunların şerlerini defetmek ve müslümanlara eziyetlerini önlemek, diğer kâfirlerle müşriklere ve zekât vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını sağlamak ve İslâm tarafını tutmaları için böyle ihsan ve yardımlarla kendilerini İslâm'a meyilli kişiler yapardı. Diğer bir kısmı ise kabile reisi ve ileri gelen kimseler durumunda idi ki Hz. Peygamberimiz, bunlara bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi kabilelerinden İslâm'a girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye çalışırdı. Kendilerinin ve emrindekilerin İslâm'a girmeleri ve İslâm'da sebat etmeleri gibi bir takım İslâmî amaçlar ve maslahatlar gözetilirdi. Üçüncü bir kısım da İslâm'a yeni girmiş, niyetleri ve iradeleri henüz iyice pekişmemiş olan zayıf karakterli kişiler idi ki, fakir ve muhtaç olmasalar da kalbleri iyice İslâm'a ısınsın, imanları pekişsin ve İslâm'ı iyice benimsesinler diye özellikle fazla fazla ikram ve ihsan görüyorlardı. Ki Uyeyne b. Hısn, Akra' b. Hâbis ve Abbas b. Mirdas bunlar arasındaydı. İşte "müellefetü'l-kulub" sıfatı her üç kısma da verilir. Üçünde de durumun gereğine göre, İslâm'a hizmet ile cihadın mânâsı ve fakir fukaranın çıkarlarının gözetilmesi ve korunması gibi hikmetler söz konusudur. Bununla beraber Hz. Peygamberimiz tarafından birinci kısma verilen ihsan ve yardımların resmi sadakalardan verildiği hakkında sarih ve kesin bir rivayet yoktur. Rivayetler bunun ganimetlerden verildiğini gösteriyor. Büyük bir ihtimalle bunun "Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz bir şeyin beşte biri muhakkak ki, Allah ve Resulü'ne aittir..." (Enfâl, 8/41) âyetinin hükmünce, bilhassa Hz. Peygamberimiz'in hissesi olan beştebirden verilmiş olmasıdır ki, bu da onun öz malıdır. Bundan dolayıdır ki, İmam Şafii gibi diğer bazı imamlar buradaki "müellefetü'l-kulub" vasfının, gayr-i müslimlere değil, müslümanlara ait olduğu görüşünü savunmuşlardır. Bundan başka Hz. Ebu Bekir'in hilafeti sırasında yukarıda adı geçenlerden Uyeyne b. Hısn ile Ekra' b. Habis, ki ikisi de Necid'li idiler, gelmişler "Ey Allah'ın Resulü'nün halifesi, bizim tarafta otsuz, işe yaramaz bir kıraç arazi var, onu bize ver, tahsis et." demişler. Hz. Ebu Bekir de o araziyi onlara ikta' (bağışlama) yoluyla tahsis eylemiş ve buna dair bir de yazılı belge düzenleyip, şahitlere imzalatmış. Fakat o anda orada hazır olanlar arasında Hz. Ömer yoktu. Bu ikisi şahit olsun diye Ömer'e vardılar, durumu anlattılar. Hz. Ömer bunu işitince yazılmış olan yazıyı ellerinden aldı ve yırttı attı. Dedi ki; "Resulullah sizi İslâm'a ısındırıyordu ve o gün müslümanların sayısı azdı. Şimdi ise Allah Teâlâ müslümanların sayısını çoğalttı. Gidiniz gücünüz yettiği kadar çalışıp çabalayınız, siz size düşeni yaparsanız Allah da sizi gözetir."

Bunun üzerine öfkelenerek Hz. Ebu Bekir'e müracaat ettiler. Halife sen misin, Ömer mi?" dediler. Ebu Bekir de "isterse odur" dedi, bu konuda Ömer'e muvafakat ettiğini göstermiş oldu. Onun yaptığını yanlış bulmadı, ashabtan karşı çıkan ve yanlış bulan kimse de olmadı.

Bundan şu hukuki sonuç çıkar ki; Hz. Ebu Bekir iktaı (bağışı) yapmış ve hatta imzalamışken sonradan Hz. Ömer'in bunu engelleme işini yanlış bulmayarak, kendi kararından rücu eylemiştir. Bu şuna delalet eder: Demek ki, bu meselede Hz. Ömer'in hatırlattığı mânâ ve maksadı derhal anlayıp tasdik etmiştir. Yani "müellefü'l-kulub"a yapılan özel bağışlar ehl-i İslâm'ın azınlıkta olduğu zamanlara mahsus bir uygulamadır. Ve bunda ictihada mesağ yoktur. Zira Ebu Bekir ictihada yol görse idi imza ettiği bir hükmün feshini caiz görmezdi. Ashaptan bunu inkâr eden kimse çıkmayınca da mesele sosyal bir mahiyet almış olur.

Bundan dolayı, seleften birçokları "müellefetü'l-kulub" hissesinin bu sebeple ortadan kalkmış olduğu görüşünü savunmuşlardır ki, Hanefî mezhebi ile Malikî mezhebinin meşhur görüşü budur. Hanefî fıkıhçıları icma ile bunun artık düşmüş olduğu görüşünde olduklarından, bu olaya ashabın bütününün icmaı şeklinde bakarlar ve derler ki: Müellefetü'l-kulub hissesi, İslâm'ın başlangıcında ve Hz. Peygamberimiz devrinde düşmanın çok, müslümanların az oldukları zamana ait bir uygulamaydı. Daha sonra Hz. Ömer'in de dikkat çektiği şekilde Allah Teâlâ müslümanları, böyle "müellefetü'l-kulub"un desteğine muhtaç olmayacak şekilde güçlü kılmıştır. Şayed bundan böyle müslümanlar öyle bir şeye muhtaç olurlarsa ancak mücahedeyi terk ettiklerinden dolayı muhtaç olurlar. Ne zaman birlik ve dayanışma içinde olurlarsa, müslümanlara ait olan mallardan bağışta bulunmak suretiyle yabancıların desteğini elde etmeye ihtiyaçları kalmaz. Ve böyle bir durumda, her şeyden önce müslümanların arasındaki birlik ve kardeşliğin güçlenmesi tedbirleri ile meşgul olmaları gerekir. Binaenaleyh müslüman fakirlerin hakkı olan sadakalardan, kâfirlerin zenginleri şöyle dursun, isterse yeni müslüman adı altında bazı mühtedilere, eğer fakir değillerse sırf te'lifi kulub (kalblerini ısındırmak) için hisse verilmesi kesinlikle ve evleviyetle caiz olmaz. Ayrıca hisse verilemez.

Malikilerden Ebu Hayyan tefsirinde bu mesele ile ilgili görüşler şöylece özetlenmiştir: "Ömer b. Hattab, Hasen, Şâ'bî ve İslâm fukahasından bir grup, müellefetü'l-kulub sınıfının, İslâm'ın güçlenmesi ve yayılmasıyla artık ortadan kalktığına kani olmuşlardır. Hanefî ve Malikî mezhebinin meşhur olan görüşü budur. Hanefi bilginlerinden bazıları demişlerdir ki, Ebu Bekir'in hilafeti zamanında İslâm'ın güç ve kuvvet kazanması sebebiyle ashab-ı kiram müellefe hissesinin artık ortadan kalkmış olduğu üzerinde icma ettiler. Kadı Abdulvehhab demiştir ki; bazı durumlarda ihtiyaç hasıl olursa sadakattan hisse verilir. Bilginlerden birçokları demiştir ki, müellefetü'l-kulub kıyamete kadar mevcuttur. İbnü Atıyye demiştir ki, meselenin boyutları üzerinde düşünürsek, oralarda ihtilafa ihtiyaç olduğunu görürüz. Yunus demiştir ki, Zühri'ye sordum, bu konuda nesih bilmiyorum, dedi. Ebu Ca'fer-i Nuhas demiştir ki, bunlar hakkında bu hüküm sabittir: Bir kimse telif'ten hisse almaya muhtaç olur ve onlardan müslümanlara bir zarar gelmesinden endişe edilir veya daha sonra onların müslüman olmaları umulursa verilir. Kadı Ebubekr İbnü'l-Arabi de demiştir ki, bana göre hüküm şöyledir: İslâm kuvvetli olursa zail olurlar ve eğer ihtiyaç bulunursa Resulullah'ın yaptığı gibi payları verilir. Kitabu't-Tahrir'de zikrolunduğu üzere, İmam Şafii demiştir ki, âmil ve müellefetü'l-kulub şu zamanda ortadan kalkmıştır, sekiz kesimden altısı kalmıştır. En faziletli olan bu altısına sarfolunmasıdır... Bununla beraber yeniden ortaya çıkarsa, Şafii mezhebinin görüşü, her sınıfın kendi hissesinin geçerli olmasıdır.

Ancak şunu da unutmamak lazımdır ki, İmam Şafii gibi, birçoklarına göre, "müellefetü'l-kulub" adının, İslâm'a girmemiş olanlarla bir ilişkisi yoktur. Nitekim zekât konusunda söz konusu sekiz sınıfın tamamında da İslâm şartı genellikle bulunması istenen şarttır. Gayr-i müslim fakirlere zekât değil, tatavvu sadakası verilebilir.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
(60 Devamı)​


İkinci olarak "fî sebilillâh" (yolunda) kaydı, en geniş bir mânâ ile ele alındığı zaman sadakaların hepsinde vardır. Yukarıda da işaret edildiği üzere rızası gözetilmek sadakaların özünde bulunması gereken bir kavramdır ve mahiyetine dahildir. Fakirlere, yoksullara, kölelerin azadına ve borç yükü altında ezilenlere verilen sadakalarda da aslında "fî sebîlillâh" mânâsı vardır, yoksa onlara verilemezdi. Bunun böyle olduğu biliniyor iken bütün bunlar arasından bir de ayrıca "Fî sebîlillah" diye buyurulması bunun genel anlamda "fî sebîlillâh" kavramı içinde özellikle başka bir "fî sebîlillâh" demek olduğunu, yani genel anlamıyla ele alınamıyacağını derhal ifade eder. Burada sayılanlardan başka olarak diğer böyle bir fî sebîlillâh demek gibi bir genelleme mânâsına da olamıyacaktır. Çünkü bundan sonra "yolda kalmış" tahsisi böyle bir mânâya engeldir. Şu halde bunun mânâsı, "herhangi bir şekilde fî sebîlillâh sarf için" demek de olamaz. Buradaki "fî sebîlillâh" zarfı esas itibariyle ne doğrudan doğruya sadakanın, ne de sarf şeklinin zarfı değildir. Bundaki mânâ, "sadakalar ve fî sebîlillâh'dır" demekten ibaret olmadığı gibi, "köleler hakkında" ifadesinde olduğu üzere "ve fî sebîlillâh sarf için" demekten ibaret de değildir. Sadakanın öbürlerinden başka özellikle verilmesi gereken bir harcama yerine ait bir zarftır: " yolundakiler için" demektir ki, için olan bir ibadete kendini adamış olanların özel vasıflarını anlatır. Sadaka kavramı ilişkisiyle de bunların muhtaçları ve ihtiyaçlarının karşılanması söz konusu olduğu açıkça ortaya çıkar. Bu şekilde burada "O fakirlere ki, onlar kendilerini yoluna adamışlardır." (Bakara, 2/273) âyetini özetleyen bir mânâ gizlidir. atfı da bunların en fazla "ibn-i sebîl" (yolcu) kesimi ile yakın ilişkisini akla getirir. Fakirler ile yoksullar, âmiller (zekâtta görevliler)le müellefetü'l-kulub, rikab (köleler) ile garimin (borçlular) nasıl yakın ilişki içinde iseler bunlar da öyle demek olur. Yani, bunlarda bir yolculuk, sürekli yol tepme, bir sefer ve gurbet mânâsı bulunduktan başka bu yolun yolu olması ve bunların o yolda bir ihtisas, uzmanlık ve mecburiyetleri bulunması, bir özel yolculuk ile bir özel ibadeti birleştiren bir durumda bulunmuş olmaları mânâsı vardır. Demek ki, diğer harcama yerlerine verilen sadakalar dahi fî sebîlillâh ( yolunda) olduğu halde, bu harcama yerine verilen sadaka "iki kere fî sebîlillâh" demektir. Binaenaleyh burada 'dan maksat özel bir mânâyı vurgulamak olduğu açıktır. Ve bu mânâ, evvela cihad, ikinci olarak hac ve üçüncü olarak da ilim tahsili için yolculuk etmek şeklinde ele alınabilir. Bu yüzden "fî sebîlillâh" deyimi şeriat geleneğinde cihada ait bir kavram olmuştur. Çünkü için sefer ve kendini vakfetmek anlamında en başta gelen ibadet budur. Bundan dolayıdır ki, bütün tefsir ve fıkıh bilginleri bu mânâ üzerinde görüş birliği içindeler. Bununla beraber hacda da bu mânâ bulunmaktadır. Yine tefsir ve fıkıh açısından bu mânâ da âyetin kapsamı içinde kabul olunmuştur. Ayrıca Suffe Ashabı gibi din ilimlerinin tahsiline kendini adamış olanları da kapsamı içine aldığı "Kendilerini yoluna adamış olan fakirler için" (Bakara 2/273) âyetinin tefsirinde nakledilmiştir. Hasılı, "fî sebîlillâh" deyiminin sadece bir zarf veya sıfat olarak kullanılması ile burada olduğu gibi bir lakap ve ünvan olarak kullanılmış olması arasında çok önemli fark vardır. Önceki genel bir anlam, ikincisi özel bir anlam ifade eder. Önceki mânâ ile her ibadet, her hayır, her sadaka fî sebîlillâhdır, yani 'ın rızası yolundadır. İkinci mânâ ile her sadaka fî sebîlillâh değildir, fî sebîlillâh sadaka, bir özel harcama şeklidir ki, bilhassa îlâ-yı kelimetullah ('ın kelimesini yükseltme) yolunda olanlara verilen sadakadır. Bu farkın belli olmasından dolayıdır ki, bütün tefsir bilginleri ve önde gelen fıkıh âlimleri bu "fî sebîlillâh" harcama yerinden asıl murad olunanların mücahidler olduğunda görüş birliği içindeler. Şu halde zekatta, yani vacip olan sadakalarda söz konusu sekiz harcama yerinde birinin de fî sebîlillâh kaydıyla mücahidlere yapılacak harcama olduğu kesindir. Abdullah İbnü Ömer (r.a.)'den "Hac da fî sebîlillâhdır." diye rivayet edilmiştir. Fahruddin Razî, tefsirinde "Müfessirler, fî sebîlillâh'a gaza edenler dediler." diyerek bir tesbit yapmış ve müctehid imamların görüşlerinin de bu mânâ üzerine olduğunu topluca bir ifadeyle anlattıktan sonra şunu ilave ederek, "fî sebîlillâh görüşünde lafzın dış görünüşü her çeşit gaza ehline mahsus olduğunu gerektirmez. Bu mânâdan dolayı Kaffal, tefsirinde bazı fıkıh âlimlerinin, ölülerin kefenlenip defnedilmesi, kaleler ve kışlalar yapılması, camilerin yapımı ve onarımı gibi hayır çeşitlerinin hepsine sadakaların harcanmasını caiz gördüklerini, çünkü fî sebîlillâh ifadesinin hepsini kapsamı içine aldığını nakletmişlerdir." demiş, Kadî Beydavî de "Köprü ve fabrika yapmak da denildi." diyerek, bu görüşü zayıf bir ifadeyle kaydetmiştir. Gerçekten de Razî'nin bunu ifadenin zahirine bağlayarak, bir çeşit te'yid suretinde nakleylemesi doğru değildir. Bunda hem isim siyakındaki fî sebîlillâh lâfzının meşhur olan özel mânâsından, hem de yukarıdan beri açıklayageldiğimiz şekilde beyanın siyakından bir zühûl vardır. Sahih senetle gelen bir Hadisi Şerifte de dile geldiği gibi, Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki, "Zengine sadaka helâl olmaz, ancak fî sebîlillâh veya ibni sebîl (yolcu) veyahut o kimse bunun dışındadır ki, yoksul bir komşusu vardır, kendisine verilen sadakayı o yoksul komşusuna iletmiştir". Görülüyor ki, bu hadisi şerifteki fî sebîlillâh ifadesi her çeşit hayratı içine alacak şekilde genel bir ifade değildir.

Öyle bir anlama ihtimali bulunmadığı gayet açıktır. O halde âyetin tefsirinde bunu gözardı ederek, her çeşit hayır için geçerli bir ifadeymiş şeklinde anlamak nasıl doğru olabilir? Şüphesiz açık ve ortada olan mânâ mücahidlerdir. Bunda diğer hayır çeşitleri olsa olsa bir ihtimal olur ki, bununla nafile olan sadakalarda amel caiz olsa bile zekât gibi vacip sadakalarda caiz olmaz. Mesela, zekâta mahsuben cami veya misafirhane yapmakla zekât borcu eda edilmiş olmaz. Onlar vacip olan sadaka cinsinin dışında doğrudan doğruya kendine mahsus başka bir hayır ve ibadet olur. Lâkin o hayır, vacip olan sadakanın yerine geçmez, zekat sayılmaz. Ancak mücahidlerin cihatta muhtaç oldukları her türlü levazım ve mühimmat, yani "Onlara karşı kuvvet hazırlayın." (Enfal, 8/60) âyetinin kapsamı içinde olup da yalnızca kendi imkânları ile tedarik edilmesi mümkün "cihad ihtiyaçları"nın hepsi bu fî sebîlillâh harcama yerine girer. Asıl maksat ihtiyaçların karşılanması olduğundan, ihtiyacın cinsine göre, bunları mücahidlerin teker teker bizzat kendilerine değil de cihad konusuna, yani mücahidlerin şahıslarına değil de komutanın emrine veya başkomutanlığa verilmek suretiyle ihtiyacın karşılanabileceği, bunu böyle ödemenin yeterli olabileceği meselesi ayrıca üzerinde durulabilecek ictihada bağlı bir konudur. Çünkü bu husus ödemenin şekli ile ilgili olan ve ayrıntı sayılabilecek bir meseledir. Sadaka sahibi, sadakasını fî sebîlillah olmak üzere muhtaç olan mücahidlere temlik veya komutana teslim etmekle vacibi eda etmiş olur. Kumandan da onu velayet yoluyla alıp mücahidlerin cihattaki ihtiyacına yerli yerinde ve en uygun şekilde harcamakla velayet görevini ifa etmiş ve emaneti yerine ulaştırmış olur. Ve ihtiyacın özelliğine göre, mücahidlerin doğrudan doğruya şahısları söz konusu olmayıp teker teker temlik gerekli olmayabilir. Mesela, yiyecek ve giyecek şahsa tahsis edilebilir de ağır silahlar birliğin emrine tahsis edilir. Daha doğrusu kumandanın emrine verilir. Ve bu sadaka öbürlerinden daha ziyade hakkı olarak eda edilmiş olur. Ve o halde "İbn-i Sebîl"(yolcu) meselesi de aynı hükmün kapsamı içinde ele alınabilir.

Hasılı sadakaların hepsi, işte bu sekiz harcama yeri içindir ve bu sınıflara mahsustur. Ve hepsinde sadakanın verilmesi ve alınması fakirlik ve ihtiyaç yönündendir. Yalnızca sadaka üzerindeki amillerle müellefetü'l-kulubun almaları sadaka olarak değildir. Sadaka devlet başkanı adına toplandığı zaman da yine fakir fukaraya dağıtılmak üzere tahsil olunur. Sonra da başkan, ondan müellefetü'l-kuluba, fakir müslümanlara gelebilecek eza ve cefayı defetmek için, yine İslâm'a yardım olmak ve bir çeşit mâli cihadı yerine getirmek üzere verir. Amillere (vergi toplayan görevlilere) de sadaka değil, çalışmalarının karşılığı olarak ücret şeklinde ödeme yapmış olur. Şu halde sadaka alanların hepsi fakirlik ve ihtiyaç anlamı içinde sadaka alabilir: "Ben sizin fakirlerinize ödemek için zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum." hadisi şerifinin içeriği de gösterir ki, yukarıda sözü edilen hadisteki üç müstesna dahi dahil olmak üzere sadaka alması helâl olanların hepsi gerek asaleten, gerek vekaleten olsun kesinlikle ancak fakirlik sebebiyle alabilirler. Bu sekiz sınıf, bu sekiz harcama yerinin sahipleri aslında fakirlik ve ihtiyacın sebeplerini ve çeşitlerini açıklamak için tek tek söz konusu edilmişlerdir ki, fakirliğin mutlak kısmı da vardır, izafi olan kısmı da vardır. Şu halde "fakirler ve yoksullar" adı altında ele alınamayacak hiçbir sadaka çeşidi yoktur.

'dan fariza olarak bu böyledir. Yani sadakalar, tarafından ancak bunlar için bir fariza olmak üzere farz kılınmıştır. alimdir, hakimdir. Herşeyi ve herkesin durumunu, derecesini, neye hakkı olup, neye olmadığını bilir ve herşeyi yerli yerine koyar ki, hakları hak sahiplerine iletmek, haklara ve görevlere riayet edenlerle etmeyenlere de ona göre hak ettiklerini vermek dahi O'nun hikmeti cümlesindendir. Bundan dolayı 'ın farz kıldığı sadakaların bu sekiz sınıfın dışına harcanması caiz olmaz. O halde bunlardan bütün bütün ayrı olan ve kalblerinin İslâm ile telifi kabil olmayan o hırslı, iki yüzlü ve fitneci münafıklar sadakaya nasıl ve nereden hak sahibi olabilirler? Ve onlara sadaka vermek nasıl caiz olabilir?
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
61-63- Şunlar da onlardandır ki, Peygambere eza ederler. Münafıklardan bir kısmı aralarında konuşurken Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hakkında ileri geri konuşmuşlar, içlerinden bazıları "Onun hakkında böyle dedikodu yapmayınız, korkarız ki, kulağına gider, o zaman da bizim için iyi olmaz." demişler. Cülas b. Süveydî, "Biz dilediğimizi söyleriz, sonra da onun yanında söylediğimizi inkâr ederiz, üstüne bir de yemin bastırdık mı, o da hemen bizim doğru söylediğimize inanır, Muhammed duyduğuna inanan bir kulaktır." demiş. İşte bunu açıklamak üzere buyuruluyor ki: Ve o bir kulaktır, derler. Yani ne söylenirse dinler, reddetmez, belirtilerine göre kabul olunup olunmayacağı ayırdetmez, yutar, sanki kendisi bütünüyle bir kulaktan ibaretmiş gibidir. Araplar casusa "ayn", yani "göz" dedikleri gibi, her söylenene kanan, her işittiğine inanan saf kimseye de "üzün" yani "kulak" derler. Hz. Peygamberimiz de münafıkların kabahatlerini yüzlerine vurmaz, merhamet ve kerem gösterirdi. Özellikle yemine çok saygı gösterirdi. Onlar da onun bu tutumunu, onun saflığına verirlerdi. Ondan dolayı böyle söylemişlerdi.

Ey Muhammed onlara de ki, sizin için bir hayır kulağıdır. Evet bir kulaktır, fakat sandığınız gibi değil, bilseniz sizin hayrınıza olan ne güzel bir kulaktır. Çünkü o başka birşey dinlemez hayır ve hak dinler ve sizi dinlerken de sizin hayrınıza dinler, Allah'a iman eder, ve müminlere de inanır. Dikkat edilirse birinci dinî anlamda iman, ikinci lugat anlamıyla inanmak demek olduğundan birincisi "ba" harf-i cerri ile, ikincisi "lam" harf-i cerri ile sıralanarak aralarındaki fark anlatılmıştır. Yani Allah'a iman ettiği için yemini dinler ve müminlerin sözlerine inanır, onları tasdik eder. Ve iman edenlere, (yani sizden imanını açıkça ortaya koyanlara) bir rahmettir. Açıkça ifade ettikleri imanı reddeylemez, kabul eyler, fakat hakikatte işin içyüzünü anlamadığından dolayı değil, sırf müminlere olan merhametinden, yumuşaklığından, sabır ve tahammülünden dolayı sırlarını açığa vurmamak, ayıplarını yüzlerine vurmayıp, örtbas etmek suretiyle kabul eyler. Halbuki; "Allah'ın Resulü'nü üzenlere, evet onlara acıklı bir azap vardır. Bir de gelirler size yemin ederler, bununla sizin gönlünüzü almak isterler. Oysa Allah ve Resulü, rızası kazanılmaya daha çok layıktır. Eğer inanıyorlarsa bunun böyle olduğunu bilmeliler. Bilmiyorlar mı ki, kim Allah'a ve Resulü'ne sürekli karşı gelirse ona muhakkak ki, cehennem ateşi vardır, orada ebedi kalacaktır, işte rüsvaylığın, perişanlığın büyüğü odur."

Aynı zamanda:

64-70- De ki; "alay edin bakalım!" Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamberimiz, Tebük seferine çıkarken münafıklardan bir süvari bölüğü de önde gidiyor ve kendi aralarında Kur'ân'la, Peygamber'le alay ediyorlardı: "Şu adama bakın, Şam kalelerini ve köşklerini fethetmek istiyor heyhat, heyhat!..." diyorlardı. Allah Teâlâ, Resulü'ne bunu haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz "Şu bölüğü durdurunuz." buyurdu ve yanlarına vardı, "Siz şöyle şöyle dediniz." dedi. Onlar da yemin ederek "Hayır, Ya Resulallah, hayır vallahi, ne senin, ne ashabının hakkında kötü bir şey söylemedik, sadece yol yorgunluğunu unutturmak için şakalaşıp eğleniyorduk." diye cevap vermişlerdi. Daha sonraki âyetler, bu çeşit davranışları kınayan ve sonuçlarının kötülüğüne dikkat çeken, müminleri uyaran âyetlerdir. Münafıklar ister kadın , ister erkek olsun, her zaman ve her yerde hep bu tutum içindedirler.

Onlara karşılık:

71-72- Ve Adn cennetlerinde güzel, hoş meskenler. Hayır kaynağı ve ebedi ikâmetgâh olan, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanoğlunun aklına, hayaline getiremediği gayet gönül safasıyla dolu bir mutlulukla yaşanacak güzel güzel meskenler ki, en ileri derecedeki iman ve hizmet ehline vadolunmuştur. Ve Allah'dan bir rıdvan yani Allah'ın rızasından olan bir küçücük şey bile ekberdir, yani en büyüktür. Bütün bu sayılan cennet nimetlerinin hepsinden daha büyüktür. Çünkü her hayrın ve her mutluluğun, her şerefin ve her yüceliğin dayanağı odur. Bunun doğrudan doğruya vaad olunan nimetler dizisi içinde gösterilmemesi dikkat çekici bir şeydir. Allah bilir, bunun hikmeti, her vaadin içeriğinde her iki dünya için geçerli olan bir mânânın yatmasıdır, denilmiş. Fakat rivayet olunmuştur ki Allah Teâlâ, cennet ehline "Razı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?" Buyuracak, onlar da "Ey Rabbimiz, nasıl olmayız ki, bize başka kullarından hiç birine vermediğin nimeti verdin." diyecekler. Bunun üzerine buyuracak ki, "Size bundan da büyüğünü vereceğim.", "Bundan daha üstün ne olabilir?" diyecekler. İşte o zaman Allah Teâlâ buyuracak ki; "Size rıdvanımı helâl kılacağım ve artık size sonsuza kadar hiç gazap etmeyeceğim."

73- Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad aç! Ve onlara karşı katı ol! Yumuşak davranma. Bundan anlaşılıyor ki, cihad yalnızca kılıç ile veya başka silahlarla yapılan savaşla olmaz. Yine bu ifadeden anlaşıldığına göre "cihad" kelimesi "kıtal", yani, "savaş" kelimesinden daha geniş kapsamlıdır. Zira münafıklar, gizli kâfir oldukları için, öbür açık kâfirler gibi savaş ve kıtal şeklinde bir cihad söz konusu edilemez. Münafıklara karşı açılacak cihad, delil ortaya koymak ve belgeleri açıklamak şeklinde tefsir edilmiştir. Gerçekten de cihad kılıçla, dille, yazı ve yayın yoluyla veya daha başka yollarla, ne şekilde olursa olsun cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak, mücahede eylemek demektir ki, savaş bunun sadece bir özel çeşididir.

74- Onlar Allah'a yemin ediyorlar ve "Biz böyle birşey demedik." diyorlar. Halbuki o küfür kelimesini kesinlikle söylediler.
Rivayet olunduğuna göre; Hz. Peygamber, Tebük seferinde iki ay kalmış idi. Bu sırada Kur'ân âyetleri iniyor ve sefere katılmayan münafıkları ayıplıyordu. Bu âyetleri ordu içinde bulunan münafıklar da işitiyorlardı. Bunlardan biri olan ve yukarıda da adı geçen Cülas b. Süveyd, "Eğer Muhammed'in Medine'de bıraktığımız kardeşlerimiz, büyüklerimiz ve ileri gelenlerimiz hakkında söyledikleri bu sözleri doğru ise biz eşşeklerden de kötüyüz." diye bir söz kaçırmıştı. O mecliste hazır bulunan Âmir b. Kays el-Ensari "Evet, vallahi Muhammed elbette doğrudur, sen de gerçekten eşşekten betersin." demişti ve tartışma hemen Peygamber Efendimiz'e ulaşmıştı. Bunun üzerine Cülas'ı huzuruna getirtti, Cülas da "Vallahi söylemedim." diyerek yemin etti. Âmir de iftiracı durumuna düşmüştü, ellerini kaldırarak "Allah'ım! Kulun ve Peygamberin olan Muhammed'e doğruyu tasdik edecek, yalancıyı belli edecek âyet indir!" diye dua etti. Bu sebeple bu âyet nazil oldu. Cülas da "Allah Teâlâ, bu âyette tevbeyi zikrediyor. Gerçekten de ben o sözü söylemiştim." dedi ve cidden tevbekâr oldu. Ve İslâmlarından sonra küfrettiler. Yani açıkça müslüman olduklarını söyledikten sonra, içlerindeki küfrü ortaya koydular. Ve nail olamadıkları bir kasıtta bulundular. Tebük'ten Medine'ye dönüşte münafıklardan onbeş kişi, geceleyin karanlıkta bir yamacın kıvrıldığı bir tepede Hz. Peygamberimiz'i bineği üzerinde vurup uçuruma itmeye ittifakla karar vermişlerdi. Ammar b. Yasir bineğin yularından çekiyordu, Huzeyfe ibnil-Yeman da arkasından sürüyordu. Tam o sırada Huzeyfe develerin ayak seslerini ve bir silah şakırtısı işitti, döndü baktı ki, yüzleri örtülü bir grup üzerlerine doğru geliyor. Bunun üzerine Huzeyfe yüksek sesle "Kendinize gelin, Ey Allah düşmanları, kendinize!" diye bağırınca, onlar da korkup kaçarlar.

75-"Yine onlar içinden öyleleri vardır ki, Allah'a ahit verirler." Bu âyetin de Sa'lebe b. Hatıp sebebiyle nazil olduğu rivayet edilir. Şöyle ki, Sa'lebe Hz. Peygamberimiz'in huzuruna gelmiş, "Ya Resulallah! Allah'a dua et de bana biraz mal versin." demiş. Peygamber (s.a.v.) de: "Ey Sa'lebe hakkını eda ettiğin az mal, güç yetiremiyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." buyurmuş. Sa'lebe tekrar gelmiş ve "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, bana mal verirse, kesinlikle her hak sahibine hakkını veririm." demiş. Bunun üzerine Resulullah dua etmiş, o da bir davar sahibi olmuş derken o hayvan üredikçe üremiş, onun hayvanlarına Medine dar gelmeye başlamış, bir vadiye gitmiş, önce cemaat namazlarından, sonra da cumalardan kesilmiş. Resulullah onu sormuş, "Malı çoğaldı, vadiye sığmaz oldu." denilmiş. Bunun üzerine "Eyvah, yazıklar oldu Salebe'ye." buyurmuş. Sonra zekât için ona iki tahsildar göndermiş, birçokları bu tahsildarları daha önceden hazırladıkları zekat mallarıyla karşılamışlar. Salebe'ye vardıkları zaman Resulullah'ın belli farzın ödenmesini buyuran fermanını okuyup zekatı istediklerinde, Sa'lebe "Bu cizye de neyin nesi oluyor? Bu istediğiniz şey cizyenin kendisi değilse bile kardeşidir. Hele siz şimdi gidin de ben bir düşüneyim." demiş.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
76- "Allah onlara fazl u kereminden ihsanda bulununca, onda cimrilik ederler ve yüz çevirip vazgeçerler." İşte bu âyet ona delalet etmektedir. Tahsildarlar dönüp Hz. Peygamberimiz'e geldiklerinde, daha onlar olup bitenler hakkında birşey söylemeden, Hz. Peygamberimiz, iki kere "Eyvah, yazıklar oldu, Sa'lebe'ye." buyurmuş. Bu âyetler, bu sebeple nazil olmuştur. Daha sonra Sa'lebe zekâtı alıp getirmiş, fakat Resulullah "Allah Teâlâ, beni, senin sadakanı kabul etmekten meneyledi." buyurmuştur. Hz. Peygamberimiz'in irtihalinden sonra Ebu Bekir'e getirmiş, kabul etmemiş, daha sonra Hz. Ömer'e getirmiş, o da kabul etmemiş ve Hz. Osman'ın halifeliği zamanında kendisi de yok olup gitmiş.

77-Böylece "Allah'a verdikleri sözü tutmadıkları için Allah da o sözü kıyamete kadar kalblerinde sürüp gidecek bir nifaka (münafıklığa) çevirdi." âyetinin hükmü zuhura gelmişti.

78- O münafıklar bilmediler mi ki Allah onların kalblerinde gizledikleri sırlarını da, fısıltılarını da elbette bilir ve Allah hiç şüphesiz Allamü'l-guyuptur. Yani Allah'ın her bilinmeyeni kesinkes bilip durduğunu bilmediler mi de o haltları işlemeye cüret ettiler?

79- Onlar ki, müminlerden sadaka konusunda fazla fazla verenleri (yani farz olan zekâtlarından başka nafile olarak da sadaka verenleri) kınarlar. Bir de cühdlerinden, (takatlarından başka birşey bulamayanları) ayıplarlar da onlarla alay eder, eğlenirler. Bu âyette tatavvu olarak sadaka vermenin faziletine dikkat çekilmiştir.

Tatavvu: Üzerine farz ve vacip olmadığı halde fazladan bir ibadet yapmak ve taatta bulunmaktır ki, "nafile" ile eş anlamlıdır. Mesela sadakalarda tatavvu, vacip olan zekâttan başka fazladan sadaka vermektir, yahut kendisine zekât düşmediği halde sadaka vermektir ki, diğer ibadetlerde de bu böyledir.

Şöyle rivayet olunmuştur ki, Hz. Peygamberimiz, insanları sadaka vermeye teşvik buyurmuştur. Bundan dolayı Abdurrahmân b. Avf, kırk okka kadar altın, bir okka kırk dirhem para ve bir rivayette dört bin dirhem getirmiş ve "Sekiz bin dirhem param vardı, yarısını Rabb'ime ayırdım, yarısını da evdekilere bıraktım." demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz, "Allah, verdiğini de senin için mübarek kılsın, evde alıkoyduğunu da." duasında bulunmuştu. Gerçekten de Abdurrahmân, daha sonra o kadar bolluğa ve berekete erişmişti ki, vefat ettiği zaman, mirasının sekizde biri dört hanımına taksim edilince yalnızca dördüncü hanımı olan Nadir, Seksen bin dirheme sulh olmuştu. Yine ashaptan Asım b. Adiy de yüz vesek hurma getirmiş, "Bu gece bir zatın hurmalığını sulamak için sabaha kadar gündelikçi olarak çalıştım, karşılığında iki sâ' hurma kazandım, birini evime alıkoydum, birini de Rabb'im için getirdim." demişti. Resulullah da zekât olarak toplanan öteki hurmaların üstüne dökmesini emreylemişti. Münafıklar ise Abdurrahmân da, Asım da "Sadakalarını başka değil, sırf gösteriş ve isim yapmak için getirdiler, Ebu Ukayl'in getirdiği bir sâ'hurmaya da Allah ve Resulü muhtaç değildi, lâkin o da kendisine sırf sadaka veriyor desinler diye getirdi." şeklinde ileri geri dedikodu yapmışlar ve fiskos etmişlerdi. İşte bu sebeple bu âyet nazil oldu.

Allah, o münafıkları maskara etti. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.

80-Öyle ki, sen onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme, bir şey değişmez, her ikisi de eşittir. Onlar için yetmiş kere istiğfar etsen de, (yani ne kadar çok istiğfar edersen et), yine de Allah onları kesinlikle affetmeyecektir, bağışlamayacaktır.

Rivayet olunuyor ki, Abdullah b. Übeyy'in oğlu Abdullah çok ihlaslı bir müslüman idi, babasının hastalığında onun hakkında Resulullah'ın dua ve istiğfar etmesini niyaz etmişti. Peygamber Efendimiz de etmiş idi. Sonra bu âyet nazil oldu. Yedi, yetmiş ve yediyüz gibi sayılar mutlak olarak bir şeyin çok çok yapılması için kullanılır. Böyle olmakla beraber sayıların herbiri, esas itibariyle daha yukarısının hükmüne aykırı bir sınırı belirler. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bunu dikkate alarak "Demek ki, Allah Teâlâ izin verdi ben de yetmişten daha fazla istiğfar ederim."(1) demiş ve bunu üzerine "Aynı şeydir, onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme, Allah onları bağışlamayacaktır." (Münâfikûn, 63/6) âyeti nazil olmuştur.

İşte bu, yani Allah'ın onları bağışlamayışı, senin istiğfarına önem vermediğinden dolayı değil, şu sebeptendir: Çünkü onlar Allah'a ve Resulü'ne inanmadılar, kesinlikle inkâr ettiler. Allah da böylesine fasıklar güruhunu hidayete erdirmez. Yani, hadlerini aşan, şımarık ve küstahça tavır alan inatçı kimselere hidayet nasip etmez, onları başarıya ulaştırmaz, maksatlarına nail eylemez.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
93-94- Yanlarına dönüp geldiğinizde size özürler uyduracaklar. Yani siz mümin gaziler, selametle, şan ve şerefle gazadan dönüp yine onların yanı başlarına geleceksiniz ve kalbleri mühürlü olduğundan dolayı, bu sonucu akıl edemeyen ve geride kadınlarla beraber kalmaya razı olarak, izin istemeye kalkışan o zengin münafıklar, o zaman yani siz dönüp yanlarına geldiğiniz zaman, alçaklıklarını anlayacak ve hak ettikleri itaptan sıyrılıp kurtulmak için münafıkça yollarla birtakım özürler, bahaneler uyduracaklar. Fakat ey Muhammed, sen onlara de ki, özür uydurmayın özrümüzü kabul ettireceğiz diye boşuna çabalamayın hiç ağzınızı açmayın. Size asla inanmayacağız, Allah bizi haberlerinizden vahiy ve nübüvvet yoluyla haberdar etti. Yalancılığınız, münafıklığınız kesinleşti. Bundan dolayı müminlerin bu vahiy bilgileri karşısında sizin söyleyeceklerinize inanması ihtimali kalmadı. Bundan böyle yapacağınızı da Allah ve Resulü görecek. Bakalım ne yapacaksınız, yine nifaka devam mı edeceksiniz, yoksa tevbekâr olup yola mı geleceksiniz? Her ne yapsanız Allah'dan ve Resulü'nden gizleyemezsiniz. Gizli veya açık her işiniz, her yaptığınız görülecek, bilinecek. Sonra da zaten o her gizliyi ve açığı bilenin huzuruna gönderileceksiniz. En sonunda yakalanıp gizli veya açık yaptığınız bütün işlerinizin özüne vakıf olan Allah Teâlâ'nın huzurunda dikileceksiniz. İşte o zaman O da size bütün yapageldiklerinizi haber verecek. Yani kıyamet gününde Allah cezanızı verecek, ne halt ettiğinizi o zaman anlayacaksınız.

95- Siz dönünce ne sefilce özürler dileyecekler bilir misiniz?

Gazadan dönüp onlara geldiğinizde (sizi kandırmak için) Allah'a yeminler edecekler, kendilerine boş verip aldırmayasınız diye. Yani kabahatlerini görmiyesiniz, ayıplayıp azarlamaktan vazgeçesiniz, sarf-ı nazar edesiniz diye. İmdi siz de kendilerinden yüz çeviriniz. Yani onların arzu ettikleri gibi hoşgörü ve sevgiyle değil, uzaklaşıp nefret göstermek suretiyle yüz çeviriniz. Çünkü onlar pistirler. Dışarıdan görünmese bile mutlaka içleri pistir, niyetleri ve ruhları habistir. Gözle görülen cismani pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla olan ruhanî ve ahlâkî pisliklerden sakınmak, uzak durmak da öyle, hatta daha öncelikli olarak vaciptir. Me'vaları, (yani, en son varacakları yerleri, son durakları) cehennemdir. Kesiplerinin, (yani elde ettiklerinin) cezası olarak.

96- Yemin ederler sizi inandırmak için kendilerinden razı olasınız diye. Yani sizin rızanızı elde etmek, sizi kandırıp, gönlünüzü kazanmak için, fakat siz onlardan razı olsanız, şüphesiz ki Allah öyle fasıklar güruhundan razı olmaz, olmayacaktır. Yani siz müminlerin onlardan razı ve hoşnud olmanız onlara bir fayda vermez. Onlara fayda vermek şöyle dursun, sizin için bile zararlı olabilir.

Denilmiştir ki, bunlar Cedd b. Kays, Mu'attib b. Kuşeyr gibi münafıkların yandaşları olan seksen kadar münafık idiler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) söz konusu Tebük seferinden dönüp Medine'ye teşrifinden sonra, bunlarla oturmamaları ve konuşmamaları için ashabını uyardı.

97- A'rabiler,"a'râb" arabın çoğulu zannedilmemelidir. Arabinin çoğulu arab olduğu gibi, a'râbinin çoğulu da a'râbdır. Yani arabın tekili için arabî, denilir. A'rab, gerek Arap'tan, gerek Arab'ın dışındaki kavimlerden özellikle bedevi olanlara (çölde yaşayanlarına) denilir. Herhangi bir köy ve kasabada yerleşik olmayıp badiyede konar göçer olarak dolaşan göçebeler için kullanılır. Arap ise hem köy ve kasabalarda yerleşik olan, hem de göçebe yaşayan bütün Arap kavmi için kullanılmakla birlikte daha ziyade köy ve kasabalarda yerleşik olarak yaşayan medeni kısmı için söylenir ki, bunlara "a'râb" denmez. Bunlardan birine, yani şehirli bir Arab'a "ya a'râbi!" diye hitap edilecek olursa kızar, öfkelenir. Fakat her hangi bir bedevi a'râbiye "ya arabi" denilirse kızmaz, üstelik memnun olur, hoşuna gider. Bu fark bizim dilimize de geçmiş ve adeta a'râb kelimesi, siyah, koca dudaklı zenci gibi bir anlamda kullanılmıştır ki, bunun aslını bilmeyenler "arab" ile "a'râb" lafızlarının söylenişini ayırdedemezler de halt ederler: A'rab diyecek yerde Arab derler. Velhasıl Arapça'daki Arab ve a'râb, Türkçe'deki Türk ve Türkmen gibidir. Türkmen Türkün yörüğü olduğu gibi, a'râb da Arab'ın yörüğüdür. Her a'râbi değil, fakat genelde bedevi ve vahşi olan a'râb cinsi küfür ve nifakça daha şiddetlidir. Yaşadıkları bir çeşit çöl hayatının gereği olarak huyları daha sert, daha ilkel olduğundan küfür ve nifakları da daha şiddetli, daha beterdir. Ve Allah'ın, Resulü'ne indirdiği şeylerin (vahiy âyetlerinin) sınırlarını bilmemeye daha yatkın, daha layıktırlar. Hz. Peygamber'in sohbetlerinden uzak, onun mucizelerini yakından görmekten, kitap ve sünnette bildirilen ibadet ve diğer ahkâmın uygulanış şeklini tanıma şerefinden yoksun bulunduklarından dolayı tevhid inancının ve peygamberliğin, ahiret akidesinin içyüzünü, inceliğini ve bunlarla ilgili delillerin ayrıntılarını, şer'î hükümlerin kapsam ve sınırlarını tam anlamıyla bilemeyebilirler. Bu gibi konuların özü hakkında bilgisizliğe medenilerden daha ziyade yatkındırlar. Fıkıh konuları şöyle dursun, basit ilmihallerini bile bilemiyecek bir durumdadırlar. Nitekim buna işaret olmak üzere medeni munafıklar hakkında "Ve Allah kalblerini mühürlemiştir, o yüzden onlar bu incelikleri anlamazlar." diye fıkıhtan yoksun olmakla; bedevi olan a'râb hakkında "Allah onların kalblerini mühürlemiştir, o yüzden onlar bilmezler." diye bilgisizlikle vasıflandırılmışlardır. Bununla beraber "a'râb" cinsi yalnızca bunlara münhasır sanılmamalıdır. Bir çok çeşitleri olmakla beraber, iki ana bölüme ayrılabilirler.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
98-Bundan dolayı a'râbilerden bazıları vardır ki, yapacağı infakı bir cereme olarak sayar. Allah yolunda sarfedeceği malı, sadaka namıyla vereceği malı, boşa gitmiş, telef olmuş bir zarar, bir ziyan olarak görür, öyle kabul eder. Allah rızası için vermediği ve sevabını ümid edemediği için verdiği o mal, bir mağnem (ganimet) değil, bir mağrem (cereme) olur. Sevindirici bir kazanç değil, ölümcül bir dert, yüreğine vurulmuş bir düğüm olur. Gösteriş ve takiyye gibi art düşüncelerle verildiğinden katıksız bir ğaramet (ziyan) ve bir hüsran olur. Kendisi bunu böyle telakki eder ve size daireler gözetler durur. Yani bekler ki, devran dönüp dolaşıp başınıza belalar getirsin, felaketler sizi dört bir yanınızdan sarsın, üstünlüğünüz sona ersin de kendileri sadaka verme zahmetinden kurtulsunlar. Bela çemberi boyunlarına geçsin, yani sizin hakkınızda temenni edip durdukları o şey, o bela ve musibet halkaları hep kendi üzerlerine konsun, kötü niyetleri kendi başlarına gelsin, kendi aleyhlerine dönsün.

Allah işitendir, bilendir. Şu halde infak ederken söylediklerini işitir, kalblerinde ne gizleyip , ne niyetler beslediklerini bilir.

99-Bunlara karşılık yine a'râbilerden bir kısmı vardır ki Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve yapacağı infakın Allah katında yakınlığa vesile olacağını kabul eder. O yakınlığı sağlamaya yarayacağına inanır ve yine o yakınlığa vesile olan peygamberin salavatı, yani dua ve istiğfarına sebep olacak bir hayır sayar. Allah yolunda yaptığı harcamaların kendi hakkında böyle büyük hayırlara vesile olacak ve ebedi hayatında işine yarayacak bir azık olacağına inanır. Böyle inandığı için de bu yolu seçer ve seve seve takdim eder. Zira Peygamber (s.a.v) Efendimiz, böyle sadaka verenler hakkında hayır ve bereket ile duada bulunur ve onlar için Allah'dan mağfiret niyaz ederdi. Evet o infak, onlar için gerçekten de bir yakınlıktır, büyük bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine dahil edecek, nimetine ve mutluluğuna erdirecektir. Muhakkak ki Allah, ğafurdur, rahîmdir.

100- Muhacirler'den ve Ensar'dan o sabıkîn-i evvelîn. Muhacirler'den ve Ensar'dan hicrette ve yardımda başta gelen öncüler, yani kıbleteyne (her iki kıbleye) namaz kılmış ve Bedir Savaşı'nda bulunmuş olanlar, yahut "Hakikaten Allah, o ağaç altında sana biat eden müminlerden razı olmuştur." (Fetih, 48/18) âyetinin delaletine göre Hudeybiye'deki "bîy'atürrıdvan"da bulunanlar ki, bu görüş daha tercihe şayandır. Zira Enfâl Sûresi'nde (âyet 72)de geçtiği üzere Hudeybiye gününe kadar olan hicretlerin hepsi önceki hicretler grubundandır. Ve bunlara ihsan ile, iyi ameller ile uyanlar. Yani güzel işlerde sabıkîn-i evvelîne (ilklere) uyup, onlar gibi güzel işler yapan diğer Muhacir ve Ensar, yahut kıyamete kadar onların yaptıkları işleri örnek alan ve onların izinden giden bütün iyiliksever müslümanlar ki, bu mânâya göre, "sabıkîn-i evvelîn"

Muhacirler'le Ensar'ın bütünü demek olur. Önceki mânâ 'daki "min" min-i teb'îzıyye olduğuna göredir, bu ikinci mânâ da min-i beyaniyye olduğuna göredir. Velhasıl sabıkin-i evvelin olan Muhacir ve Ensar'dan ibaret bütün Muhammed'in Ashabı ile onlara iyi gözle bakıp arkalarından giden, onları kendilerine örnek alan ve onlara uyanlar... Allah onlardan razı, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır. Bu özellikleri taşıyanların hepsi "razıyye" ve "merzıyye" mertebesini kazanmışlardır. Ve Allah, onlara öyle cennetler hazırlamıştır ki, altlarından ırmaklar akar durur. İbnü Kesir kırâetinde bu âyet dahi, birçok yerdeki benzerleri gibi diye okunur. Ancak diğer kırâetlerde burada "min" yoktur. "Onlar, orada ebedi kalacaklar. Büyük kurtuluş da işte budur," bu demektir.

Gerçek müminlerin ve Hz. Peygamberimiz'in ashabını örnek alıp, izlerinden gidenlerin durumu böyledir. Öbürlerine gelince:

101- Havalinizdeki bedevî a'râbdan da (yani Medine'nin çevresinde bulunan a'râbdan da ki, Cüheyne, Müzeyne, Eslem, Eşca', Gifar gibi aşiretler Medine etrafında konar göçerlerdi). münafıklar vardır, ve Medine ahalisinden de bunlar da münafıklıkta temerrüd etmiş, yani sürtülmüş, bilenmiş ve uzmanlık kazanmış, tamamiyle kaypaklaşmışlardır. Öyle ki sen bile onları bilmezsin. Şahıslarını, isimlerini, neseplerini bilmez değil, münafık olduklarını bilmezsin. Yani münafıklıkta o derece ileri gitmişler ve o derece maharet elde etmişlerdir ki, sırlarını gizlemeye, takıyye yapmaya, töhmet altında kalma tehlikesi olan konulardan uzak durmaya, gerektiğinde yağ gibi suyun üstüne çıkmaya öyle alışmışlardır ki, kendilerini senden, senin o yüksek sezgi ve dirayetinden bile gizleyebilirler. Vahiy nazil olmadıkça sen bile onların münafık olduklarını bilemezsin, farkına varamazsın "onları Biz biliriz." Biz onları, muhakkak ki iki kere cezalandıracağız. Ki bunun biri dünya azabı, biri kabir azabıdır. Sonra azim (yani azametli) bir azaba uğratılacaklar ki bu da kıyamette ebedi olarak kalacakları cehennem azabıdır.

102-Yine onlardan, yani civardaki bedevilerden ve Medine halkından diğer bir kısımları da vardır ki, günahlarını itiraf ettiler. Öbürleri gibi yalandan mazeret uydurmaya kalkışmadılar. Huzur ve rahat düşkünlüğü yüzünden başka hiçbir ciddi mazeretleri bulunmadığını, bu sebeple gazaya gitmeyip evlerinde kaldıklarını, sonradan bu yaptıklarının fena bir şey olduğunu anladıklarını söyleyip, kusurlarını olduğu gibi itiraf ettiler, pişman olduklarını dile getirdiler iyi bir işi ve diğer bir kötü işi birbirine karıştırdılar. Yani, fena ameller de yaptılar, iyi ameller de yaptılar. Mesela, gazaya gittikleri de oldu, gitmedikleri de oldu, günah da işlediler, tevbe ettiler, pişman da oldular, fakat doğru söylediler. Bunlar sefere çıkmayıp evlerinde oturan emre uymayanlar idiler ki, bu âyet nazil olunca, bunlardan bir kısmı kendilerini Mescid-i Saâdet'in direğine bağlayıp cezalandırmışlardı. Resulullah seferden dönünce âdeti olduğu üzere mescid'e girip iki rekat namaz kıldı ve bunları o halde gördü, "bu nedir?" diye sual buyurduğunda, denildi ki, "Bunlar, siz çözmeyince, kendilerini çözmemeye yemin ettiler". Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz, "Ben de yemin ederim ki, haklarında af emri çıkıncaya kadar çözmem." buyurdu. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu: Ola ki, Allah tevbelerini kabul eder. Çünkü O, ğafurdur, rahîmdir.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
103-Rivayet olunduğuna göre, çözüldükten sonra "Ya Resulallah, işte bu mallarımızdır ki, bizi senden alıkoydu. Şimdi sen bunları tasadduk et (Allah yoluna dağıt) ve bizi temize çıkar." dediler. Peygamberimiz, "Mallarınızdan birşey almakla emrolunmadım." diye cevap verdi, hemen sonra şu âyet nazil oldu: Onların mallarından sadaka al ki, kendilerini onunla arındırıp, tertemiz edesin.Yani, günah kirlerinden temizlenmelerine ve hasenatlarının bereketlenmesine, ihlaslılar derecesine terfi edilmelerine sebep olasın. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz o malların hepsini değil, ifadesindeki min-i teb'iza riayet ederek üçte birini alıp dağıttı.

Bu rivayete göre, burada alınması emrolunan sadaka, farz olan zekât olmayıp, o ayak sürüyüp savaşa katılmayanlardan günahlara bir keffaret gibi alınan özel bir sadaka demek olur. Hasan-ı Basrî'nin sözü budur. Bununla beraber bir varlık vergisi, bir vergi cezası şeklinde de değil, oruç ve yemin keffaretlerinde olduğu gibi, ibadet ve itaattaki bir kusurun affı, bir eksikliğin giderilmesi niyetiyle alınan bir sadaka olmuş olur. Fakat fıkıh âlimlerinin pek çoğu demişlerdir ki, bundan asıl murad farzolan zekâttır. Yani yukarıdan beri konunun akışı zenginler üzerine olduğundan, siyakın icabı da bu olduğundan, bu âyetle zekatın zenginlere farz olduğu ve böylece suçlarını itiraf eden bu asker kaçaklarının günaha girmelerine de sebep mal sevgisi olduğundan tevbe ve nedametlerinin geçerli olması ve dindarlıklarının sadakatli olması, ancak farz olan zekâtı gönül rızası ile ve seve seve vermelerine bağlıdır. Buna bağlı olduğu içindir ki, nifak kusurundan ancak böyle kurtulup temizlenebilecekleri anlatılmıştır. Bu mânâ ise farz olan zekâttan başka tatavvu (nafile) olarak daha fazla vermelerine ve fazla fazla verdikleri takdirde bunun alınıp kabul edilmesine mani değildir. Hz. Peygamberimiz'in, "almakla emrolunmadım" buyurmasının yukarıda adı geçen Hatıb b. Sa'lebe gibi bir takım münafıkların sadakalarının kabul edilmeyişi ile ilgili olması daha kuvvetli ihtimaldir.

Velhasıl burada "al!" emrinin, rivayete göre günahlara keffaret niteliğinde nafile cinsinden olan sadakaların Hz. Peygamberimiz tarafından alınıp kabul edilmesine delalet etse de farz olan zekâtlarının alınıp kabul edilmesine öncelikle delalet edeceği aşikârdır. Ve şurası da bilinmektedir ki, Resulullah, kendi adına sadaka almaktan menedilmişti. Peygamber evladından ve soyundan olanların vacip olan sadakaları kabul etmeleri haram olduğu gibi, Hz. Peygamber'in kendisine, vacip veya nafile her türlü sadaka haram idi. Şu halde Hz. Peygamberimiz'in sadaka alması, kendi adına sadaka alması değil, Allah adına sadaka almasıdır. "Fakirlerinize verilmek üzere zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum." hadisi şerifinde de açıkça belirtildiği üzere, devlet reisi sıfatıyla ve vazifesi gereği olarak sadakaları alıp, harcama yerlerine sarfetmek demektir. Bu âyet vergilerin toplanmasında imam denilen devlet başkanının mutlaka bir sorumluluk taşıdığına ve görev yüklenmiş olduğuna delalet eder ki, kısmı da bununla ilgilidir. Bu münasebetle "Ahkâm-ı Kur'ân"da yer almış olan şu satırları buraya kaydedelim:

"Bu âyet delalet eder ki, sadakaları almak, devlet başkanına aittir. Mükellefler vergiyi doğrudan doğruya fakirlere verirse yeterli olmaz. Çünkü alınmasında devlet başkanının hakkı yerine gelmemiş olur. Bundan dolayı mükellefin boynundan zekât borcu kalkmış olmaz. Hz. Peygamber, davar ve sığırla ilgili zekâtları toplamak üzere amiller gönderir ve onların sulama yerlerinde veya ağıllarında sayılıp zekâtlarının alınmasını emrederdi. Peygamber (s.a.v) Efendimiz'in Sakıf heyetine diye şart koşmasının mânâsı da budur. Yani sığır, deve ve davarları (ki, bunlara mevaşî adı verilir) sahipleri getirip vergi memurlarına hazır etmekle mükellef olmayacaklar, vergi memurları su başlarını, ağılları ve otlakları ve sürülerin bulunması muhtemel olan yerleri dolaşarak gördükleri sürülerden zekâtı mahallerinde toplayıp gidecekler. Hububat ve bahçe gelirlerinin zekâtı da yine böyle toplanacaktır. Diğer malların, yani gizli servet denilen altın ve gümüş paraların zekâtı, sahipleri tarafından Hz. Peygamberimiz'e götürülürdü. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanında da böyle yapıldı. Hz. Osman zamanında da bir süre bu minval üzere toplandı. Sonra bir Ramazan günü bir hutbe irad edip: "Bu ay zekâtlarınızın ayıdır. Her kimin üzerinde zekât borcu varsa ödesin, geriye kalan malını temizlesin" dedi ve böylece doğrudan doğruya yoksullara ödenmesini herkesin kendisine bıraktı ve bundan dolayı bu mallardan devlet başkanının zekât alması hakkı sakıt oldu. Çünkü âdil imamlardan birinin yapmış olduğu bir sözleşmedir. Binaenaleyh ümmet üzerinde hükmü geçerlidir. Çünkü Peygamber Efendimiz "O, onların aleyhinde veya lehinde sözleşme yapar." buyurmuştur. Hz. Peygamber'in mevaşinin (zekâtlık malların) ve tarım ürünlerinin zekâtlarını toplamak üzere vergi memurları (amiller) görevlendirdiği gibi, nakitteki zekâtların toplanması için de amiller görevlendirdiğine ilişkin bir bilgi bize ulaşmamıştır. Çünkü bu gibi mal ve servetler devlet reisinin bilgisi dışındadır, ötekiler gibi açıkta değildir. Onlar evlerde, dükkanlarda ve kapalı yerlerde saklanabileceği ve memurların da ev gibi yerlere girmelerinin caiz olamayacağı gibi, mükelleflere bütün mallarının ortaya konmasını teklif etmek de caiz olmayacağından, bu çeşit gizli mallar için memur gönderilmemiş idi. İmama kendileri getirirlerdi, bu konuda kendi beyanları kabul edilirdi. Bununla beraber bu ticari mallar bir yerden bir yere taşınırken açığa çıktığı zaman bunlardan da vacip olan zekâtı toplamak için amiller tayin olunduğu olmuştur. Nitekim Ömer b. Abdülaziz, "Müslümanların geçirdiği ticari mallardan her yirmi dinarda yarım dinar, zimmilerin taşıdıkları mallardan da her yirmi dinarda bir dinar alınmasını, sonra bir sene geçmeden onlardan hiçbir şey alınmamasını ve bunu Hz. Peygamber'den dinleyen kimsenin kendisine haber vermiş olduğunu" amillerine yazmış idi. Daha önce de Hz. Ömer ibni'l-Hattab, amillerine "müslümanlardan çeyrek öşür, zimmilerden yarım öşür, harbilerden de bir tam öşür almalarını" yazmıştı. Ve müslümanlardan alınan çeyrek öşür (yani kırkta bir) vacip olan zekât olup, bunda nisap, havl (zaman) ve gerçek mülkiyet gibi şartlar da geçerli olur. Eğer bu şartlar tutmaz ve zekât vacip hükmüne girmezse alınmazdı. Bunda Hz. Ömer, zekâtlık malların ve tarım ürünlerinin zekâtında Hz. Peygamberimiz'in fiilî sünnetine uymakla yetiniyordu. Zira ticari mallar da, tıpkı diğer hayvanat ve tarım ürünleri gibi pazarlarda dolaşan zahiri mallardan olmuştu. Hz. Ömer'in bu uygulamasına ashaptan bir kimse de itiraz edip karşı çıkmamıştı. Şu halde bu konuda bir icma' meydana gelmişti. İşte Ömer b. Abdülaziz, Hz. Peygamberimiz'den rivayet olunan hadis ile birlikte Hz. Ömer'in bu uygulamasına da uyuyordu...ilh. (Bu mesele, Fıkıh kitaplarında, Kitabu'z-Zekât'ın âşir adlı faslında bahis konusu edilir.)

Özetle mallarından öyle bir sadaka al, ve sen onları salavatla, yani kendilerini dua ve istiğfar ile taltif eyle, onurlandır. Muhakkak ki, salavatın (hayır dua etmen) onlar için bir sükûnettir, Allah katında tevbelerinin kabul olduğuna bir güvencedir, bir gönül rahatlığıdır. Allah, işitendir, bilendir.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
104- "Onlar bilmezler mi ki:..." (Yine Medine ehlinden ve civarındaki bedevilerden) diğer bir kısımları da vardır ki; Allah'ın emrinden dolayı irca olunmuştur, yani tehir edilmiş, ertelenmişlerdir. "İrca" tehir etmek demektir ki, tevbelerinin kabulüne kesin gözüyle bakılmayanlara "Mürcie" denilmesi de bundandır. kelimesinin aslı da dir. Nitekim İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Asım'dan Ebubekir Şube ve Yakub kırâetlerinde okunur. Mücahid'den rivayet olunduğuna göre; bunlar Kâ'b b. Mâlik, Mürare b. Rebî', Hilâl b. Ümeyye idi. Bunlar yukarıda da geçtiği üzere kendilerini Mescid-i Nebî'nin direklerine bağlayan Ebu Lübâbe ve arkadaşları gibi pişmanlık gösterip tevbe ve özür dilemede acele etmemişlerdi, halbuki Bedir'e iştirak etmişler ve Bedir Ashabı'ndan idiler. Hz. Peygamberimiz bunlara ait hükmü tehir eylemiş ve ashabını onlarla selam ve kelâmdan engellemişti. İnsanlar bunlar hakkında ihtilaf ediyorlardı: Kimi "mahvoldular, helâk oldular" gibi laflar ediyor, bazıları da "Belki Allah kendilerini affeder." diye konuşuyorlardı. Böylece ilâhî emrin gelmesi için bekletiliyorlardı. Ya Allah bunları azaba uğratacak, eğer bulundukları halde kalırlarsa, veya tevbelerini kabul eyleyecektir. Eğer niyetleri halis olarak, gerçekten tevbe ederlerse. Allah alimdir, hakimdir. Şu halde bu irca işinde ve sonrasında o herşeyi bilmekte ve birtakım hikmetler gözetmektedir. Bu işte Allah'ın hikmetleri vardır.

105-106- "Onlar bilmezler mi ki:..." (Yine Medine ehlinden ve civarındaki bedevilerden) diğer bir kısımları da vardır ki; Allah'ın emrinden dolayı irca olunmuştur, yani tehir edilmiş, ertelenmişlerdir. "İrca" tehir etmek demektir ki, tevbelerinin kabulüne kesin gözüyle bakılmayanlara "Mürcie" denilmesi de bundandır. kelimesinin aslı da dir. Nitekim İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Asım'dan Ebubekir Şube ve Yakub kırâetlerinde okunur. Mücahid'den rivayet olunduğuna göre; bunlar Kâ'b b. Mâlik, Mürare b. Rebî', Hilâl b. Ümeyye idi. Bunlar yukarıda da geçtiği üzere kendilerini Mescid-i Nebî'nin direklerine bağlayan Ebu Lübâbe ve arkadaşları gibi pişmanlık gösterip tevbe ve özür dilemede acele etmemişlerdi, halbuki Bedir'e iştirak etmişler ve Bedir Ashabı'ndan idiler. Hz. Peygamberimiz bunlara ait hükmü tehir eylemiş ve ashabını onlarla selam ve kelâmdan engellemişti. İnsanlar bunlar hakkında ihtilaf ediyorlardı: Kimi "mahvoldular, helâk oldular" gibi laflar ediyor, bazıları da "Belki Allah kendilerini affeder." diye konuşuyorlardı. Böylece ilâhî emrin gelmesi için bekletiliyorlardı. Ya Allah bunları azaba uğratacak, eğer bulundukları halde kalırlarsa, veya tevbelerini kabul eyleyecektir. Eğer niyetleri halis olarak, gerçekten tevbe ederlerse. Allah alimdir, hakimdir. Şu halde bu irca işinde ve sonrasında o herşeyi bilmekte ve birtakım hikmetler gözetmektedir. Bu işte Allah'ın hikmetleri vardır.

107- Şunlar da vardır ki, Nafi, İbnü Amir, Ebu Cafer kırâetlerinde "vav"sız okunduğuna göre; ayrıca bir kıssa olarak, bir konu başlığı olarak, şunlar ki, bir mescid edindiler, kendileri için bir cami yaptılar zarara kalkışmak üzere, yani bununla müslümanlara zarar vermeye çalışmak, ve kâfirlik etmek, içlerindeki küfrü güçlendirmek, ve müminler arasına tefrika (ayrılık) sokmak, onları biribirine düşürmek, Allah'a ve Resulü'ne savaş açmış, harbetmeye kalkışmış olan bir kimseye yataklık yapmak, onun müminler aleyhine gözcülük yapmasına yardımcı olmak için ki, bundan önce, yani Tebük seferinden önce savaş yapmıştı, veya bu mescidi daha önce yapıp hazırlamışlardı.

Rivayet olunuyor ki, Beni Amr b. Avf "Kuba" mescidini bina ettiklerinde Resulullah'a bir temsilci gönderip oraya bir mescid yaptıklarını arzeylemişler ve gelip kendilerine namaz kıldırmasını rica eylemişlerdi. Peygamber Efendimiz de teşrif etmişler ve arzularını yerine getirmişlerdi. Bunların amca çocukları demek olan Benî Gunm b. Avf, bunları kıskanmışlar, "Biz de bir mescid yaparız ve Resulullah'ı davet ederiz, burada namaz kılar. Rahip Ebu Amir de Şam'dan geldiği vakit o da burada kalır ve ibadet eder." demişlerdi. O rahip Ebu Amir ki, Resulullah kendisine "el-Fasık" adını vermişti. Uhud Savaşı'nda şehid düşen ve melekler tarafından gasledilen Hanzale (r.a.)'nin babası olan bu Ebu Amir, cahiliyye devrinde Hıristiyanlığa girmiş, ilim tahsilinde bulunmuş ve rahip olmuştu. Resulullah'ın peygamberliği üzerine itibarı sarsıldığından, Hz. Peygamberimiz aleyhinde düşmanca dolaplar çevirmeye başlamıştı. Mekke müşriklerini tahrik ve teşvik ederek Uhud Savaşı'na düşmanlar safında katılmıştı. Resulullah'a seslenerek: "Seninle savaşa tutuşan hangi kavmi bulursam, onlarla birlik olup sana karşı savaşacağım." demiş ve Huneyn Savaşı'na kadar hep böyle yapmıştı. Huneyn'de Havazin kabileleri hezimete uğradığı gün Şam'a kaçmış ve kaçarken münafıklara "Gücünüz yettiği kadar kuvvet ve silah hazırlayınız, ben Kayser'e gideceğim ve asker getirip Muhammed'i ve ashabını Medine'den çıkaracağım." diye haber göndermişti. Bundan dolayı onlar da Kuba Mescidi'nin biraz ötesinde başka bir mescid yapmışlar ve Hz. Peygamberimiz'e gelerek, "Sakatlar ve ihtiyaç sahipleri için kışın yağmurlu havalarda hizmet vermek üzere bir mescid bina ettik. Burada bize namaz kıldırıp bereketle dua etmenizi arzu ediyoruz." demişlerdi. Resulullah da şimdi sefere çıkmak üzereyim, meşgulüm, inşallah dönüp geldiğimizde kılarız." buyurmuştu. Tebük'ten dönüşte tekrar müracaat edip mescide gelmesini istediler. Bunun üzerine işte bu âyetler nazil oldu. Sonra Hz. Peygamberimiz, Malik b. Duhşum, Ma'n b. Adiyy, Amir b. Seken ile Vahşî'yi çağırdı, "Gidiniz şu ahalisi zalim mescidi yıkıp yakınız!" buyurdu. Onlar da öyle yaptılar ve yerinin çöplük yapılmasını emreyledi. O fasık Ebu Amir de Şam'da kaldı ve Kınnesrin'de helâk oldu.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
108- Onda ebediyyen kıyama durma, kaim olma, yani o mescid-i dırarda durup da namaz kılma. Elbette ilk gününden takva üzerine temeli atılan bir mescid, Kuba mescidi ki, esasını hicretin ilk günlerinde orada namaz kıldırmakla Resulullah bizzat atmıştı: Ve Kuba'da kaldığı Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri beş vakit namazı cemaatle kıldırmıştı.

Bununla beraber "temeli takva üzere atılan mescid"in Medine'deki Mescid-i Nebi olduğu da söylenmiştir. Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.)'den 'yı Resulullah'a sordum, biraz çakıl taşı alıp yere attı ve "İşte şu mescidiniz, Medine mescidi." buyurdu, demiş olduğu da rivayet edilmiştir. Senin içinde kaim olmana en çok hak kazanmış olan yerdir. İçinde öyle rical (erkekler, yiğitler) vardır ki gayet temiz olmayı severler. Günahlardan, kötü huylardan ve hasletlerden, maddi ve manevi pisliklerden iyice arınıp paklanmayı, Allah rızası için tertemiz olmayı severler ve öyle olmaya gayret ederler. Allah da tertemiz olanları sever.

Denilmiştir ki, bu âyet nazil olunca Resulullah maiyetinde bulunan bir grup Muhacirîn ile yürüyüp Kuba mescidine vardı, kapısında biraz durakladı, bekledi, içinde Ensar oturuyorlardı. Bunun üzerine onlara "Siz mümin misiniz?" diye sordu, cemaat sustu, hiç ses çıkarmadı, sonra tekrar sordu, Hz. Ömer (r.a.) "Ya Resulullah! Şüphesiz ki, müminler, ben de onlarla beraberim." dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki; "Kazaya razı olur musunuz?" Onlar "evet" dediler. Buyurdu ki, "Belaya sabreder misiniz?" Onlar yine "evet" dediler. Buyurdu ki, "Bollukta şükreder misiniz?" Onlar yine "evet" dediler. Bunun üzerine Resulullah "Kâbe'nin Rabb'ı hakkı için bunlar mümindirler." buyurdu ve sonra oturdu. Daha sonra "Ey Ensar topluluğu! Allah azimüşşan sizi meth ü sena etti. Abdestte ne yapıyorsunuz?" buyurdu. Onlar da "Dışkıyı üç taşla siliyoruz, sonra da su ile taharetleniyoruz." dediler. Resulallah şu âyeti tilavet buyurdu: "Onda tertemiz olmayı seven birtakım erkekler vardır".

Bir de denilmiştir ki, idrar kalıntısını su ile yıkarlardı, hiç cünüp durmazlar, cünüp iken uyku uyumazlardı.

Hasılı tatahhur; taharette mübalağa etmek, temizlik hususunda titiz davranmaktır. Şer'î anlamda taharet hem necasetten, yani maddi pisliklerden, hem de hades denilen cünüplükten ve manevi kirlerden arınmak demektir. Burada ise "dırar, küfür, tefrika ve ırsad" gibi fena hasletlere karşılık olarak kullanılmış olma karinesiyle tatahhurdan asıl maksat, cismanî olandan ziyade kalbî olan taharet söz konusudur. Yani günah, isyan, cimrilik ve tembellik gibi çirkin huylardan ve onların manevi lekelerinden iyice arınmak demek olduğu açıktır. Ayrıca Hz. Peygamberimiz'in sorduğu "iman, sabır ve şükür" gibi sorular da konuya ışık tutmaktadır. Şu halde bütün bu değişik rivayetler tefsirde tahsis mânâsına değildir, yalnızca maneviyata münhasır bırakılmayarak, işin maddi anlamda temizliğini de içine aldığını ve âyetin mânâ kapsamının geniş tutulması gerektiğini beyana yönelik olduğu gözönünde bulundurulmalıdır.

109- O halde binasını, yani dininin temelini Allah'dan bir takva ve rıza üzerine kuran mı daha hayırlı? Yoksa binasını çatlak ve çökmeye meyilli bir yıkıntının kenarına kurup da bununla cehennem ateşi içine yıkılan mı?

"Cürûf": dere kenarında sel sularının dibini yalayıp oyduğu, bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an yıkılmaya hazır durumda bulunan bir yerdir. "Hâr" da bunun geriden çatlamış devrilmek üzere olan bir çeşididir ki, bunun üzerine yapıldığı düşünülen binanın ne kadar çürük bir yere, ne kadar çabuk göçecek bir zemine oturtulmuş olduğu ve ne kadar çabuk çökmeye mahkum bulunduğu tasavvur olunsun. İşte din işlerini nifak ve fitne üzerine bina edenlerin vaziyeti tam buna benzer. Ve Allah, zalimler güruhuna hidayet etmez. Necat ve selamette başarılı kılmaz.

110- Onların, o zalim münafıkların bina ettikleri binaları, bu arada o yaptıkları mescid kalblerinde bir işkil (bir kuşku ve endişe düğümü) olmaktan öte gitmez. Yani, daima ve her hal ü kârda gerek yapılı, gerek yıkık halde bulunsun ikisinde de dinî bir şüphe ve kuşkuya sebep olup duracaktır. Zira yapılı kaldığı halde öyle ayrı ve müstakil bir toplanma yerinde kendi kendilerine toplanıp kalblerindeki küfür ve nifakı birbirlerine yayıp, açıklamaları, kendi şüphe ve nifaklarını arttırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Yıkıldığı halde ise nifaklarının açığa çıkmış ve anlaşılmış olması endişesini taşıyacaklarından dolayı kinleri ve telaşları artacak. Bundan sonra ne gibi bir muameleye tabi tutulacaklarını kestiremiyecekler ve yürekleri korku ve kuşku içinde titreyip duracaktır. Ta kalbleri parçalanıncaya kadar böyle kalacaklar. Yani o şüphe ve nifak kaynağı olan kalbleri iyice parça parça oluncaya kadar o şüphe ve kuşkuları sürüp gidecek. Ancak kalbleri parçalanınca bitecek. Fakat o kalbler onlarda bulunduğu müddetçe o şüphe ve fitne hastalığından kurtulmaları ihtimali yoktur. Allah herşeyi bilir, hikmet sahibidir. Şu halde onların bütün hallerini bilir, kalblerinin gizlediği nifaka kadar herşeylerini iyice bilir ve onlar hakkında vereceği hükümler hikmetsiz değildir, hepsi birtakım hikmetler içermektedir.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
111- Muhakkak ki, Allah müminlerden canlarını ve mallarını satın aldı, şununla ki, cennet münhasıran onların ola.

Rivayet olunduğuna göre; Resul-i Ekreme, Akabe Gecesi, Mekke'de Ensar'dan yetmiş kişi olarak biat ettikleri zaman, yani ikinci Akabe biatında, Abdullah b. Revaha "Rabb'in ve kendin için bizden dilediğini şart koş." demişti. Peygamber (s.a.v.) de: "Rabbım için O'na ibadet etmenizi ve hiç bir şeyi O'na şirk koşmamanızı, kendim için de beni, kendinizi ve mallarınızı nasıl koruyup savunuyorsanız öyle koruyup savunmanızı şart ederim." buyurdu. Onlar da "Bunu yaptığımız takdirde bizim için ne var?" dediler. Hz. Peygamberimiz "cennet" buyurdu. Bunun üzerine "Bu alış-veriş kârlıdır, bu sözleşmeyi ne bozarız, ne de bozulmasını kabul ederiz." dediler. Sonra işte bu âyet nazil oldu. Bir gün Hz. Peygamberimiz, bu âyeti okurkan bir a'râbi geldi "bu kimin sözü?" dedi, Resulullah, "Allah kelâmıdır." diye cevap verdi. O a'râbi "Vallahi bu çok kârlı bir alış-veriş, biz bunu ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz" dedi ve gazaya çıktı, nihayet şehid oldu...

Şüphe yok ki, Allah Teâlâ'nın yarattığı o canlar ve rızık olarak ihsan ettiği o mallar baştan sona Allah'ın mülküdür ve bundan dolayı Allah'ın onları satınalma yoluyla mülkiyetine geçirmesi tasavvur olunamıyacağından Fatiha Sûresi'nde "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/5)'in tefsirinde de beyan olunduğu üzere burada Allah Teâlâ'nın büyük bir lütuf gösterisi ile kullarını cihada ve ibadete daveti ve teklifi vardır. Bunun hakikatı şudur ki, Allah insanlara can ve mal vermiş ve onlarda muvakkat bir tasarruf ve faydalanmaya da izin vermiştir. Böylece kullar kendi şahıslarında ve mallarında geçici bir hürriyet ve mülkiyet hakkı ile yine muvakkat bir tasarruf ve faydalanmaya maliktirler. Fakat kullar bunları sırf kendileri ve kendi rıza ve ihtiyarları adına sarf edecek olurlarsa, Allah'ın ihsanı olan nimetleri, kendileri gibi fani olan maksatlar uğruna tüketmiş olacaklar ve ondan hiç bir kâr ve menfaat elde edemeyecekler. Ecelleri geldiğinde her şeyden mahrum olarak büsbütün hüsran azabı ile karşı karşıya kalacaklardır. Halbuki Allah'ın ihsanı olan can ve malı, kendileri için ve kendi mülkleri olarak değil de, hüriyetlerini ve tasarruf haklarını çok iyi kullanarak gönül rızasıyla Allah'a teslim ve Allah için ve Allah'ın emrine, Allah'ın yoluna sarfederlerse Allah onları heder etmeyecek ve kendilerini cennet ile sevaplandırarak ebedi nimetlere erdirecektir. Yani fani olan lezzetlerin Allah için feda edilmesine karşılık ebedi olan hayır ve menfaatler elde edilecek. Fani hayat yerine baki hayat kaim olacaktır. Bir mümin Allah yolunda savaşa katılır, can verir ve o yolda malını infak ederse, bu yaptığı iş boşa gitmeyecek, ahirette ona karşılık Allah'dan cennet alacak ve başkalarının sıkıntısından uzak olarak sırf nimetlerle dolu olan ebedi mutluluk içinde yaşayacaktır. İşte böyle düzenlenmiş olan bu dünya ile ahiret, bu fani ile o ebedi ve baki aynı anda bir yerde bir araya gelemiyeceğinden, bu fani hayatı o baki hayatla değiştirme işini Allah, kulunun ihtiyarına terk etmiştir. Bu işlem, bu yer değiştirme kulun seçim ve rızası ile Allah'ın kabulüne bağlı bulunduğundan bu ilâhî muamele sanki bir değişme, bir alış-veriş imiş gibi temsilî bir üslup ile ifade buyurulmuştur. Yoksa gerçekte kulun malı da, canı da, ona karşılık olarak verilen cennet de hepsi Allah'ın mülküdür. Aslında Allah Teâlâ, kendi mülkünü, yine kendi mülkü ile değiştirecektir.

Ancak bu değiştirme işlemi, cebri olmayıp yine de kulun rıza ve ihtiyarına bağlanmış olduğundan Allah Teâlâ bu sözleşmenin şerefini kullarına bağışlamıştır. Sanki zengin bir velinin kendi velayeti altındaki fakir bir çocuğa sermaye vererek onu ticarete teşvik etmek için dükkan açtırması ve başka müşteri aramayıp satacağı malı yalnızca kendisine satmak üzere şart koşup, her aldığına da kat kat kâr vermesi gibi bir alış-veriş şeklinde temsilî ifade kullanılmıştır. Benzersiz bir lütuf ve ihsanın hukuk diliyle ifade buyurulması demek olan bu temsilî anlatımla ayrıca hukukî muamele ve sözleşmelerin temel özelliklerini belirlemeye yönelik bir sözleşme örneği ortaya konmuştur. Ayrıca hukukî muamelelerin din ve dünya işlerinde esas olduğu gösterilmiştir. Yine burada gösterilmek istenmiştir ki; hukukî sözleşmelere dayanan alış-veriş akitleri ve bu yolla elde edilecek kâr ve kazançlar, teberru ve bağış yoluyla elde edilecek gelirlerden daha hayırlı ve daha şereflidir. Beşerin hayatının ve mutluluğun hukuki sözleşmelere riayet ve sözünde durmak gibi insanî ve ahlâkî özelliklere bağlı olduğuna da işaret vardır.

Şu halde fiili, herşeyden önce bu sözleşmenin taraflarını belirliyerek işe başlıyor. Bu sözleşmenin Allah katında bir icabı ve kulun imanı da bu icabın kabulü demektir. Nitekim Hz. Hasan demiştir ki, "İşitiniz, vallahi, Allah Teâlâ'nın her mümine sattığı öyle kârlı bir biat ve öyle ağır basan bir kefedir ki, yer yüzünde bu biate katılmayan hiçbir mümin yoktur...ilh". Yani âyetin hükmü ve kapsamı, nüzul sebebi olarak bildirilen Akabe biatını haber vermekten ibaret değildir, bütün müminlere şamildir.

Ca'feri Sadık Hz.lerinden de "bedenlerinizin Cennet'ten başka fiyatı yoktur, onları ondan başkasına satmayınız." diye de nakledilmiştir. Türk Şairi Fuzûlî'nin

"Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil!"

" Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir, ne benim." demesi de bu âyetin muhtevasına işarettir.

Müminler bu ilâhî satınalmaya karşı can ve mallarını Allah'a nasıl satacaklar, denilirse:

Allah yolunda savaş yaparlar, öldürürler de, öldürülürler de. Gazi de olurlar, şehid de. Söz konusu bedel Allah üzerine haktır ve bu Tevrat'da, İncil'de ve Kur'ân'da verilen bir vaaddir. Yani bu alışverişin fiyatı olan bu dünyada peşin değil, ahirette ödenecek olan bir müeccel vaaddir. Fakat şüpheli bir vaat değil, Allah üzerine sabit bir borçtur, her şüpheden uzaktır. Hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'ân'da sabit olmuş bir vaaddir. Hakk'ın vaadidir. Allah'dan daha ziyade ahdini tutan, sözünü yerine getiren kim vardır? Sözünden dönmek şerefli bir insana bile yakışmazken Allah Teâlâ hakkında böyle bir düşünceye kapılmak mümkün müdür? Öyleyse ey müminler! Yapmış olduğunuz bu alış-verişinizle istibşar ediniz, birbirinizi müjdeleyip birlikte sevininiz, bayram ediniz. İşte o, yani bu alış-verişinize fiyat olmak üzere size verilmesi, şahıslarınıza tahsis olunması kesin bir Hakk vaadi olan Cennet, büyük ve muhteşem kurtuluşun kendisidir. İşte o büyük kurtuluş, ondan daha büyüğü düşünülemeyen o ebedi felah ve necat işte budur.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
112-Bunlar, yani bu sözü edilen müminler o tevbekârlar ki, âbidler, Allah'a ihlas ile ibadete devam edenler hamidler, gerek sevinçli, gerek sıkıntılı zamanlarında, hangi durumda olurlarsa olsunlar Allah'a sürekli hamd edenler seyyahlar, gezginler yani oruçlular. Çünkü Peygamber (s.a.v) Efendimiz "Ümmetimin seyahati oruçtur." buyurmuştur. Abdullah b. Mesud'dan, İbnü Abbas'dan, Hz. Aişe'den, Ebu Hureyre ve daha başkalarından rivayet yoluyla gelen tefsir budur. Orucun iki bakımdan seyahata benzerliği vardır: Birisi sûrenin başında da işaret olunduğu üzere, seyahat eden kimse, işin icabı olarak gerek yiyip içmek, gerek dinlenmek ve daha başka nefsinin istekleri hususunda tutumlu davranmak ve bazı sıkıntılara katlanmak zorunda kalır. Oruç tutmak da insanı nefsani arzulardan uzak tutmak açısından çok önemli bir yolculuğa benzer. Birisi de seyahat, innsanın görmediği, bilmediği bir takım şeylerle karşılaşmasına vesile olan bir dış dünya yolculuğudur. Bunun gibi, oruç da insanın kendi iç dünyasında gizli kalmış bir takım özelliklerin tanınmasına, mülk ve melekût âleminin bir takım sırlarına vakıf olmasına vesile olur. Seyahat bir bedenî riyazet olduğu gibi, oruç da bir ruhî riyazet ve seyahattır. Ayrıca Ata'dan yani seyahat edenlerin, mücahidler olduğuna dair bir rivayet nakledilmiştir. Ebu Umame'den rivayet edilmiştir ki, bir adam Hz. Peygamberimiz'den seyahata çıkmak için izin istemişti. Peygamber Efendimiz de ona "Benim ümmetimin seyahatı Allah yolunda cihad etmektir." buyurmuştu. Bununla beraber bu âyetteki maksadın genel olarak yeryüzünde seyahat edenler demek olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bunlardan bir kısmı, "Mekke'den Medine'ye hicret edenlerdir." demişlerdir. Bir kısmı da "İlim tahsili için yolculuk yapanlardır" demişlerdir. Başkaları da "Allah'ın yarattığı âyetleri ve yeryüzündeki gariplikleri görüp tanımak ve onlara ibretle bakmak için seyahat edenlerdir." demişlerdir ki, "De ki, yeryüzünde gezip, dolaşın ve olup bitenlere dikkatle bakın!" (Ankebut, 29/20: Rum, 30/42) âyetlerindeki emir gereğince sırf Allah'ın kudretini eserlerinde görüp tanımak için seyahat edenler demek olur. (Âl-i İmran Sûresi'nde âyet 137 nin tefsirine bakınız).

Rükû edenler, secde edenler. Yani rükû'uyla secdesiyle namazı tamı tamına ve hakkıyle kılanlar, maruf ile emredenler, yani iyiliği belli olan, herkesçe iyilik olduğu bilinen konuları telkin ve tavsiye edenler, yani imanı ve Allah'a itaatı emredenler, münkerden (kötülükten, şirk, imansızlık ve günanlardan) nehyedenler Allah'ın hududunu koruyanlar yani Allah Teâlâ'nın beyan edip açıkladığı, sınırlarını kendisinin belirlediği gerçekleri ve şeriatın kurallarını ve bu kuralların inceliklerini bilerek bunlara riayet edenler. Şeriatın inceliklerine titizlikle uyanlar ve insanları o yola yönlendirenler. Velhasıl o müjdeye, o ilâhî vaade layık olan müminler, bütün bu güzel hasletlere, bu üstün özelliklere sahip olan, bunları kendi şahsında toplayanlardır. Ve böyle olan müminlere müjde ver, onları müjdele habibim ey Muhammed!

Abdullah b. Abbas Hz.leri demiştir ki, "Allah müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek suretiyle satın aldı." âyeti nazil olduğunda, ashaptan birisi, "Ya Resulallah! Şayet o kişi zina da etse, hırsızlık da yapsa, içki de içse bile mi?" demiş ve işte bu "Tevbe edenler..." âyeti bunun üzerine nâzil olmuştur.

Allah Teâlâ'nın müşriklerden ne kadar beri olduğunu iyice anlamalı ki:

113- Cumhur, yani bütün tefsir âlimleri, bu âyetin Ebu Talib hakkında nazil olduğunu nakletmişlerdir ki, bunun dayanağı da Said b. Müseyyeb, Zührî, Amr b. Dinar ve Ma'mer'den gelen bir rivayettir. Demişler ki; Ebu Talib'in hal-i hayatında Hz. Peygamberimiz "Ey amcacığım de." Bu bir kelimedir ki, Allah'ın huzurunda bunun ben senin lehinde delil olarak kullanayım." dedi. Orada Ebu Cehl ile Abdullah ibni Ebi Ümeyye de vardı. Bunlar "Ey Ebu Talib, Abdülmuttalib'in milletinden vaz mı geçeceksin?" dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de "Yasaklanmadığım sürece ben de senin için istiğfar edeceğim." dedi. Sonra da işte bu "Peygamber ve müminler için müşriklere istiğfar etmek diye birşey yoktur." âyeti ile "Muhakkak ki, sen kendi istediğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah dilediğini hidayete erdirir." (Kasas, 28/56) âyeti nazil oldu.

Bu rivayetlere göre, bu âyetler ya Mekke'de nazil olmuş, ya da bu âyetlerin nüzulüne kadar senelerce Hz. Peygamberimiz istiğfara devam etmiş demek olur ki, bunun ikisi de dış görünüşüyle akla uzak ihtimaller olarak görülmektedir. Bazı rivayetlerde de, bu âyetin Mekke fethinden sonra Hz. Peygamberimiz'in, annesi Âmine'nin kabrini ziyaret edip ona istiğfar etmek istemesi dolayısıyla nazil olduğu kaydedilmiştir. Bazıları da bunun yukarıda söz konusu edilen "Onlara yetmiş kere istiğfar etsen de Allah onları affetmeyecektir" âyetiyle ilgili olarak nazil olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Abbas'dan gelen bir rivayete göre; bir kısım müminler "Hz. İbrahim'in babasına istiğfar ettiği gibi biz de ölmüşlerimize istiğfar edelim." demişlerdi, bu sebeple nazil oldu diye söylenmiştir. Bazı âlimler burada istiğfardan maksat namazdır, demişler. Gerçi cenaze namazı da ölü hakkında bir istiğfardır, fakat mağfiret istemek demek olan istiğfar, namazdan daha geniş ve daha genel anlamlıdır. Zahir olan da budur. "Onların cehennemlik oldukları kendilerine açıklandıktan sonra (artık istiğfar etmek yoktur.)"
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
114-Bu açıklanma, ya küfür üzere öldükleri bilinmek, ya da öyle ölecekleri hakkında vahiy gelmiş olmak şeklinde olabilir. Bundan anlaşılır ki, kâfir olarak öleceği hakkında vahiy gelmemiş ve henüz hayatta bulunan kâfirler için iman nasip olması umulduğundan, onlar için istiğfar her zaman caiz olabilecektir. Nitekim Hz. İbrahim'in babasına istiğfarı da bu bakımdan olmuştur. Bu anlatılarak buyuruluyor ki;

"İbrahim'in babasına istiğfarı da sırf ona vermiş olduğu bir vaatten dolayı idi". Meryem Sûresi'nde geleceği üzere "(İbrahim) selâm sana dedi, senin için Rabb'imden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana çok lütufkârdır." (Meryem, 19/47) aynı şekilde Mümtehine'de de geleceği üzere "Senin için afdileyeceğim." (Mümtehine, 60/4), Şuarâ Sûresi'nde de "Babamı da bağışla, çünkü, o sapıklardandır." (Şuarâ, 26/86) 'diye istiğfarda bulunmuştu. Ne zaman ki ona, babasının Allah'a düşman biri olduğu açıklanınca, o da istiğfar etmekten vazgeçti, teberri eyledi, uzak durdu. Demek ki, babası hakkındaki vaad, onun hayatta olması ve imana gelmesinin ümid edilmesi şartına bağlı idi. Şüphesiz ki, İbrahim bir evvah (çok çok ah eden, ağlayan sızlayan), bir halimdir.

"Evvah": mübalağa siğasıyla çok ah eden demektir. Bilindiği üzere, "ah" ve "of" bir acıya ve hüzne işaret için kullanılır. İnsanoğlu şiddetli bir acı duyduğu zaman adeta yüreği yanar ve nefesi daralır, boğulacak gibi olur, yanan nefesini çıkarırken zarurî olarak bir ah çeker. Bunun için çok ah çekmenin, çok acı çekmeye, bağrı yanıklığa, aşka ve Allah korkusuna delaleti vardır. Burada "evvah" işte böyle bir mânâ ilişkisinden dolayı kinaye olarak kullanılmıştır. Bizim dilimizde de bu anlamı ifade için "ince kalpli, yufka yürekli, bağrı yanık, aşık adam" gibi tabirler kullanılır.

"Aşkın elinden ve ettiklerinden ah!

Ateşiyle kalbimi yaktı bıraktı."

Meşhur beyti de bu mânâyı pek iyi ifade eder. Duaların en çok kabule şayan olanları bu ruh haliyle yapılan dualardır. Ashab ve Tabiîn'den olan ilk devir müfessirleri "evvah" kelimesinin, bu mânâsını çeşitli deyimlerle rivayet ve ifade etmişlerdir. Şöyle ki:

1. "De'â' yani çok çok dua eden, hep dua ve niyaz ile meşgul olan

2. "Rahîm" yani pek merhametli, çok yumuşak kalbli, yufka yürekli.

3. "Mümin", yani çok imanlı,

4. "Mûkin" İnancında şüphe ve tereddüt bulunmayan,

5. Ayrıca "Tevvab", "muvaffak", Allah'ı çok çok zikreden, tesbih eden, istiğfar eden, Allah'ın kitabını çok çok okuyan, Allah korkusuyla ağlayan, sızlayan, ah, vah eden, dindarlığın özüne vakıf olan, yani "fakih" olan ve benzeri anlamları içeren bir kelimedir. Abdullah b. Şeddad'dan rivayet olunmuştur ki, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz " Evvah huşû içinde yalvarıp yakarandır." buyurmuş. Görülüyor ki, her biri bir başka görüş açısından ortaya konulan bu mânâlar, genelde birbirine çok yakın olan şeylerdir ve hepsi de gösteriyor ki, maksat sırf ağlayıp ah vah etmek değil, bir kalb özelliğinin, bir ruh hâlinin durumunu dile getirmektir. Bundan dolayı son devir tefsir âlimleri bunun yürek yufkalığından, merhamet ve şefkatten kinaye olduğunu söylemişlerdir. Gaflete düşmemek lazımgelir ki, âyette "evvah" buyurulduktan sonra bir de "halim" ile sıfatlandırılmış olması çok anlamlıdır. Zira çok ah etmek, aynı zamanda bir hiddeti ve sabırsızlığı da ima edebilir. İşte "halim" sıfatıyla bundan sakınılarak şu anlatılmış oluyor ki; İbrahim'in çok çok ah eden biri olması, hiddetinden, sabırsızlığından ve tahammülsüzlüğünden kaynaklanan sıkıntılardan değildi. O gerçekten halim selim, hiddetten uzak, eza ve cefaya katlanan, mihnete sabırlı olmakla birlikte bir "evvah" idi. Bundan dolayı babasının da her türlü eza ve cefasına sabreder, tahammül gösterirdi. Yine de babasına karşı yumuşaklıkla ve rıfk ile davranırdı. Babasının küfür ve dalalet yolunda olmasına yüreği sızlar, onun imana gelmesinden ümit kesmez ve sürekli olarak onun selameti için dua ve istiğfar ederdi. Fakat babasının gerçekten bir Allah düşmanı olduğu kendisine açıklanınca, öylesine bir evvah ve halim olan İbrahim Allah'a olan sevgisinden ve haşyetinden dolayı, babası için dua ve istiğfar etmekten hemen vazgeçti. Demek ki, Allah düşmanları hakkında dua ve istiğfarın makbul olunma ihtimali olsa idi, İbrahim gibi duası kabul birinin duası makbul olunurdu. Ve o, istiğfardan vazgeçmezdi. Şu halde bundan da anlaşılmaktadır ki, cehennem ehli oldukları belli olanlara ne peygamberin, ne de müminlerin istiğfar etmeleri caiz değildir. O halde daha önce istiğfar etmiş olanlar sorumlu tutulur mu? Hayır. Çünkü:

115- Allah, bir kavme hidayet ettikten, onları İslâm'a muvaffak kıldıktan sonra sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları sapıklığa uğratmaz, gerisin geri dalalete düşürmez. Yani, ilâhî ahkâm kendilerine beyan edilmeden önce bilmeyerek yaptıkları hatalardan dolayı onları hak yoldan sapmış olmakla vasıflandırmaz ve itham etmez. Dalalete düşmüşlere ilişkin ahkâmı onlara uygulaması âdeti değildir. Zira Allah kesinlikle her şeyi bilir. Onların maksatlarını ve mazeretlerini, sırf akılla bilinemiyecek şeylerin açıklamasına muhtaç olduklarını da bilir. Bundan dolayı korunmaları gereken şeylerle ilgili hükümleri de böylece açıklar.

116- Göklerin ve yerin bütün mülkü, bütün saltanatı kesinlikle Allah'ındır. Onun bir zerresinde hiç kimsenin hakkı ve ortaklığı yoktur. O hem diriltir, hem öldürür. Sizin için de Allah'dan başka ne bir velî vardır, ne de bir yardımcı. Velayet hakkı ancak O'nun, inayet ve yardım yalnızca O'ndandır. İşte bundan dolayı Allah'a karşı bütün masivadan uzaklaşıp, O'na teslim olmalı, özünü ona vermeli, gözünü O'nun rızasına dikmelidir.

Şimdi:
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Şimdi:

117- Yemin olsun ki Allah, peygamber üzerine ve Muhacirin ile Ensar üzerine tevbe ihsan etti. Allah Teâlâ'nın kulları üzerine tevbe etmesi, onlara tevbe etmeyi nasip etmesi ve tevbelerini kabul eylemesi anlamına gelir. Buna göre bu âyette "Allah'ın peygambere tevbesi" yukarıda geçen "Alllah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?" âyetinin içeriğine bir cevap olduğu gibi, Muhacirler'e ve Ensar'a tevbesi de yine daha önce Uhud ve Huneyn günlerinde yaptıkları dikkatsizlik ve tedbirsizlik hakkında olduğu söylenmiştir. Burada asıl maksat, tevbenin faziletini ve önemini, hatta peygamber de dahil olmak üzere bundan hiçbir müminin uzak kalamayacağını bildirmektir, denilmiş. Fakat İbnü Atıyye'nin tefsirinde açıklandığı üzere en güzel mânâ şudur: Asıl tevbe rücû' demek olduğundan, Allah Teâlâ'nın bir kuluna tevbesi, o kulunu bir hâlden daha yüksek bir hâle getiren ilâhî rücû' demektir. Bu mânâ dilimizdeki ifade şekliyle Allah'ın o kuluna inayet ve rahmetiyle nazar etmesi demek olur. Bu ise, günah hâlinden taat hâline döndürmek anlamına bir rücû' olabileceği gibi, bir taat hâlinden daha yüksek bir taat haline rücû' da olabilir ki bu âyette peygambere tevbesi böyledir. Çünkü gazanın meydana gelişinden ve onun sıkıntılarına tahammül gösterişinden sonraki hâlini, gaza öncesindeki hâlinden daha mütekamil bir hâle irca' etmiştir. Muhacirin ile Ensar'a tevbesi ise, onların noksan bir hâlden bu gaza dolayısıyla meydana gelen olaylar sebebiyle din uğrunda fedakârlıkları ve itaatları ile daha olgun hâle gelmiş olmaları ihtimali söz konusudur. Bir bölük hakkındaki tevbesi ise daha aşağı durumda gufran ve rıza hâline irca' eylemek demektir.

Hasılı onları bulundukları halde bırakıvermedi de yine rahmet ve inayetiyle iltifat buyurdu. O Muhacirin ve Ensar ki, o zor anında, o güçlük ve sıkıntı saatinde ona (peygambere) uyup, arkasından gittiler.

"Usret": Darlık, şiddet ve yokluk demektir. Sâat-i usret zorluk anı veya vakti demektir ki, "Yüreklerin gırtlağa geldiği" (Ahzab 33/10) buyurulan Hendek gününe ve daha başka sıkıntılı günlere işaret olabilirse de burada asıl maksat Tebük Seferi sırasında çekilen sıkıntılar, özellikle bu seferin en sıkıntılı günü hakkındadır. Nitekim yukarıda da geçtiği üzere Tebük Seferi'ne çıkan orduya "Güçlük Ordusu" adı verilmiştir. Bunun hakkında Peygamber (s.a.v.) Efendimiz "Güçlük ordusunu kim donatırsa kendisine cennet vardır." buyurmuştur. Hz. Osman (r.a.) bin deve ve bin dinar para vererek ordunun donatılmasına katkıda bulunmuştu. Rivayet olunur ki Hz. Peygamberimiz, mübarek elinde dinarları bir yandan bir yana aktarırken "Bundan sonra Osman ne yapsa bir beis yok." buyurmuştur. Ensar'dan bir zat da yedi yüz vesk (kile) buğday vermişti. Bu sefer boyunca gerek binit, gerek azık ve su yüzünden çok sıkıntı çekilmişti. O derece ki, on kişiye ancak bir deve düşüyordu. Onlar da nöbetleşe biniyorlardı. Yiyecek konusunda o dereceye gelmişlerdi ki, bir hurma tanesini iki kişi paylaşıyordu. Hatta öyle zamanlar oldu ki, tadı bozulmuş olan bir suyu içebilmek için birçok kişi aynı hurma tanesini bir kere emerek içebiliyorlardı. Hz. Ömer demiştir ki, susuzluktan deveyi boğazlayıp karnındaki suyu içiyorlardı. Nihayet Hz. Peygamberimiz ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Cenab-ı Hak, çok geçmeden bir bulut gönderdi ve yağmur ihsan eyledi. Herkes içti ve kabını doldurdu. Yine bu gazada açlıktan develeri kesmek istediler, fakat Resulullah herkesin kabında erzak döküntüsü ve kırıntısı olarak ne kalmışsa hepsinin bir yere toplanmasını emreyledi. Bütününden bir sergi üzerine çok az birşey toplandı. Bereketine dua etti. Sonra "Herkes kabına yiyecek alsın." diye buyurdu. Allah'ın inayetiyle hepsi kablarını doldurdular ve geri kalanını da yediler, karınlarını doyurdular, hatta biraz da arttı. Bu ordunun miktarı otuzbin kadardı. Bu gaza Resulullah'ın son gazası idi. Yukarıda da işaret olunduğu üzere, Medine'de Hz. Ali'yi yerine bırakmıştı. Bu sefer sırasında büyük bir çarpışma olmamış, ancak düşman sınırına kadar gidilmişti. Ezrah, Eyle v.s. ahalisi cizyeye bağlanmış ve daha sonra da dönülüp gelinmişti.

İşte Muhacirin ile Ensar, Hz. Peygamberimiz'e böyle sıkıntılı bir günde tabi oldular. Öyle bir durumdan sonra ki, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın yamılacaktı. Yani, sıkıntı o kadar şiddetli idi ki, bir kısmı hemen hemen Peygamber'den ayrılıp seferden caymaya başlayacaktı. Sonra Allah onlara nasip etti. Onların kalbini o kaypak düşüncelerden koruduktan başka, çektikleri sıkıntılardan dolayı hepsine rahmet nazarı ile nazarını çevirdi. Çünkü O, onlara çok rauf (şefkatli), çok rahîm (merhametli)'dir.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
118- Geri bırakılan o üç kişiye de (yani Ebu Lübabe ve arkadaşları gibi tevbe ve itirafları derhal kabul olunmayıp) "Haklarındaki karar Allah'ın emrine bırakılmış olan beklemeliler...", işte o üç kişiye de Allah tevbe verdi, ki, bunlar, Ka'b b. Malik, Mürare ibni'r-Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye idi ki bunlardan Ka'b, Akabe ehlinden diğer ikisi de Bedir Ashabından idiler. Ta (o vakte kadar geri bırakıldılar) ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen başlarına dar geliyordu. Zira hiç kimse yüzlerine bakmıyor, onlarla ilgilenmiyor ve hiçbir yerde duramıyor ve huzur bulamıyorlardı. Nefisleri de kendilerine dar geldi. Yani kendi vicdanlarına yöneldiklerinde, vicdanları da onları suçluyor, suçlu ve kusurlu buluyordu. İç huzuru ve gönül rahatlığı bulamıyorlar, kendi iç dünyaları da kendilerine zindan kesiliyordu. Ve Allah'a ilticadan, O'na yönelip sığınmaktan başka bir çıkar yol olmadığını iyice anladılar. Yani Allah'ın gazabından kurtulmak için yine Allah'a başvurup, tevbe ve istiğfar etmekten başka çare olmadığını bilfiil anlayarak, herşeyden ümitlerini kesip, bütün ümitlerini ve beklentilerini Allah'dan ummaya başladılar. Olanca güçleriyle Allah'a yöneldiler. Allah'ın gazabından yine Allah'a sığınarak kurtulunacağını umdular. Sonra da tevbe etsinler diye Allah onlara tevbe ihsan eyledi. Tevbelerinin kabulünü bildiren âyet indirdi. Yahut tevbelerinde gerçekten direnmeleri gerektiği yolunda onlara azim ve gayret verdi ve en sonunda da tevbelerini kabul eyleyip kendilerine tekrar lutf ile nazarını çevirdi. Çünkü Allah, kesinlikle tevvabdır, rahîmdir. Tevbeleri çok çok kabul edici, yegane kabul edicidir. Fazl u keremine, ihsan ve rahmetine sınır olmayan yegane merhamet edici ancak O'dur. Günahkârın günahı ne kadar çok, ne kadar büyük olursa olsun, gerek kemiyet, gerek keyfiyet bakımından tevbesini kabul edişindeki lütfu ve inayeti, rahmeti ve ihsanı sınırsızdır.

Buharî'de rivayet olunduğu üzere, Ka'b b. Malik (r.a), Tebük'ten kalışı hikâyesini anlatarak demiştir ki, Tebük Gazası'nın dışında hiçbir savaşta Resulullah'dan ayrı kalmadım, şu kadar var ki, Bedir Gazası'nda da savaşa katılmamıştım, Fakat Bedir'e katılmayan hiçbir kimseye itap buyurulmamıştı. O zaman Hz. Peygamberimiz, Kureyş Kervanı'na diyerek yola çıkmış ve Allah, onlarla düşmanları habersiz olarak karşı karşıya getirmişti. Ben Resulullah ile Akabe gecesinde İslâm üzere misak yaptığımız zaman hazır bulunmuş idim. Gerçi insanlar arasında "Bedir" olayı daha çok konuşulur, fakat bana Akabe gecesindeki o toplantıya karşılık olarak Bedir olayını verseler değişmek istemezdim. Durumum da şu idi ki, ben hiçbir zaman Tebük seferinden kaldığım zamanki kadar güçlü ve kuvvetli ve bolluk içinde olmamıştım. Vallahi daha önce hiçbir zaman iki tane yük hayvanına sahip olmamıştım, bu gaza sırasında ise iki taneyi elde etmiştim. Hz. Peygamberimiz de herhangi bir gazayı murad ettikleri zaman, kesinlikle bir başka cihete doğru yönelirlerdi. Bu gaza ile gayet sıcak bir zamanda ve uzak bir sefere, bir çöle, güçlü ve kalabalık bir düşmana karşı yönelik olduğundan ve iyi hazırlansınlar diye meseleyi müslümanlara açmış, gideceği yönü haber vermiş idi. Onunla beraber gideceklerin sayısı da çoktu. Bunlar belli bir deftere yazılmış da değildi. Şu halde bir adam aradan kaytarıp kaybolsa hakkında vahiy gelmedikçe onun durumu gizli kalacağını sanırdı. Üstelik mevsim, meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin güzelleştiği bir zamana denk gelmiş idi. Böyle bir zamanda Resulullah, sefer hazırlıklarına girişmişti. Hz. Peygamberimiz ve yanındakiler techizatlarını hazırladılar, ben de onlarla beraber gidiyor, fakat bir hazırlık yapmadan dönüp geliyordum. Kendi kendime de diyordum ki, gücüm var, daha vakit de var, ne zaman olsa hazırlık yapabilirim". Bir süre böyle geçti. Derken iş birdenbire ciddileşti. Bir sabah Resulullah ile beraberindeki müslümanlar ansızın hareket edip yola çıktılar. Oysa ben hazırlanmamıştım. "Bir iki gün içinde hazırlanır, arkalarından yetişirim." dedim. Onlar ayrıldıktan sonra hazırlık yapayım, bazı şeyleri tedarik edeyim diye gittim, yine de bir şey yapamadan döndüm. Sonra yine gittim, yine birşey yapamadan döndüm. Ben bu halde iken onlar süratle gittiler. Gaza ilerlledi. İstedim ki, her ne olursa olsun, hemen bir bineğe atlayıp, gideyim, yetişeyim. Keşke yapsaydım, lâkin kısmet değilmiş yapamadım. Resulullah gittikten sonra Medine'de halk içine çıkıp dolaştıkça mahzun oluyordum. Zira gördüklerim ya münafık olarak mimli, ya da sakat ve özürlü kimselerdi. Tebük'e varıncaya kadar Resul-i Ekrem, beni hiç anıp sormamış, fakat Tebük'te konaklayıp otururken bir ara "Ka'b ne yaptı?" buyurmuş. Beni Seleme kabilesinden biri de "Onu bürdeleri ve yanına bakışı alıkoydu." demiş. Muaz b. Cebel de "Fena konuştun, vallahi biz onun hakkında iyilikten başka birşey bilmeyiz." demiş, Resulullah da sükut buyurmuşlar. Hz. Peygamberimiz dönüş için yola çıktıkları zaman beni bir merak sardı, ne yapacağım, ne diyeceğim diye düşünmeye başladım; yalan söylemek, yalan uydurmak aklımdan geçiyordu, "Yarın dönüp geldiğinde onun gazabından nasıl kurtulacağım?" diyordum. Bu konuda yakınlarımdan aklı erenlerin hepsinden yardım istedim. Sonra ne zaman ki, Resulullah teşrif buyurdu, benden o batıl düşünceler birdenbire silindi gitti. Azıcık yalan karışacak bir şey olsa asla kurtulamayacağıma kanaat getirdim ve kendimi toparlayıp doğruyu olduğu gibi söylemeye karar verdim. Resulullah seferden dönünce mescide uğrar, orada iki rek'at namaz kılar, sonra oturur, oradakilerle kısa bir görüşme yapardı. Yine öyle yaptı. Sefere katılmayanlar geldiler özürler dilemeye başladılar, seksen kişi kadardılar. Resulullah da onların özürlerini kabul ederek dış görünüşüyle söylenenleri tasdik ediyor, işin içyüzünü Allah'a havale ediyordu ve haklarında istiğfar ediyordu. Bunun üzerine ben de vardım, selam verdiğim zaman bana öfkeli bir gülüşle tebessüm etti, sonra da "Gel bakalım!" buyurdu, yürüdüm yanına vardım, önünde oturdum. "Ne diye kaldın, sen omuzuna biy'at almış değil miydin?" dedi. Bunun üzerine dedim ki: "Evet, vallahi ben başka birinin, dünya ehlinden birisinin huzurunda oturmuş olsaydım, her halde bir özür uydurarak, onun gazabından kurtulacağım düşüncesine kapılırdım ve gerçekten de bana bir ikna kuvveti ihsan edilmiştir. Lâkin şimdi şunu kesinkes bilmekteyim ki, bu gün ben sana yalan söylesem, kendimden razı etsem de, her hâlde çok sürmez Allah sana gerçeği bildirir ve bana karşı öfkelendirir. Ama şu anda bana kızacağın doğruyu söylesem, Allah'ın beni affedeceğini umarım. Hayır, vallahi benim seferden kalmak için hiçbir özrüm yoktu. Vallahi ben hiçbir zaman bu defa senden tehallüf ettiğim zamanki kadar bolluk içinde olmadım." dedim. Resulullah da "İşte bu gerçekten doğru söyledi, o halde kalk, Allah senin hakkında hükmünü bildirinceye kadar bekle!" dedi. Ben de kalktım, Beni Seleme'den bazı adamlar da sıçrayıp kalktılar, arkamdan gelmeye başladılar ve bana "Vallahi biz seni bundan önce bir günah işlemiş olarak bilmiyorduk. Diğerlerinin yaptığı gibi, Resulullah'a bir özür uydurup söyleyemedin, halbuki Resulullah'ın sana istiğfarı günahını bağışlatmaya yeterdi." dediler. Ve Allah biliyor, bana o kadar serzenişte bulundular ki, tekrar dönüp kendimi yalanlamak istedim. Sonra onlara dedim ki, "Benim durumuma düçar olan başka biri daha oldu mu?" Onlar "Evet oldu, iki kişi daha aynen senin söylediğin gibi söyledi, onlara da sana söylenen şey söylendi." dediler. "Kim onlar?" diye sordum, onlar da "Murare ibni'r-Rebî'il-Amri ve Hilal b. Ümeyye el-Vakıfi." dediler ve Bedir'de bulunmuş iki salih ve örnek insanın ismini söylediler. Bunların isimlerini öğrenince, ben de tekrar Resulullah'a dönüp, sözümü geri almaktan vazgeçtim. Resulullah, kendisine ters düşmüş (tehallüf etmiş) olanlar arasında bu üçümüzle konuşmaktan müslümanları menetti. İnsanlar da bizden uzak durmaya başladılar ve bize karşı surat astılar, yüz vermez oldular. Hatta yeryüzü, bana yabancılaştı da yabancılaştı, artık benim tanıdığım yer değildi. Böylece elli gece kaldık, iki arkadaşım evlerine çekildiler, içerde oturup ağlıyorlardı. Ben onlardan daha genç, daha yiğit idim, evden çıkardım, cemaat ile namaza dururdum ve sokaklarda dolaşırdım ve hiç kimse benimle konuşmazdı. Namazdan sonra Resulullah mecliste iken varır ona selam verirdim ve gönlümden acaba o da bana selam veriyor mu, selamımı alıyor mu, dudaklarını oynatıyor mu, oynatmıyor mu diye dikkatle bakardım, sonra bazan namazı onun yakınında kılardım, benim olduğum tarafa selam vereceği zaman acaba bana gözü ilişir mi diye düşünürdüm. Fakat ben onun tarafına baktığımda gözünü benden uzaklaştırır, yüzünü başka tarafa dönerdi. Bu durum bana bitmez tükenmez bir zaman gibi gelmeye başladı. İnsanların cefasından bıktım, Ebu Katade'nin duvarından aştım, yanına gittim, bu benim amcamın oğlu idi ve akrabalar arasında beni en çok seven kimse idi, vardım selam verdim, vallahi selamımı almadı, sonra ona "Ey Eba Katade!" dedim, "Allah aşkına sana soruyorum; beni, Allah'ı ve Resulünü sever misin?" O sustu. Sonra tekrar ant verdim ve sordum, yine sustu, hiç cevap vermedi. Üçüncü defa tekrar ant verdim ve sordum, o "Allah ve Resulü bilir." dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı ve döndüm duvardan aştım. Başka bir gün de Medine'ye zahire satmaya gelmiş olan Şamlı bir Nabtî "Beni Kâ'b b. Malik'e kim götürür?" diye soruyordu. Halk ona işaretle birşeyler anlatmaya çalıştılar. Sonra o bana geldi ve Gassan Meliki'nden bir mektup verdi, bir de baktım ki, mektupta, "emma ba'dü" dedikten sonra şunları yazıyor: "Haber aldım ki, sahibin sana cefa etmekte imiş, Allah ise seni yurdunda hakaret göresin böylece heder olup gidesin diye yaratmamıştır. Şu halde bize katıl, biz de sana yakınlık gösterelim". Bunu okuyunca "Bu da başka bir bela" dedim, tuttum onu hemen ocağa attım, yaktım. Daha sonra o elliden kırk gece geçmişti ki, bana Resulullah'ın gönderdiği bir elçi geldi "Resulullah, sana karından uzak durmanı emrediyor." dedi. Ben "Boşayacak mıyım? Yoksa ne yapacağım?" dedim. O "Hayır, sadece uzak duracaksın, ona yaklaşma!" dedi. O iki arkadaşıma da böyle emir göndermişti. Bunun üzerine ben de karıma "Haydi sen ailenin yanına git, Allah bu işte hükmünü verinceye kadar onların yanında kal!" dedim. Hilal ibni Ümeyye'nin karısı da Resulullah'a gidip "Ya Resulallah! Hilal, hizmetçisi olmayan zavallı, yaşlı bir adam, ona hizmet etmemi çirkin görür müsün?" diye sormuş, Resullullah da "Hayır, ancak sana yanaşmasın!" buyurmuş. Kadın da "Vallahi onda hiçbir şey yapacak mecal yok, vallahi bu iş oldu olalı beri durmadan ağlıyor." demişti. Bunun üzerine yakınlarımdan bir kısmı bana "Karın hakkında Resulullah'dan izin alsan, nitekim Hilal'in karısına izin verdi." dediler. Ben de "Vallahi bu konuda Resulullah'dan izin istemem. Ben genç bir adamım, izin istediğim takdirde Resulullah'ın ne diyeceğini bilirim!" dedim. Bundan sonra on gece daha durdum, ta ki Resulullah'ın bizimle konuşmaya yasak koymasının üzerinden elli gece geçti. Ellinci gecenin sabah namazında sabah namazını kıldım ve evlerimizin birinin damı üstünde idim, öyle bir halde oturuyordum ki, tıpkı Allah Teâlâ'nın âyettebildirdiği gibi, nefsim üzerime çökmüş beni sıkıyor gibiydi, yani gönlüm bunalmış da bunalmış ve yer bütün genişliğine rağmen bana dar gelmeye başlamıştı, sıkılıyordum. Tam bu sırada Seli Tepesi üzerinde yüksek sesle bana doğru "Hey Kâ'b, Kâ'b b. Malik, müjde, müjde!" diye alabildiğine bağıran birinin sesini işittim, hemen secdeye kapandım, anladım ki, müjdeli bir haber geldi. Resulullah, sabah namazını kıldığı zaman bizim üzerimize Allah'ın tevbesini dilemiş ve izin çıktığını halka ilan eylemiş, onlar da bize müjde vermeye koşmuşlar. Bazı müjdeciler de öteki arkadaşlarıma gitmişler, bana da bir zat kısrağına binerek haber ulaştırmaya koşturmuş, ancak Eslem'den koşan adamın tepe üstünden seslenmesi, bana kısraktan daha çabuk ulaşmıştı. Sesini işittiğim müjdeci bana gelince sırtımda ne varsa çıkardım iki parçayı da ona giydirdim. Vallahi o anda ondan başka giyecek birşeyim yoktu. Sonra ben başkalarından ödünç giyecek aldım ve hemen giyip Resulullah'a koştum. İnsanlar beni küme küme karşıladılar. Tevbeyi tebrik ediyorlar, "Allah'ın tevbesi sana mübarek olsun." diyorlardı. Nihayet vardım mescide girdim. Resulullah oturmuş, bir kısım insanlar da etrafında oturuyorlardı. Talha b. Ubeydullah kalktı, hemen koşarak bana geldi, benimle el sıkıştı ve tebrik etti. Vallahi ondan başka Muhacir'den kimse bana ayağa kalkmadı.Talha'nın bu yaptığını hiçbir zaman unuttam. Ne zaman ki, Resulullah'a selam verdim, yüzü seviçten parlıyordu, "Sana müjde, anandan doğduğun günden beri üzerinden geçen en hayırlı bir gün ile." buyurdu. Ben "Ya Resulallah, senin tarafından mı, Allah tarafından mı?" dedim. O "Hayır, Allah tarafından." buyurdu. Resulullah Efendimiz sevinçli olduğu zaman yüzü bir ay parçası gibi parlardı, onun yüzünden biz bunu anlardık. Ne zaman ki, huzurunda oturdum, "Ya Resulallah! Allah'a ve Resulullah'a verilen sadaka olmak üzere malımdan sıyrılmam benim tevbemdendir." dedim. Resulullah (s.a.v.) "Malının bir kısmını kendine alıkoy, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu. Bunun üzerine "Ben de Hayber'deki hissemi alıkorum." dedim. Sonra "Ya Resulallah!" dedim, "Allah beni doğru söylemem yüzünden kurtardı. Şu da tevbemden olsun ki, bundan böyle hayatta olduğum müddetçe doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim". Vallahi bu sözü Resulullah'a söylediğimden beri müslümanlardan hiçbir kimseyi bilmiyorum ki, doğru söylemekten dolayı Allah'ın bana yaptığı imtihan ve ikramdan daha güzelini ona yapmış olsun. Şunu da belirteyim ki, Resulullah'a o sözü söylediğimden bu güne kadar bilerek bir tek yalan söylemiş değilim. Ömrümün geriye kalan kısmında da Allah'ın beni yalandan koruyacağına güvenir ve ümid ederim. Allah Teâlâ, Rasulü'ne şu âyetleri indirmişti: Şimdi Allah'ın bana ihsan ettiği nimetler içinde beni İslâm'a hidayet etmesinden sonra hiç bir nimet yoktur ki, Resulullah'a yalan söylemeyeyim de helak olmayayım diye karar verdiğim ve doğru söylediğim bu nimetten daha büyük olsun. Benim için hidayetimden sonra en büyük nimet budur. Nitekim yalan söyleyenlerin hepsi helak oldular. Çünkü Allah yalan söyleyenler hakkında vahyini indirdiği zaman her hangi bir kimse için söylediğinin en fenasını söyledi. Tebareke ve Teâlâ onlar hakkında buyurdu ki, "Yani, siz seferden dönüp gelince size, yeminler ederek mazeret uyduracaklar...fakat şurası bir gerçektir ki, Allah fasık bir kavimden razı olmaz." Yine Kâ'b (r.a.) demiştir ki, "Biz üçümüz, onlar o yeminleri ettikleri vakit, Resulullah'ın onların mazeretlerini kabul edip kendilerine istiğfar ettiği kimselerden sonraya kaldık. Bizim durumumuzu Allah açığa çıkarıncaya kadar Resulullah bizi "irca' " eyledi de bundan dolayı Allah Teâlâ bizim hakkımızda "Ve o geriye kalan üç kişi..." diye buyurdu. Burada Allah'ın söz konusu ettiği tehallüf, yani peygambere ters düşüp savaşa katılmamak anlamına değildir. Bizim tehallüfümüz o yalan yere yemin edenlerden sonraya kalmamız ve hakkımızdaki hükmün gecikmiş olması anlamınadır..."

Din âlimleri demişlerdir ki; işte nasuh tevbesi böyle Kâ'b b. Malik ile iki arkadaşının tevbesi gibi olur. Ancak böyle âyette de açıklandığı üzere tevbe ederken, yaptığı günaha duyduğu vicdan azabından dolayı dünya başına dar gelmeli, iç dünyası kendisini sıktıkça sıkmalı ve her şeyden kesilip Allah'a sadakat ve samimiyetle yalvarıp, sığınmalıdır.

Nitekim şöyle buyuruluyor:
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt