20 - Taha Suresi Tefsiri

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
135 âyet olup Mekke'de nâzil olmuştur. Sûr ismini başındaki Tâ-Hâ harflerinden almıştır. Hz. Ömer'in bu sûre vesilesiyle müslüman oluşu, İslâm tarihinin önemli bir hatıra sayfasıdır.

Eûzübillâhimineşşeytânirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm

1. Tâ. Hâ.
2.3. Biz, Kur'an'ı sana, güçlük çekesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.
  1. (Kur'an) yeri ve yüce gökleri yaratan Allah tarafından peyderpey indirilmiştir.
  2. Rahmân, Arş'a istivâ etmiştir.
  3. Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeyler ile toprağın altında olanlar hep O'nundur.
  4. Eğer sen, sözü açıktan söylersen, bilesin ki O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.
  5. Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O'na mahsustur.
  6. (Resûlüm!) Musa (olayının) haberi sana ulaştı mı?
  7. Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine: Bekleyin! Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir meş'ale getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum, demişti.
  8. Oraya vardığında kendisine (tarafımızdan): Ey Musa! diye seslenildi:
  9. Muhakkak ki ben, evet ben senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ'dasın!
  10. Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.
  11. Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl.
  12. Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim.
16.Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (kıyamete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!
  1. Şu sağ elindeki nedir, ey Musa?
  2. O, benim asamdır, dedi, ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.
  3. Allah: Yere at onu, ey Musa! dedi.
  4. Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi!
  5. Allah buyurdu: Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline sokacağız.
  6. Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mucize olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın.
  7. Ta ki, sana, (böylece) en büyük âyetlerimizden bazılarını gösterelim.
  8. Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı.
  9. Musa: Rabbim! dedi, yüreğime genişlik ver.
  10. İşimi bana kolaylaştır.
  11. Dilimden (şu) bağı çöz.
  12. Ki sözümü anlasınlar.
  13. Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver,
  14. Kardeşim Harun'u.
  15. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir.
  16. Ve onu işime ortak kıl.
  17. Böylece seni bol bol tesbih edelim.
  18. Ve çok çok analım seni.
  19. Şüphesiz sen bizi görmektesin.
  20. Allah: Ey Musa! dedi, istediğin sana verildi.
  21. Andolsun bizsana bir defa daha lütufta bulunmuştuk.
  22. Bir zaman, vahyedilecek şeyi annene (şöyle) vahyetmiştik:
  23. Musa'yı sandığa koy; sonra onu denize (Nil'e) bırak; denizonu kıyıya atsın da, benim düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın. (Ey Musa! Sevilmen) ve benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.
  24. Hani, kız kardeşin gidip "Ona bakacak birini size bulayım mı?" diyordu. Böylece seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bunun için yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra takdire göre (bu makama) geldin ey Musa!
  25. Seni, kendim için elçi seçtim.
  26. Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi götürün. Beni anmayı ihmal etmeyin.
43.Firavun'a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı.
  1. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar.
  2. Dediler ki: Rabbimiz! Doğrusu biz, onun bize aşırı derecede kötü davranmasından yahut iyice azmasından endişe ediyoruz.
46.Buyurdu ki: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm.
  1. Haydi, ona gidin de deyin ki: Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını hemen bizimle birlikte gönder; onlara eziyet etme! Biz, senin Rabbinden bir âyet getirdik. Kurtuluş, hidayete uyanlarındır.
  2. Hakikaten bize vahyolundu ki: (Peygamberleri) yalanlayan ve yüz çevirenlere azap edilecektir.
  3. Firavun: Rabbiniz de kimmiş, ey Musa? dedi.
  4. O da: Bizim Rabbimiz, her şeye hılkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir, dedi.
  5. Firavun: Öyle ise, önceki milletlerin hali ne olacak? dedi.
  6. Musa: Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim, ne yanılır ne de unutur, dedi.
  7. O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.
  8. Yeyiniz; hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah'ın kudretine) işaretler vardır.
  9. Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız.
  10. Andolsun biz ona (Firavun'a) bütün (bu) delillerimizi gösterdik; yine de yalanladı ve diretti.
  11. Dedi ki: Bizi, yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin, ey Musa?
  12. Öyle ise, muhakkak surette biz de sana, aynen onun gibi bir büyü getireceğiz. Şimdi sen, seninle bizim aramızda, ne senin, ne de bizim muhalefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde buluşma zamanı ayarla.
  13. Musa: Buluşma zamanınız, bayram günü, kuşluk vaktinde insanların toplanma zamanı olsun, dedi.
  14. Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Hilesini (sihirbazlarını) topladı; sonra geri geldi.
6l. Musa onlara: Yazık size! dedi, Allah hakkında yalan uydurmayın! Sonra O, bir azap ile kökünüzü keser! İftira eden, muhakkak perişan olur.
  1. Bunun üzerine onlar, durumlarını aralarında tartıştılar; gizli gizli fısıldaştılar.
  2. Şöyle dediler: "Bu ikisi, muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzuortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece."
  3. "Öyle ise hilenizi kurun; sonra sıra halinde gelin! Muhakkak ki bugün, üstün gelen kazanmıştır."
  4. Dediler ki: Ey Musa! Ya sen at veya önce atan biz olalım.
  5. Hayır, siz atın, dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor.
  6. Musa, birden içinde bir korku duydu.
  7. "Korkma! dedik, üstün gelecek olan kesinlikle sensin."
  8. "Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa (ne yapsa) iflah olmaz."
  9. Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar; "Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik" dediler.
  10. (Firavun) Şöyle dedi : Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi! Hakikat şu ki o, size büyü öğreten ulunuzdur. Şimdi elleriniz ile ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece, hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.
  11. Dediler ki: "Seni, bize gelen açık açık mucizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin."
  12. "Bize, hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah, (mükâfatı) en hayırlı ve (cezası) en sürekli olandır."
  13. Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür ne de yaşar!
  14. Kim de iyi davranışlarda bulunmuş bir mümin olarak O'na varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir.
  15. İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte arınanların mükâfatı budur.
  16. Andolsun ki biz Musa'ya: Kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç, diye vahyetmiştik.
  17. Bunun üzerine o, askerleri ile birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.
  18. Firavun, kavmini saptırdı, doğru yola sevketmedi.
  19. Ey İsrailoğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık; Tûr'un sağ tarafına (gelmeniz için) size vâde tanıdık ve size kudret helvası ile bıldırcın eti lütfettik.
  20. Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyiniz, bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyiniz; sonra sizi gazabım çarpar. Her kim ki kendisini gazabım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir.
  21. Şu da muhakkak ki ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra (böylece) doğru yolda giden kimseyi bağışlarım.
  22. Seni acele ile kavminden ayrılmaya sevkeden nedir, ey Musa!
  23. Musa: İşte, dedi,onlar da benim peşimdeler. Ben, memnun olasın diye sana acele ile geldim Rabbim.
  24. Allah buyurdu: Senden sonra biz, kavmini (Harun ile kalan İsrailoğullarını) imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.
  25. Bunun üzerine Musa, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü. Ey kavmim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Şu halde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan vâdinizden döndünüz?
  26. Dediler ki: Biz sana olan vâdimizden, kendi kudret ve irademizle dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısır'lıların) zinet eşyasından bir takım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı.
  27. Bu adam, onlar için, böğürebilen bir buzağı heykeli icat etti. Bunun üzerine: İşte, dediler, bu, sizin de, Musa'nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu.
  28. O şeyin, kendilerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini, kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermek gücünde olmadığını görmezler mi?
  29. Hakikaten Harun, onlara daha önce: Ey kavmim! demişti, siz bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allah'tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz.
  30. Onlar: Biz, dediler, Musa aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz!
  31. (Musa, döndüğünde)Dedi: Ey Harun! bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit seni engelleğen ne oldu.
  32. (Neden) benim yolumu takip etmedin? Emrime âsi mi oldun?
  33. (Harun) Ey annemin oğlu! dedi, saçımı sakalımı, yolma! Ben, senin: "İsrailoğullarının arasına ayrılıkdüşürdün; sözümü tutmadın!" demenden korktum.
  34. Musa: Ya senin zorun nedir, ey Sâmirî? dedi.
  35. O da: Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi, dedi.
  36. Musa: Defol! dedi, artık hayatın boyunca sen: "Bana dokunmayın!" diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemin ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize savuracağız!
  37. Sizin ilâhınız, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
  38. (Resûlüm!) İşte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Şüphesiz ki, tarafımızdan sana bir zikir verdik.
  39. Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki kıyamet gününde o, ağır bir günah yükünü yüklenecektir.
  40. Bu kimseler, onda (o günah yükünün altında) ebedî kalırlar. Onlar için kıyamet gününde bu ne kötü bir yüktür!
  41. O günde Sûr'a üflenir ve biz o zaman günahkârları, gözleri (korkudan) gömgök bir halde mahşerde toplarız.
  42. Aralarında birbirlerine gizli gizli şöyle derler: "Dünyada sadece on gün kaldınız."
  43. Aralarında konuştukları konuyu biz daha iyi biliriz. Onların en olgun ve akıllı olanı o zaman: "Bir günden fazla kalmadınız" der.
  44. (Resûlüm!) Sana dağlar hakkında sorarlar. De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak.
  45. Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bırakacaktır.
  46. Orada ne bir iniş, ne de bir yokuş görebileceksin.
  47. O gün insanlar,dâvetçiye (İsrafil'e) uyacaklar. Ona karşı yan çizmek yoktur. Artık, çok esirgeyici Allah hürmetine sesler kısılmıştır. Bu yüzden, fısıltıdan başka bir ses işitemezsin.
  48. O gün, Rahmân'ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez.
  49. O, insanların geleceklerini de geçmişlerini de bilir. Onların ilmi ise bunu kapsayamaz:
  50. Bütün yüzler (insanlar), diri ve her şeye hakim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur.
  51. Her kim, mümin olarak iyi olan işlerden yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar.
  52. (Resûlüm!) Biz onu böylece Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda ikazları tekrar tekrar açıkladık. Umulur ki onlar (bu sayede günahtan) korunurlar; yahut da o (Kur'an) kendileri için bir ibret ortaya koyar.
  53. Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. Sana O'nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'an'ı (okumakta) acele etme ve "Rabbim, benim ilmimi artır" de.
  54. Andolsun biz, daha önce de Âdem'e ahit (emir ve vahiy) vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim de bulmadık.
  55. Bir zaman biz meleklere: Âdem'e secde edin! demiştik. Onlar hemen secde ettiler; yalnız İblis hariç. O, diretti.
  56. Bunun üzerine: Ey Âdem! dedik, bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin!
  57. Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak.
  58. Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın.
  59. Derken şeytan onun aklını karıştırıp "Ey Adem! dedi, sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?"
  60. Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı.
  61. Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.
  62. Dedi ki: Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin! Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz.
  63. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü körolarak haşredeceğiz.
  64. O: Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!, der.
  65. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!
  66. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.
  67. Bizim, onlardan önce nice nesilleri helâk etmiş olmamız kendilerini yola getirmedi mi? Halbuki onların yurtlarında gezip dolaşırlar. Bunda, elbette ki akıl sahipleri için nice ibretler vardır.
  68. Eğer Rabbinden, daha önce sâdır olmuş bir söz ve tayin edilmiş bir vâde olmasaydı, (ceza onlar için de dünyada) kaçınılmaz olurdu.
  69. (Resûlüm!) Sen, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, sen, Allah'tan hoşnut olasın, (Allah da senden!).
  70. Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.
  71. Ailene namazı emret; kendin deona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz.Güzel sonuç, takvâ iledir.
  72. Onlar: (Muhammed) bize Rabbinden bir mucize getirmeli değil miydi? dediler. Önce gelen kitaplardakinin apaçık delili (Kur'an) onlara gelmedi mi?
  73. Eğer biz, bundan (Kur'an'dan) önce onları bir azapla helâk etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık!
  74. De ki: Herkes beklemektedir: Öyle ise siz de bekleyin. Yakında anlayacaksınız; doğru düzgün yolun yolcuları kimmiş ve hidayette olan kimmiş
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81

20-TAHA:

1-9- Tâ, Hâ harfleri,
-en iyisini Allah bilir benzerleri gibi heca harfleridir, Esmâ-i Hüsnâ'dan (Allah'ın güzel isimlerinden) kasem (yemin) olduğu da söylenmiştir.
Bazı lugatlarda "ya recül (behey adam!)" demek olduğu da rivayet edilmiştir.
Bir de ; den emr-i hazır; "hâ" zamir olarak "bas onu, yahut çiğne onu" diye Hz. Peygamberimiz'e hitab olduğu şeklinde de açıklanmıştır.
Çünkü Allah'ın resulü teheccüd namazlarında (yorulup bitkin düştüğünden, ayaklarına nöbetleşe istirahat vermek için, bir ayak üzerinde durduğunda) iki ayağını da yere basması, yani her iki ayağı üzerinde rahatlıkla durabilecek, çok fazla yorulup bitkin düşmeyecek şekilde ibadet etmesi emrolunmuştur.
Buna göre zamir ya ayak, ya da yere aittir.
Bu yoruma göre ayağını bas, yahut yeri çiğne demek te olabilir.
Bu mânâ mühimdir. Şu kadar var ki, buna göre "Tâhâ" şeklinde yazılması gerekirdi. (İstiva meselesi için "Ârâf Sûresi, 7/54. âyetin tefsirine bkz.) "Sır", içinden kendine söylediğin "ahfâ" ise, olacak fakat henüz olmamış bulunandır.
Yahut sır, başkasına gizli söylediğin; ahfâ, kendi içinde gizlediğindir.
Bir de "ahfâ" fiil-i mazi (geçmiş zaman kipi) olmak üzere mânâ verilmiştir. Yani (Allah) kulların sırrını bilir, kendi sırrını ise gizlemiştir.
Bir hadis-i şerifte (Allah'ın güzel isimleri) doksan dokuz (tane) sayılmış ve bunları sayan, cennete girer buyurulmuştur.(1)

10-54- Firavun dedi ki:
" Öyleyse geçmiş asırlar (halkın)ın durumu nedir?
Yani dediğin gibi (eğer gerçekten senin Rabbin varsa ve o) her şeye, layık olan şeklini verdikten sonra, gitmesi gereken doğru yolunu da göstermiş ise, geçmiş asırlardaki insanlar neden o doğru yolu takip etmemiş, niçin senin dediğin gibi samimi olarak tevhid inancı içerisine girip (Allah'a) kulluk etmemiş de putlara tapmış?
Neden cehalet içinde kalmışlar?
Firavun, bu suretle Allah tarafından gelen herhangi bir yol göstericiyi ve irşadı, dolayısıyla da peygamberliği inkâr etmek istiyor.
Firavun: "geçmiş asırlar" demekle içinde bulunduğu zamandan daha önce gelip geçmiş asırları kasdetmiş olmakla beraber, kendisi de onlardan ayrılmak istemediği cihetle o asırlara dahil olmuş bulunuyor.
Kasas Sûresi'nde de (28/43) geleceği üzere Kur'ân dilinde ilkçağlar Firavun'un helak olmasıyla son bulmuştur.
Bu nokta için olmalıdır ki, Hz. Musa cevapta Allah onlara da peygamberler gönderdi demeyip de şöyle dedi "Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır." yani onların durumu bana gizlidir.
Gizli olan şeylerin bilgisi ise, ancak Rabbimin katında bir kitabdadır.
Onların durumunun ne olduğunu ve ne olacağını ancak O bilir. Hiç bir zaman Rabbim şaşmaz ve unutmaz.
O, yol göstermiş, onlar kabul etmemişlerdir.
Çünkü O Rabbimdir ki "yer yüzünü sizin için bir döşek yaptı." Bu gözle görülen bir hidayettir, bir yol göstermektir. "İşte biz o su ile çıkardık."
Burada gıyabdan tekellüme iltifat vardır. (Yani sözün ve hitabın yönü üçüncü şahıstan birinci şahsa çevrilerek bir iltifat sanatı yapılmıştır.) Nühâ, batıl ve kötü şeylere uymaktan sakındıran akıl demektir.

55-116-128-Ey Muhammed:

129-135- Lizâm:
Ad ve Semud kavimlerine olduğu gibi daha dünyada iken hemen yakalarına yapışan azabdır. "Rabbini hamd ile tesbih et" Burada da namaz vakitleri tamamiyle gösterilmiştir.
Önceki kitaplarda olan apaçık deliller.
Tevrat, İncil ve diğer daha parlak bir şekilde açıklayıp ispat eden ve böylelikle onlar için de (tasdik edici) bir delil olup, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin açık bir mucizesi bulunan Kur'ân gelmedi mi?
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
20-taha

55,ten 128,e kadar başka kaynaktan alınmıştır

55- Sizleri topraktan yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve tekrar dirilterek oradan çıkaracağız.

56- Biz Firavun'a tüm ayetlerimizi gösterdik, fakat o bunları yalanladı, kabul etmeye yanaşmadı.


Hani şu sizin için beşik görevi yapan, üzerinde yollar açılan, üzerine gökten yağmurlar yağdırılıp insan besini ve hayvan yemi olsun diye erkekli-dişili bitki çiftleri yetiştirilen yeryüzü var ya. İşte sizleri o yeryüzünün toprağından yarattık, sizi yine oraya döndüreceğiz ve öldükten sonra tekrar dirilterek oradan çıkaracağız.

İnsan bu yeryüzünün hammaddesinden yaratıldı. Organizmasının bütün hücreleri ve dokuları yeryüzünün elementlerinden oluşmuştur. Yeryüzünün bitkileri ile besleniyor, suyunu içiyor ve havasını teneffüs ediyor. Kısacası insan yeryüzünün çocuğudur, burası onun beşiğidir. Günü gelince döneceği yer de burasıdır. Bu yeryüzünün toprağı vücudunu yutacak çürümüş kemiklerini elementlerine karıştıracak ve çürüyen bedeninin yayacağı gazlar havadaki gazlara katılacaktır. Sonra yine diriltilerek oradan çıkarılacaktır. Bu ikinci hayatı, ilk yaratılışının uzantısı olacaktır.

Yeryüzü ile insan arasındaki sıla ilişkiyi vurgulayan bu "hatırlatma" ile kendisini ilah sanan, mağrur Firavun ile Hz. Musa arasındaki bu karşılıklı konuşma sahnesi arasında sıkı bir bağlantı vardır. Çünkü insanlar önünde ilahlık taslayan bu şımarık zorba aslında bu topraktan yaratılmış ve ölünce onun kara bağrına dönecektir. Başka bir deyimle bu başı dönmüş diktatör bozuntusu, yüce Allah'ın yeryüzünde yaratarak fonksiyonuna yönlendirdiği diğer sıradan varlıklardan biridir, başka bir niteliği yoktur. Devam ediyoruz:

"Biz Firavun'a tüm ayetlerimizi gösterdik, fakat o bunları yalanladı, kabul etmeye yanaşmadı."

Ona evrendeki ayetlerimizi gösterdik. Hz. Musa, bu evrensel ayetlerin onun yakın çevresinde bulunanlarına dikkat çekmeye çalıştı. Ayrıca ona yılana dönüşen değnek mucizesi ile ak parıltı saçan el mucizelerini, ayetlerini gösterdi. Burada bu mucizelerin gösterilişine ayrıca değinilmiyor. Çünkü bunlar yüce Allah'ın ayetlerinin bütünü içinde yer alırlar ve O'nun evrendeki ayetleri bu iki mucizeden hem daha büyük, hem de daha kalıcıdır. Bu yüzden burada bu iki mucizenin Firavun'a gösterildiği ayrıca belirtilmiyor. Fakat bu gösterinin gerçekleştiğini biz sözün akışından, dolaylı olarak anlıyoruz. Çünkü Firavun'un, "bütün ayet(er"i yalanlandığı vurgulanıyor. Bu vurgulamadan anlıyoruz ki, o bu iki mucizeyi de inkâr etmiştir. Ayetleri okumaya devam ediyoruz:

57- Dedi ki; "Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?"

58- "Biz de seninki gibi bir büyü ile karşına çıkacağız. Seninle buluşacağımız bir zaman belirle . Bu randevudan sen de bizde caymayalım. Buluşma yerimiz açık bir düzlük olsun."

59- Musa "Sizinle buluşmamız süslenme gününüzde, halkın toplandığı kuşluk vakti olsun" dedi.


Görülüyor ki, Firavun, Hz. Musa karşısında pesetti, tartışmayı sürdüremedi. Çünkü Hz. Musâ'nın öne sürdüğü deliller son derece açık ve güçlü idi. Sebebine gelince bu delilleri, yüce Allah'ın evrendeki ayetleri ve Hz. Musa eli ile gösterilen özel mucizeler oluşturuyordu. Firavun tartışmayı sürdüremeyince Hz. Musa'yı büyücülükle suçlama şarlatanlığına başvurdu. Ona göre değneğin yerde sürünen bir yılana dönüşmesi ve koltuk altına daldırılan sapasağlam bir elin ak parıltı saçarak dışarı çıkarılması birer "büyü"den başka bir şey değildi.

Büyücülüğün Firavun'un aklına gelen ilk ihtimal olması, aslında normaldi. Çünkü bu sanat o günlerde Mısır'da pek yaygındı. Üstelik Hz. Musa'nın gösterdiği bu iki mucize nitelikleri itibarı ile geleneksel büyü gösterilerine pek benziyorlardı.

Büyücülüğe gelince bu bir hayal oyunudur, gerçek değildir. Özü bakımından gözü ve diğer duyu organlarını yanıltmaya dayanır. Bu yanıltmaca, bazan algı aldanmasına kadar işi vardırabilir. Beyinde gerçek algılara benzer somut algılar meydana getirebilir. O durumlarda insan, aslında varolmayan bir nesneyi sanki varmış gibi, ya da olduğundan farklı bir biçimde görebilir. Tıpkı bunun gibi büyülenmiş insanlarda, kimi zaman öyle sinirsel ya da organik etkilenmeler görülebilir ki, somut dış etkenler olsa aynı etkilenmeleri meydana getirirler.

Ama Hz. Musâ'nın mucizeleri bu türden aldatmacalar değildirler. Onlar yüce Allah'ın yoktan varedici sanatının eserleridir. Bu güçlü sanat, nesnelerin yapısını gerçekten değiştirir. Bu değiştirme kimi zaman geçici, kimi zaman da kalıcı olur. Şimdi okuduğumuz ayetleri inceleyelim:

"Dedi ki; Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?"

Anlaşılan Firavun'un, İsrailoğullarını köleleştirmesi, onların nüfusça çoğalıp iktidarı ele geçirmeleri korkusundan kaynaklanan politik bir önlemdi. Zaten diktatörler, iktidarlarını korumak için en vahşice, en barbarca cinayetleri işlemekten çekinmezler. Bu uğurda insanlıkla, ahlak kuralları ile şerefle ve vicdanla en bağdaşmaz entrikalara, gözlerini kırpmadan başvururlar. İşte bundan dolayı Firavun, İsrailoğullarına karşı sinsi bir soykırım politikası uyguluyor, onları eziyordu. Bu politikası uyarınca bu toplumun erkek çocuklarını öldürüp kız çocuklarını sağ bırakıyor, normal yaştaki erkekleri de ağır angaryalara koşarak tedrici bir ölüme sürüklüyordu. Bu yüzdendir ki, Hz. Musa ile Harun, kendisine "İsrailoğullarının bizimle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin ver, artık onlara işkence etme" dedikleri zaman, onun bu öneriye verdiği karşılık, "Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?" şeklinde oldu. Çünkü İsrailoğullarının serbest kalmaları, iktidarını ve ülkesini ele geçirmelerinin ilk adımı olarak yorumluyordu.

Madem ki, Hz. Musa, bu amaçla İsrailoğullarının serbest bırakılmalarını istiyordu ve madem ki, gösterdiği bütün olağanüstü kanıtlar basit birer büyü gösterisiydi, o halde ona verilecek cevap son derece kolaydı. Okuyoruz:

"Biz de seninki gibi bir büyük ile karşına çıkacağız."

İşte zorbaların, diktatörlerin geleneksel mantığı budur. Onlara göre inanç sahiplerinin mücadelelerinin arkasında mutlaka dünyaya ilişkin bir amaç yatar. Onların savundukları dava, iktidar ve koltuk ihtirasını gizleyen bir maskeden başka bir şey değildir. Sonra onlar dava adamlarında bazı kozlar, bazı haklılık kanıtları görürler. Bu kanıtlar, kimi zaman Hz. Musa'nın mucizeleri gibi, olağanüstü uygulamalar olur. Kimi zaman da olağanüstü bir nitelik taşımamakla birlikte insanların kalplerini yavaş yavaş etkileyen önlemler olur. O zaman diktatörler hemen bu önlemlere görünüşte onlara denk düşen, benzer önlemlerle karşılık verirler. Bize karşı büyü ile mi karşı çıkılıyor? Biz de ona büyü ile karşı koyarız. Bize sözle mi karşı çıkıldı? Biz de ona aynı türden sözlerle karşılık veririz. Bize karşı reformculuk, aksaklıkları düzeltme silahı ile mi çıkılıyor. Biz de bu kampanyaya karşı sözde reformcu ve aksaklıkları düzeltici gibi görünürüz. Bize yararlı bir iş yapılarak mı karşı konuluyor? Biz de başka bir iyi iş yapıyormuşuz gibi sahneye çıkarız. İşte zorbaların zihniyeti, iktidarlarını koruma yöntemlerinin özü budur. Fakat onlar bilmezler ki, inanç sistemlerinin "iman" kaynaklı birikimleri ve yüce Allah'ın yardımı biçiminde cephaneleri vardır. İnanç sistemleri düşmanlarını bu birikimler ile ve bu cephanelerle yenerler. Yoksa görünüşlerle ve şekilci önlemle değil.

İşte bu amaçla Firavun, Hz. Musa'dan kendi büyücüleri ile karşılaşacağı bir "randevu" belirlemesini istedi. Meydan okuma edası ile karşılaşma zamanının seçimini karşı tarafa bıraktı; "Seninle buluşacağımız bir zaman belirle" dedi. Meydan okuma edasını pekiştirmek amacı ile kararlaştırılacak randevudan tarafların caymamasını ısrarla vurguladı; "Bu randevudan sen de biz de caymayalım" dedi. Ayrıca karşılaşma yerinin seyircinin izlemesine elverişli, geniş bir düzlük olmasını önerdi; "Buluşma yerimiz açık bir düzlük olsun" dedi. Böylece meydan okumasının dozunu daha da arttırdı.

Hz. Musa, Firavun'un bu meydan okuma amaçlı teklifini kabul etti. Karşılaşma günü olarak da Mısır halkının süslü elbiseler giyerek ve takılar takarak meydanlarda, açık yerlerde toplandıkları, şenlikli bir bayram gününü seçti. Okuyalım:

"Musa dedi ki; 'Sizinle buluşmamız süslenme günü olsun.

Ayrıca halkın o gün kuşluk vakti toplanmasını önerdi. Böylece karşılaşma, hem herkese açık bir alanda olacak ve hem de günün aydınlık, güneşli bir diliminde yapılacaktı. Görülüyor ki, Hz. Musa, Firavun un meydan okumasına aynen karşılık verdiği gibi üstelik daha cesurca davranarak bir bayram gününün en aydınlık, en bol güneşli ve en kalabalık olmaya elverişli bir zaman dilimini seçti. Sabah vaktini seçmedi, çünkü o saatlerde halkın çoğu henüz evlerinden çıkmamış olurdu. Öğle vaktini seçmedi, çünkü halkın toplanmasını ayrı sıcak engelleyebilirdi. Akşam saatlerini de seçmedi, çünkü bu saatlerde hava kararacağı için halk toplantı yerinde kalmaz, dağılmaya başlar, ya da dağılmasa bile olup bitecekleri iyi göremezdi:

Böylece "iman" ile "azgınlık" arasındaki meydan okumanın ilk perdesi burada noktalandı.

Bu noktada perde kapanıyor. Bir süre sonra tekrar açıldığında "karşılaşma" sahnesi ile yüzyüze geleceğiz.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
Farklı Kaynaktan Alıntı

63- Ve dediler ki; "Bu iki adam büyücüdür, sizleri büyüleyerek yurdunu,ulan çıkarmak, sizin örnek dininizi ortadan kaldırmak istiyorlar."

64- "Bütün hilelerinizi biraraya getiriniz, sonra sıra halinde buluşma yerine geliniz. Bugün üstün gelen başarıya ermiştir."

Görülüyor ki, Hz. Musâ'nın samimi, doğru ve inanç yüklü kısacık sözleri, eğrilik yanlılarının kampı üzerine bir bomba gibi inerek onların saflarını darmadağın etti. Onların kendilerine ve güçlerine olan güvenlerini sarstı, savundukları inançlardan ve düşüncelerden kuşkulanmaya başladılar. Bu yüzden aralarındaki ayrılar yüreklendirmelére ve karşı tarafa dönük kışkırtmalara gerek duydu. Oysa Hz. Musa ile Hz. Harun sadece iki kişi idiler. Buna karşılık büyücüler kalabalıktı. Üstelik arkalarında Firavun, Firavun'un krallığı, ordusu, zorbalığı ve serveti vardı. Ama Hz. Musa ile Hz. Harun da yalnız değillerdi. Onların beraberlerinde her şeyi işiten ve her şeyi gören Rabbleri vardı.

Gerek azgın ve zorba Firavun'un, gerekse sırtlarını bu zorbaya dayamış olan büyücülerin tutumlarını da ancak bu faktörün ışığı altında açıklayabiliriz. İşin en başına dönersek şu soru kafamıza takılır:

Hz. Musa ile Hz. Harun kimdirler ki bu iki garip adam kim oluyorlar ki, önce Firavun onlara meydan okuma gereğini duyuyor, sonra onların meydan okumalarını kabul ediyor; arkasından plânlarını ve tuzaklarını kurup karşılaşma alanına geliyor, onca büyücüyü biraraya getiriyor, kalabalıkları karşılaşmayı izlemek üzere meydanda topluyor; üstelik kendisi ve önde gelen yakınları yarışmayı görmek için meydandaki yerlerini alıyorlar. Nasıl oldu da Firavun, Hz. Musâ'nın kendisi ile tartışmasına, ona kafa tutmasına göz yumabildi. Oysa Hz. Musa, onun amansız baskısı altında ezilmiş, köleleştirilmiş bir toplum olan İsrailoğullarından biri değil mi? Burada Hz. Musa ve Harun ile beraber olan ve her şeyi işitip her şeyi gören yüce Allah'ın bu iki garip elçisine sunduğu bir heybetle, bir ürkütücü saygınlıkla karşı karşıyayız.

Yine hünerli büyücülerin saflarım parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya getiren o kısa konuşmanın gücünün arkasında da bu heybeti, bu ürkütücü saygınlığı aramak gerekir. Bu parçalanma sarsıntısı üzerine büyücüler aralarında fısıldaşmaya, somut tehlike, çanları çalmaya, birbirlerini kışkırtmaya; birlik, dayanışma ve direnme çağrılan yapmaya mecbur olmuşlardır. Sonra ileriye atıldılar.

65- Büyücüler "Ey Musa, ya sen önce hünerini göster ya da önce biz hünerimizi ortaya koyalım" dediler.

Bu teklif, rakibe yöneltilmiş bir meydan savaşı çağrısıdır. Bunun yanısıra iç dayanışma, centilmenlik ve cesaret kaynaklı meydan okuma anlamlarını da taşır. Devam ediyoruz:

66- Musa "Önce siz hünerinizi gösterin" dedi.

O sırada adamların yere attıkları ipler ve değnékler büyülerinin etkisi ile Musa'ya yürüyorlarmış gibi göründüler.

Hz. Musa rakiplerinin meydan okumalarını kabul etti; ilk hamleyi yapma fırsatını onlara tanıyarak son sözü söyleme hakkını kendine bıraktı. Fakat o ne? Adamlar, görüldüğü kadarı ile müthiş bir büyü gösterisi yaptılar. Kalabalık sürpriz bir sarsıntı ile çalkalandı, bu sarsıntının dalgaları Hz. Musâ ya kadar ulaştı. Okuyalım:

67- Bunun üzerine Musa'nın içine korku düştü.

İfade sözkonusu büyü gösterisinin müthişliğini ve çarpıcılığını açığa vuruyor. Öyle ki, her şeyi işiten ve her şeyi gören yüce Rabbi yanıbaşında olduğu halde rakiplerinin büyü gösterisi, Hz. Musa'nın içine korku düşürüyor. Hz. Musâ'nın içine korku düşebilmesi için, kendisine daha güçlü olduğunu bir an için unutturan müthiş bir olay meydana gelmiş olmalıdır. Bunun üzerine yüce Allah'ın kendisine, onun yanında olduğunu ve asıl ezici gücün kendinde olduğunu hatırlatması gerekmiştir. Okuyalım:

68- Allah ona dedi ki; "Korkma, üstün gelecek olan sensin. "

69- "Sağ elindeki değneğini yere atıver de onların gösterdikleri marifetleri yutuversin. Onların hünerleri, bir büyücü hilesinden ibarettir. Büyücü hiçbir yerde başarılı olamaz. "

Korkma, üstün olan sensin. Çünkü sen "hak" taraftarısın, onlar ise "batıl"yanlılarıdır. Sen inancına dayanıyorsun, onlar ise sanatlarına güveniyorlar. Sen bağlısı olduğun sistemin doğruluğunu kanıtlamak için meydana atıldın, onların bu yarışmadan bekledikleri ise ücret ve kazançtır. Sen en büyük güç ile ilişki kurmuşsun, onlar ise ne kadar azgınlık ve zorbalık yapsa da günün birinde ölüp gidecek olan bir yaratığa hizmet edïyorlar.

Sakın korkma, "sağ elindekini atıver." Hz. Musâ'nın elindekinin önemini büyütmek için "belirtisiz" bir ifade kullanılıyor. "Elindeki, onların gösterdikleri marifetleri yutuversin." Onların gösterisi, usta bir büyücünün ortaya koyduğu bir büyü eylemidir. Oysa büyücü, nereye giderse gitsin, hangi yolu tutturursa tuttursun, başarıya eremez. Çünkü o hayal peşinde koşar ve hayal oyunu oynar. Dayanağı değişmez, kalıcı, gerçek değildir. Onun durumu, gerçeğe dayanan, gücünü doğrudan alan "hak" yanlısı karşısındaki bütün eğrilik (batıl) taraftarları gibidir. Eğrilik taraftarının eğrisi, kimi zaman görkemli, parlak, havalı ve korkunç görülebilir. Bu göz aldanmasına ancak gerçeğin (hakk'ın) hava atmayan, küstahlığa kalkışmayan, gösterişe tenezzül etmeyen müthiş gizli gücünü fark edemeyenler uğrayabilirler. Gerçeğin gücü hava atmaz, ama sonunda eğrinin, batılın beynine balyoz gibi iniverir de bir de bakarsın ki, batılın defteri dürülmüş, gerçek tarafından yutuluvermiş, yokolmuş, gözden kaybolmuştur.

Hz. Musa elindeki değneği yere atar atmaz, büyük sürpriz meydana geldi. Ayet,bu sürprizin büyüklüğünü, büyücülerin vicdanlarında meydana getirdiği etkinin sarsıcılığı yolu ile anlatıyor. Bu büyücüler en ateşli bir kazanma hırsı ile bu karşılaşmaya çıkmışlardı. Yarışmaya çıkmaya hazırlandıklarından beri sürekli biçimde birbirlerini yüreklendirmişler, hatta birbirlerini kışkırtmışlardı. Üstelik hepsi de sanatlarının seçkin ustalarıdır. Hatta bu yüzden Hz. Musa'nın gönlüne gizli bir korku salmayı bile başarmışlar, bir peygamber olmasına rağmen yere attıkları değneklerini ve sopalarını sürüngen yılanlarmış gibi görmesini sağlamışlardır.

Ayet, büyücülerin vicdanlarında meydana gelen bu sürpriz sarsıntıyı köklü bir duygu değişikliği ve tam bir başkalaşım olarak ifade ediyor. Öyle ki, adamlar bu durumlarını sözlere dökemiyorlar, neye uğradıklarını anlatacak söz bulamıyorlar.

70- Bunu üzerine büyücüler secdeye kapanarak "Biz Musa ile Harun'un Rabbine inandık" dediler.

Bu, duyarlı sinirlere rastladığı için bütün vücudu sarsan, elektrik düğmesine bastığı için ışığı yakarak karanlıkları dağıtan bir dokunuştur. Bu, imanın insan kalbine akarak içindeki kâfirliği bir anda müzminliğe dönüştürmesidir.

Fakat zorbalar bu ince sırrı nereden anlayacaklar? Onların kalplerin nasıl değiştiklerini kavramaları hiç beklenebilir mi? Onlar çoktan beri azgınlık ve sapıklık bataklığında debelendikleri için; bağlılarının bir tek parmak işareti ile önlerinde eğilmelerine hep alıştıkları için yüce Allah'ın kalplerin değiştiricisi olduğunu; yüce Allah ile bağlantı kuran, Ondan güç alan, O'nun nuru ile aydınlanan kalbin başka hiçbir kimsenin egemenliğini kabul etmeyeceğini çoktan unutmuşlardır. Ayetleri okuyalım:

71- Firavun dedi ki; "Ben size izin vermeden ona inandınız ha! O size büyücülüğü öğreten elebaşınızdır. andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağını,u kesecek, arkasından sizi hurma dallarına asacağım, böylece hangimizin azabı daha ağır, daha sürekliymiş, öğreneceksiniz.

Evet, zorba Firavun, imana gelen büyücülerine ne diyor? "Ben size izin vermeden ona inandınız ha!" Bu nasipsiz zorba bilmiyor ki, eski büyücüleri, kalplerini ateşi ile tutuşturmuş olan bu imanı, kendileri bile geri püskürtemezler. Çünkü "insan kalbi,rahmeti bol olan yüce Allah'ın iki parmağı arasındadır , onu dilediği tarafa döndürüverir. Ayeti okumaya devam ediyoruz:

"O size büyücülüğü öğreten elebaşınızdır."

Bu nasipsiz zorbaya göre büyücülerin Hz. Musâ ya teslim olmalarının sebebi budur. Yoksa bu teslim oluşun nedeni, hiç beklemedikleri bir kanaldan sızan iman nurunun kalplerine yürümesi, yada rahmeti bol olan yüce Allah'ın, gözlerini örten sapıklık perdesini kaldırmış olması değildir.

Arkasından sert tehditler yağıyor. Zorbaları ayakta tutan tek koz olan işkence ve ceza canavarı kanlı dişlerini göstermekte gecikmiyor. Bütün acımasız diktatörler öyledir. Kalpleri ve ruhları baskı altına almaktan umutlarını kesince hınçlarını bedenlerden, etlerden ve kemiklerden çıkarmaya kalkışırlar, gönüllerine boyun eğdiremedikleri kahramanların vücudlarını işkenceler altında inletirler. Okuyoruz:

"Andolsun ki, sağlı-solu birer el ve ayağınızı kesecek, arkasından sizi hurma dallarına asacağım!"

Arkasından acımasız kaba gücü ile çalım satıyor, hava atıyor. Ormandaki vahşi hayvanların kullandıkları, gözünü kırpmadan karınları deşen ve kemikleri kıran, kaba gücü ile üstünlük taslıyor. Kanıtlarla kendini savunan insan ile pençeleri ile saldıran hayvanı birbirinden ayırmıyor. Okuyalım:

"Böylece hangimizin azabı daha ağır, daha sürekliymiş, öğreneceksiniz."

Fakat iş işten geçti artık. İmanın dokunuşu, küçücük atomu görkemli kaynağına ulaştırmayı başarmıştır. Şimdi o kaynak, yani kalp, artık güçlüdür.. Şimdi bütün yeryüzü kaynaklı güçler artık zayıftır. Şimdi yeryüzü tutsaklığı anlamındaki hayat, son derece değersiz ve ucuzdur. Artık bu kalplerin önüne ışıklı, parlak ufuklar açılmıştır. Artık bundan sonra ne yeryüzüne ve orada beslenen kısa ömürlü amaçlara metelik verirler ve ne de yeryüzü tutsaklığı anlamındaki yaşamayı aldatıcı lüksleri umursarlar. Okuyoruz:
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
72- Büyücüler dediler ki; "Biz seni, bize gelen açık delillere ve yaratıcımıza tercih edemeyiz. Vereceğin hükmü ver. Senin hükmün ancak dünya hayatında geçerli olabilin"

73- "Biz Rabbimize inandık. O'ndan günahlarının affetmesini ve bize zorla yaptırdığın büyücülüğümüzün suçunu bağışlamasını diliyoruz. Allah'ın ödülü, herkesinkinden daha üstün ve daha kalıcıdır."

Bu kalpleri iman melteminin rüzgârı okşamış da o yüzden böyle aslan kesilmişlerdir. Oysa aynı kalpler daha birkaç saniye öncesine kadar Firavun'un önün eğiliyorlar, onun yakınlığını kazanmayı paha biçilmez bir ganimet sayıyorlar, bu uğurda birbirleri ile kıyasıya yarışıyorlardı. Fakat birkaç saniye sonra güçlü bir protesto ile karşısına dikilmişler; onun tahtını, debdebesini, lüksünü, şöhretini ve otoritesini hiçe saymışlardır. Okuyoruz:

"Büyücüler dediler ki, `Biz seni, bize gelen açık delillere ve yaratıcımıza tercih edemeyiz."

Bu yaratıcımız bizim için daha değerli, daha üstün, daha yüce, daha büyük ve daha uludur. Devam edelim:

"Hakkımızda vereceğin hükmü ver."

Dünyada bizden neyi alabileceksen o senin olsun. Devam ediyoruz:
"Senin hükmün ancak dünya hayatında geçerli olabilir."

Çünkü senin otoriten bu hayatın alanı ile sınırlıdır. Bu hayatın ötesinde senin otoriten bize geçmez. Oysa dünya hayatı ne kadar kısa ve ne kadar basittir. Senin bize çektirebileceğin işkence, bize verebileceğin ceza yüce Allah ile ilişki kurmuş ve ölümsüz, ebedi hayata ümit bağlamış bir kalbi korkutamayacak kadar basittir. Okuyoruz:

"Biz Rabbimize inandık. Ondan günahlarımızı affetmesini ve bize zorla yaptırdığın büyücülüğümüzün suçunu bağışlamasını diliyoruz."

O büyücülük suçunu sen bize baskı altında, zorla yaptırıyordun. Biz sana baş kaldıramıyorduk. Şimdi Rabbimize iman ettiğimiz için, O'nun günahlarımızı bağışlayacağını umuyoruz. Çünkü;

"Allah'ın ödülü, herkesinkinden daha üstün ve daha kalıcıdır."

Yüce Allah'ın bize vereceği pay ve O'na yakın olmak daha hayırlı, karşılık ve ödül olarak daha kalıcıdır. Senin bizi O'nunkinden daha ağır ve daha kalıcı bir ceza ile tehdit etmenin bizim için hiçbir önemi yoktur.

Rabblerine iman etmiş olan bu büyücüler, ilham yolu ile uyarılarak bu zorbaya ders vermeye, O'na tepeden bakmaya çağrılıyor. Okuyoruz:

74- Kim Rabbine günahkâr olarak gelirse onun için cehennem vardır. O orada ne ölür ve ne de dirilir.

75- Kim Rabbine, iyi ameller işlemiş bir mü'min olarak gelirse işte onlar için yüksek dereceler vardır.

76- Altlarından çeşitli ırmaklar akan "Adn" cennetleri yani. Onlar orada sürekli kalacaklardır. İşte günahlardan arınmışların ödülü budur.

Firavun, mü'min büyücüleri daha ağır ve daha sürekli bir ceza ile tehdit ediyor ya. İşte ona bir tablo: Asıl ağır ve kalıcı azaba çarpılacak olanın günahkâr olarak Rabbinin karşısına gelen kul olduğunu kanıtlayan bir tablodur bu. Okuyoruz:

"Kim Rabbine günahkâr olarak gelirse O'nun için cehennem vardır. O orada ne ölür ve ne de dirilir."

Ne ölür de kurtulur ve nede canlanır da huzurlu bir hayat yaşar. Onun için tek realite ne ölümle noktalanacak olan ne de "hayat" ile sona erecek olan bitimsiz bir azaptır.

Bu acı tablonun karşı yüzünde yüce dereceler ve içlerinde sürekli kalınacak cennetler vardır. Bu cennetlerin köşkleri altından akan nehirler, ortalığa gönül okşayıcı bir serinlik yayarlar. "işte günahlardan arınmışların ödülü budur" kötülüklerden uzak duranları, temiz kalmayı başaranları böylesine mutlu bir son beklemektedir.

Görülüyor ki, mü'min kalpler bu acımasız zorbanın tehditleri ile alay ettiler. Mü'mine yaraşır sözü yüzüne karşı dobra dobra haykırdılar. Güven verici imanın aşıladığı üstünlük duygusu ile, yalın imanın önerdiği çekingenlikle ve köklü imanın gürleştirdiği umutla bu küstah zorbaya meydan okudular.

Bu tablo, insan kalbinin özgürlüğünü ilân eden bir belgesi olarak insanlık tarihine geçti. İnsan kalbinin yeryüzü tutsaklığını, yer kaynaklı otorite bağımlılığını, ödül tutkusu ile iktidar korkusunu alt edişini insanlığın siciline yüz ağartıcı bir sayfa olarak işledi. İnsan kalbi bu mertçe ve dobra dobra çıkışı, ancak imanın ışığı altında gerçekleştirebilir.

Burada sahnenin perdesi iniyor. Az sonra tekrar kalktığında bu hikâyenin başka bir sahnesi ile, yeni bir halkası ile yüzyüze geleceğiz.

Bu yeni sahne düşünce ve inanç düzeyinde zafere ulaşan gerçeğin ve imanın, bu üstünlüğünün arkasından, görülen pratik hayatta da zafere ermesinin somut belgesidir. Yukardaki ayetlerde değnek mucizesinin, büyücülük karşısında; büyücülerin kalplerini aydınlatan imanın, göz boyayıcılık karşısında yine bu kalplerdeki imanın çıkar beklentileri, korkutmalar, tehditler ve yıldırmalar karşısında zafere erişinin hikâyesini okumuştuk.

Şimdi de bu yeni sahnede hak, batıl karşısında; doğru, eğri karşısında; hidayet, sapıklık karşısında; iman, kaba güç karşısında, bu kez, görünen pratik hayat düzeyinde zafer kazanıyor. Bu ikinci zafer, ilk zaferle bağlantılıdır, onun uzantısıdır. Çünkü pratik hayattaki zafer. ancak insanın iç. dünyasında gerçekleşecek zaferden sonra kazanılabilir. "Hak" yanlıları savundukları gerçeğe vicdanlarında, iç dünyalarında üstünlük kazandırmadıkça onu dış dünyada üstünlük tahtına çıkaramazlar. Gerçeğin ve imanın yalın bir özü, reel bir kimliği vardır. Bu inananların duygularında somutlaşınca yol almaya ve kendini açığa vurmaya başlar, ve insanlar onu gerçek kimliği ile görme imkânına kavuşurlar. Buna karşılık iman, kalpteki somutlaşmamış, bulanık bir sembol ve gerçek (hak) da vicdandan kaynaklanmayan kuru bir slogan olarak kaldıkça, zorbalık ve batıl, bu imanı ve bu hakkı yenilgiye uğratabilirler. Çünkü zorbalığın ve batılın, gerçek maddi güçleri vardır; sözde kalan, içtensiz imanın ve hakkın bunlara verecek, denk karşılığı yoktur.

Demek oluyor ki, imanın özü vicdanlarda gerçeklik kazanmalı ve hakkın kimliği kalplerde somutlaşmalıdır. Ancak o zaman iman ile hak, batıla üstünlük sağlayan ve zorbalığa saldırganlık cesareti veren reel maddi güçleri alt edebilirler. İşte Hz. Musâ'nın büyücülük-ve büyücüler karşısında, arkasından büyücülerin Firavun ile onun önde gelen kurmayları karşısında kazandıkları parlak zaferin sırrı bu noktada gizlidir. İşte aşağıda okuyacağımız ayetlerin gözlerimizin önünde canlandıracakları sahne bu gerçeği bir daha kanıtlayacaktır. O sahnede göreceğiz ki, eğer hak yeryüzünde somut bir zafer kazanmışsa bu zafer, hak yanlılarının imanlarının dışa yansıyarak zalimlerin kaba güçlerini dize getirmeleri sayesinde elde edilmiştir. Şimdi ayetleri okuyalım:
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
77- Musa'ya "Kullarımı geceleyin yola çıkar,denize değneğini vurarak onlar iğin kuru bir yol aç, ne yakalanmaktan kork ve ne de boğulmaktan çekin"diye vahyettik.

78- Firavun, ordusu ile peşlerine düştü, fakat denizin suları onları korkunç bir saldırı ile kuşatıverdi!

79- Firavun, soydaşlarını sapıklığa sürükledi, onları doğru yola iletemedi.

Büyücülerin kişiliklerinde somutlaşan imanın, Firavun'un kişiliğinde somutlaşan azgın, kaba güce karşı çıkmasından sonra acaba neler oldu? Ayetler bu soruya cevap vermiyorlar. Büyücüler imanlarına sarılarak zorbanın tehditlerini, yıldırmalarını Rabbine bağlanmış, kararlı bir yüreklilikle karşılaşmışlar; hayat ile, nimetleri ile, insanları ile tüm dünyayı hiçe saymışlardı. Acaba yiğitlikleri ile Firavun'un tepesini attıran bu kahramanlara karşı,o şımarık zorba nasıl bir uygulamaya girişmişti? Ayetler bu konuda bize bilgi vermiyorlar. Bunun yerine karşımıza, hemen sözünü ettiğimiz ikinci sahne çıkıyor. Kalpteki zaferi dış dünyada gerçekleşen pratik zafere bağlayan kesin zafer sahnesi ile yüzyüze geliyoruz. Yüce Allah'ın mü'min kullarına yönelik himayesini, kayırıcılığını somut bir yetkinlikle gözler önüne seren bir sahnenin parlak ışıkları gözlerimizi kamaştırıyor. Bu yüzden bu sahnede Hz. Musâ'nın İsrailoğulları ile birlikte Mısırdan çıkışı ve denizin önüne varınca kafileyi durduruşu olayları üzerinde durulmuyor. Oysa diğer surelerde hikâyenin bu bölümü ayrıntılı biçimde anlatılmıştı. Burada söz kısa kesilerek hemen zafer sahnesi sunuluyor, zaferin öncesindeki gelişmelere değinilmiyor. Çünkü bu ön gelişmeler kalplerde ve vicdanlarda gerçekleşmişti.

Bize sadece Hz. Musâ ya gelen bir vahiyden sözediliyor. Bu vahyin içerdiği direktife göre Hz. Musâ ya, yüce Allah'ın mü'min kulları olan İsrailoğullarını geceleyin yola çıkaracak, denizin yanına varınca değneği ile sulara vurarak dalgalar arasında kupkuru bir yol açacak. Bize bu kadarı açıklanıyor. Başka bir ayrıntı verilmiyor, söz kısa kesiliyor. Biz de ayetlerin verdikleri bilgiyi olduğu gibi sunuyoruz. Bunun yanısıra Hz. Musâ ya yüce Allah'ın himayesine güvenmesi gerektiği hatırlatılıyor. Yüce Allah kendilerini kayıracağı için peşlerine düşen Firavun'un ve ordusunun onları yakalayacağından korkmamaları gerektiği gibi önlerine kuru bir yol açmış olan denizin dalgalarından da çekinmemeleri gerekir. Çünkü kendi iradesinin yansıması olan doğal kanunlara göre suyu akıtan yüce"kudret"in eli, istediği zaman o akar suyun dalgalarını yararak aralarından "kupkuru" bir yol geçirmeye muktedirdir. Ayetleri okuyoruz:

"Firavun, ordusu ile peşlerine düştü, fakat denizin suları onları korkunç bir saldırı ile kuşatıverdi.

Firavun, soydaşlarını sapıklığa sürükledi, onları doğru yola iletemedi."

Görüldüğü gibi Firavun'un ve soydaşlarının denizin engin sularına gömülmeleri olay kısa geçiliyor, ayrıntılı biçimde anlatılmıyor. Böylece olayın vicdanlardaki etkisinin geniş çaplı ve korkunç olması isteniyor, olayın geniş çapı ve dehşeti ayrıntılı açıklamalarla sınırlandırılmıyor. Firavun, soydaşlarını nasıl hayatları boyunca sapıklığa sürükledi ise, şimdi de yol tıkanıklığına ve denizin engin derinliklerine sürüklüyor. Bunların her ikiside mahvedici sapıtmalar, yoldan çıkmalardır.

Bu sahnede acaba neler oldu? Bu konuyu kurcalamaya, ayrıntılara dalmaya girişecek değiliz. Tersine bu olay özet halinde sunmanın ardında saklı duran hikmete ayak uydurmayı tercih ediyoruz. Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz nokta, bu olayın taşıdığı ibret dersidir. Biz bu sahnenin kalplerde meydana getirdiği etkinin titreşimlerine kulak vermek istiyoruz.

Bu olayda yüce Allah'ın güçlü eli, iman ile azgın kaba güç asasındaki savaşın yönetimini bizzat üstlenmiştir. İman yanlılarına bu savaşta vahyin direktifine uyarak geceleyin yola çıkmaktan başka bir görev verilmemiştir. Çünkü iki tarafın güçleri, somut ölçüler ile denk olmak şöyle dursun, birbirlerine yalan bile değildi. Hz. Musa ve soydaşları her türlü maddi güçten yoksun zavallılar iken, Firavun ile ordusu maddi gücün bütün silahları ile donanmıştı. Bu yüzden iman cephesinin, somut bir meydan savaşına girmesi mümkün değildi. Öyle olunca yüce Allah'ın güçlü eli savaşın yönetimini üzerine aldı.

Fakat bu ilahi müdahalenin öncesinde imanın özü, hak yanlılarının kalplerinde olgunluk düzeyine erdi, zorbalık karşısındaki bu biricik güç kaynakları gerçek kimliğine kavuştu. Tüm açık sözlülüğü ile azgın kaba güç karşısına dikildi. Korku duvarını aştığı gibi maddi çıkar beklentilerini de elinin tersi ile bir yana atmasını bildi. Ne tehditlere pabuç bıraktı ve ne de ödül umutlarına bel bağladı. Bilindiği gibi azgın zorba "Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağınızı kesecek, arkasından da sizi hurma dallarına asacağım" diye küfredince iman cephesinden şu kesin cevabı aldı; "Vereceğin hükmü ver; senin hükmün ancak dünya hayatında geçerli olabilir."

İşte iman ile azgın kaba kuvvet arasındaki savaş, mü'minlerin kalplerinde bu kararlı aşamaya erince yüce Allah'ın güçlü eli hak yanlılarının en ufak bir çabasını işe karıştırmaksızın hak sancağını tutup doruğa dikti ve batılın bayrağını ayaklar altına serdi.

Ders alınması gereken bir başka incelik de şudur:

İsrailoğullarının, Firavun'un baskılarına onursuzca boyun eğdikleri, bu acımasız zorbanın erkek çocuklarını öldürüp kızlarını ve kadınlarını ersiz bırakma girişimlerine sessizce katlandıkları dönemlerde yüce Allah'ın aynı güçlü eli, bu savaşa doğrudan el koymayı uygun görmedi. Çünkü İsrailoğulları, sadece onurlarını yitirdikleri için, haysiyetlerini ayaklar altında çiğnettikleri için, korktukları için bu ağır faturayı ödüyorlardı. Ama sonra iş değişti. Hz. Musâ ya inananların imanları kalplerindeki gelişim aşamasını tamamlayarak dışarıya taşmaya başladı. Firavun'un işkencelerine göğüs germeyi göze aldılar. Artık başları dikti. Kıvırmadan, çekinmeden ve uğratılacakları ağır işkenceleri umursamadan inançlarının gereği olan sözleri, Firavun'un yüzüne karşı erkekçe haykırdılar. İşte o zaman yüce Allah'ın gücü, savaşa doğrudan doğruya el koyarak daha önce ruhlarda ve kalplerde gerçekleşen zaferi bu defa pratik dünyada da ilân etmekte gecikmedi.

İşte okuduğumuz ayetler bu ibret dersini ön plâna çıkararak dikkatlerimize sunuyorlar. Dikkatlerimiz dağılmasın diye özetle anlatım yöntemi seçiliyor, ayrıntılara dalıp meselenin özünü gözden kaçırmayalım diye sahneler ardarda gözlerimizin önünde canlandırılıyor. amaç dava adamlarının bu olaylardan gereğince ders almalarıdır. Kendilerinin her türlü maddi savaş aracından yoksun oldukları, dönemlerde yüce Allah'ın desteğini bekleyebilmek için hangi şartları yerine getirmeleri gerekeceğini iyi anlamalarıdır.

HZ. MUSA VE KAVMİNİN KURTULUŞU

Bu zafer ve kurtuluş havası içinde kurtulanlara seslenilerek öğüt ve uyarı yöneltiliyor. Acı geçmişlerini unutmamaları, şımarmamaları, kazandıkları savaştaki tek silahları olan imanlarını yitirmemeleri, böylece zaferlerini ve başarılarını güvenceye bağlamaları gerektiği kendilerine hatırlatılıyor. Okuyalım

80- Ey İsrailoğulları, sizi düşmanınızdan kurtardık. Size Tur'un sağ yanında Tevrat'ı indirmeyi vadettik. Size gökten kudret helvası ile bıldırcın indirdik.

81- Size sunduğumuz temiz rızıklardan yiyiniz. Yiyeceklere ili,kin sınırlarımı,u çiğnemeyiniz. Yoksa gazabıma çarpılırsınız. Kim gazabıma çarpılırsa mahvolur.

82- Kuşku yok ki, ben tövbe edip iman edenlere iyi ameller işleyip doğru yoldan ayrılmayanlara karşı affediciyim.

İsrailoğulları tehlikeli bölgeyi aşmışlar, kurtulmuş olarak "Tur dağı" bölgesine varmışlar, Firavun ile askerlerini boğulmuş olarak arkada bırakmışlardı. Düşmanlarından kurtuluşları henüz taze bir olaydı, onu deminki gibi hatırlıyorlardı, henüz üzerinden fazla bir zaman geçmiş değildi. O halde bu olay burada sıcağı sıcağına gündeme getirmenin amacı onu tarihin arşivine geçirmek, bu arada yüce Allah'ın kendilerine yönelik somut nimetlerini hatırlatarak onlara bu nimetleri bilmeye ve şükür ile karşılamaya yöneltmektir.

Burada Tur dağının sağ yanındaki buluşma kararına, olmuş-bitmiş bir gelişme olarak işaret ediliyor. Gerçekten İsrailoğullarının Mısır'dan çıkışlarından kırk gün sonra Tur dağına gelmesi emredilmişti. Burada bir hazırlık döneminden sonra yüce Allah ile buluşarak kendisine kutsal "Levhalar"da yeralan İsrailoğulları halkı için düzenlenen hukuk ilkeleri vahyedilecekti. Çünkü Allah bu halk için Mısır'dan göç ederek geldiği "Kutsal Topraklar"da yerine getireceği önemli bir görev belirlemişti.

Yüce Allah, İsrailoğullarına çöldeki yolculukları sırasında gökten "kudret helvası" ve "bıldırcın eti" indirmişti. "Kudret helvası" bir tür ağacın yapraklarında biriken tatlı bir maddedir. "Bıldırcın" ise eti yenen bir kuş türüdür. Yüce Allah onlara bu kolay elde edebildikleri, kolay sindirimli yiyecekleri çöl ortasında sunuyordu. Kupkuru çölde gerçekleşen bu nimet bağışı, yüce Allah'ın onlara yönelik gözetiminin somut bir göstergesiydi. Bu gözetim onların gündelik yiyeceklerini bile sağlamayı üstleniyor, yemeklerini en kısa yoldan önlerine getiriyordu.

Yüce Allah kendilerine bağışlanan temiz yiyecekleri yesinler ve yiyecekler konusunda azıtmasınlar diye İsrailoğullarına bu nimetlerini hatırlatıyor. Oburluktan, mide düşkünlüğünden, uğrunda Mısır'dan göç ettikleri görevlerini gözardı etmelerinden, yüce Allah'ın kendilerini omuzlamak üzere hazırladığı yükümlülüğü yüzüstü bırakmalarından onları sakındırıyor. Bu uyarıyı yaparken yiyecekler konusundaki ölçüsüzlüğü "azma, azıtma" sözcükleri ile ifade ediyor. Böylece daha etkili bir sakındırma üslubu kullanmış oluyor. Çünkü "azıtma"y ve "azgınlığı" onlar herkesten iyi tanırlar. Ondan ayrılalı henüz çok olmadı. Onun kendilerine nasıl dayanılmaz acılar tattırdığını iyi biliyorlar, üstelik onun acı sonunu da kendi gözleri ile gördüler. İşte bu canlı hatıralar beyinde tazelensin diye kendilerine şöyle buyuruluyor:

"Yiyeceklere ilişkin sınırlarımızı çiğnemeyiniz. Yoksa gazabıma çarpılırsınız. Kim gazabıma çarpılırsa mahvolur."

Nitekim Firavun kısa bir süre önce mahvoldu, toz oldu. Hem tahtından oldu, hem de engin suların dibini boyladı. "Toz olmak, dibe inmek" burada "azıtma"y, "büyüklenme"yi ters yönde karşılayan bir konumdur. Kuran'ın çarpıcı bir simetrik üslubu ile karşı karşıyayız.

Bu bir uyarı ve sakındırmadır. Yüce Allah bu uyarıyı uğrunda yurtlarından göç ettikleri görevi omuzlamak üzere çöllere düşen bir topluma yöneltiyor. Onları dünya nimetlerine kapılarak şımarmamaya, baştan çıkıp gevşememeye çağırıyor. Bu uyarı ve sakındırmanın yanıbaşında günah işleyip de arkasından pişman olanların önüne tövbe kapısı açılıyor. Okuyalım:

"Kuşku yok ki, ben tövbe edip iman edenlere, iyi ameller işleyip doğru yoldan ayrılmayanlara karşı affediciyim."

Yalnız tövbe sadece ağızdan çıkan, kuru bir "söz"değildir, o kalpten kaynaklanan bir kararlılıktır. Onun özü imanda ve iyi amellerde gerçeklik kazanır. Belirtisi de gündelik hayatın somut davranışlarında açığa çıkar. Eğer kötülükten vazgeçme eylemi gerçekleşir, sahiden iman edilir ve bu kararlılık davranışlarla doğrulanırsa, o zaman insan imanın rehberliği ve iyi amellerin güvencesi altında doğru yola koyulmuş olur. Buna göre doğru yolda olmak, eyleme yönelik niyetin ve pratik uygulamanın sonucu ve meyvasıdır.

Zafer sahnesi ile bu sahneye ilişkin değerlendirme burada sona eriyor. Bu yüzden sahnenin perdesi iniyor. Bu perde az sonra tekrar açılınca Tur dağının sağ yanında gerçekleşen ikinci "söyleşi" sahnesi ile karşı karşıya geleceğiz.

Yüce Allah, Tur Dağı'nda Hz. Musa -selâm üzerine olsun- ile tekrar buluşmanın zamanını belirlemişti. Kırk günlük bir süreden sonra buluşacaklardı. Hz. Musa bu buluşmada yükümlülükleri, yenilgiden sonra gelen zaferin yükümlülüklerini alacaktı. Hiç şüphesiz zaferin kendisine has sorunları, inanç sisteminin kendisine özgü yükümlülükleri vardır. Bu nedenle sözkonusu yükümlülüklerin altına girebilmek için maddi ve manevi bir hazırlık yapılması gerekiyordu.

Bu anlaşma gereği olarak Hz. Musa Tur dağına çıkarken milletini bu dağın eteklerinde bırakmış ve Hz. Harun'u kendi yerine vekil olarak bırakmıştı. Hz. Musa Rabb'ine niyazda bulunmanın ve O'nun huzurunda durmanın heyecanı ve arzusu ile dolu bulunuyordu. Daha önce bu aşk ve heyecanın zevkini tatmıştı. Bu anı dört gözle beklemeye ve onu iple çekmeye başlamıştı. Bu aşk ve özlemle Rabb'inin huzuruna gelip durmuştu. Yokluğunda neler olduğunu, milletinin kendisinden sonra neler yaptığını bilmiyordu. Sadece onları Tur dağının eteklerinde bıraktığını biliyordu.

İşte burada Rabb'i, Hz. Musa'dan sonra meydana gelen olaylardan kendisini haberdar ediyor. Şimdi bu sahneyi seyredelim ve karşılıklı konuşmalara kulak
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
83- Ey Musa, soydaşlarının önünden koşup gelmenin sebebi nedir?

84- Musa, Ya Rabb'i, işte onlar da arkamdan geliyorlar. Ben önlerinden koşarak sana geldim ki, hoşnutluğunu kazanayım" dedi.

85- Allah dedi ki "Biz senin arkandan soydaşlarını sınavdan geçirdik ve Samiri onları yoldan çıkardı.

Hz. Musa böylece hayal kırıklığına uğradı. Çünkü o yüce Rabb'i ile buluşmak ve ondan İsrailoğullarının uyacağı yeni bir hayat sisteminin direktiflerini almak için tam kırk gün, hem maddi, hem de manevi bir hazırlık yaptıktan sonra bir an önce Rabb'ine ulaşmak istiyordu. Hz. Musa onları zillet ve kölelik hayatından kurtarmıştı. Çünkü, Hz. Musa İsrailoğullarından mesaj sahibi bir ümmet, yükümlülükleri bulunan bir cemaat oluşturmayı ümit ediyordu.

Ne var ki, putperest Firavunluk sistemi altındaki uzun süren zillet ve kölelik hayatı, İsrailoğullarının ruhlarına sinmişti. Onların karakterlerini bozmuştu. Yükümlülük üstlenebilme, zorluklara katlanabilme, anlaşmaya bağlı kalabilme ve her şeye rağmen sözünde durma gibi özelliklerini zayıflatmıştı. Onların iç dünyalarında ve psikolojik yapılarında bir boşluk, her şeye boyun eğmeye ve her işi isteyerek taklid etmeye uygun kozmopolitlik oluşmuştu. İşte bu nedenle Hz. Musa onların idarelerini Hz. Harun'a devredip kısa bir süre uzaklaşır uzaklaşmaz hemen inançları sarsılmış ve ilk sınavda yıkılıp yok-olmuşlardı. Onların normal psikolojik durumlara dönebilmeleri için ardarda sınavlardan ve yer yer tekrarlanan zorluk çemberinden geçmeleri gerekiyordu. İsrailoğullarının birinci sınavı, Samiri'nin yapmış olduğu "Altın Buzağı" sınavı idi:

"Allah dedi ki: "Biz senin arkandan soydaşlarını sınavdan geçirdik ve Samiri onları yoldan çıkardı."

Rabb'i ile buluşup, ondan vahiylerin yazılı olduğu levhaları alıncaya kadar Hz. Musa'nın bu sınavdan haberi yoktu. Hz. Musa'nın Rabb'inden aldığı bu levhalarda Doğru yol" gösteriliyor, İsrailoğullarını talip oldukları bu önemli görevi üstlenebilecek bir düzeye yükselten hukuki ilkeler açıklanıyordu.

Sözün gelişi Tur dağındaki dua ve niyaz sahnesini "Buzağı" tablosuyla sona erdiriyor. Ve hemen, bu sınama olayından henüz haberi olan, içi üzüntü ve öfkeyle dolu olarak hızla geri dönen Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- bu olay karşısında gösterdiği tepkiyi tasvir etmeye geçiyor. Halbuki yüce Allah Hz. Musa aracılığı ile onları, putperest bir sistemin altında yaşadıkları zillet ve kölelikten kurtarmıştı. Onlara, gayet kolay bir şekilde rızıklarını göndermiş ve çölde onları şefkatli bir koruma altına almıştı. Az önce de kendilerine vermiş olduğu bu nimetleri hatırlatmıştı. Onları sapıklıktan ve doğuracağı sonuçlardan sakındırmıştı. Fakat onlar şimdi, putperestliği hortlatan "Buzağıya tapmaya çağıran" ilk adama uyuyorlar!

Burada Hz. Musa'nın kendi milletine dönüşü ön plana çıkarıldığı için yüce Allah'ın bu sınavın detaylarına ilişkin Hz. Musa'ya verdiği bilgilere değinilmiyor. Fakat sözün gelişinden bu detaylara ilişkin ipuçları anlaşılıyor. Çünkü Hz. Musa üzüntülü ve öfkeli bir halde dönüyor. Milletini azarlıyor, kardeşine kızıyordu. Zira kardeşi Harun'un milletin işlemiş olduğu bu işin çirkinliğini daha önce kavramış olması gerekirdi.

86- Bunun üzerine Musa soydaşlarının yanına öfkeli ve üzgün olarak döndü. Onlara dedi ki: "Rabb'iniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Sizden ayrılalı çok uzun bir zaman mı geçti, yoksa Allah'ın gazabına çarpılmak istediniz de mi bana verdiğiniz sözden caydınız?

87- Soydaşları dediler ki; ' `Biz sana verdiğimiz sözden kendi başımıza caymadık. Fakat yanımızda Mısırlılar'a ait birkaç insan yükü süs eşyası getirmiştik. Bu yükleri ateşe attık. Samiri de yanındaki süs eşyalarını ateşe atmıştı.

88- Samiri, o erimiş altınlardan böğüren bir buzağı heykelini yontarak İsrailoğullarının önlerine dikti. Onlar da birbirlerine "İşte sizin ve Musa'nın ilahı budur, fakat Musa onu unuttu " dediler.

89- Oysa onlar, o buzağı heykellerinin kendilerine cevap vermediğini, ne zarar ve ne de fayda dokunduramadığını görmüyorlar mı?

90- Üstelik Harun daha önce onlara "Ey soydaşlarım, bu altın heykel aracılığı ile siz sınav geçiriyorsunuz. Aslında sizin Rabb'iniz rahmeti bol olan Allah'dır. Bana uyunuz ve dediğimi yapınız" demişti.

91- Onlar Harun'a "Musa bize dönünceye kadar bu buzağı heykeline tapmayı sürdüreceğiz" dediler.

İşte asıl sınav budur. Ayetlerin akışı, bu sınavı Hz. Musa'nın milleti ile karşılaşması sırasında açıklamaktadır. Hz. Musa'nın Tur dağındaki buluşması sebebiyle bu konuya değinilmemiş ve detaylarıyla birlikte muhafaza edilmişti ki, Hz. Musa'nın bizzat içinde bulunduğu bir sorgulama sahnesinde açıklansın.

Şimdi Hz. Musa geri döndü. Çünkü, milletinin altından yapılan ve böğürebilen bir "Buzağı"ya nasıl taptığını görebilsin! Onların "Bu sizin de Musa'nın da ilahıdır. Musa onu unutmuş, Rabb'ini dağ başında aramaya çıkmıştır. Halbuki Rabbi işte burada duruyor" dediklerini işitsin.

Üzüntülü fakat azarlayıcı bir üslupla milletine sorular yöneltmeye başladı: "Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Allah onlara zaferi göstermiş ve Tevhid'in gölgesinde Kutsal toprağa gireceklerine ilişkin söz vermişti. Verilen bu sözün üzerinden uzun bir zaman da geçmemişti. Hz. Musa hayretlerini açığa vurarak onları azarlıyor: "Sizden ayrılalı çok uzun bir zaman mı geçti, yoksa Allah'ın gazabına çarpılmak istediniz de mi." Sizin bu yaptığınız iş, Allah'ın gazabına uğramak isteyenlerin yapabileceği bir eylemdir. Sanki siz bunu bile bile ve kasıtlı olarak istediniz de bunun için mi bana verdiğiniz sözden caydınız? Hani ben giderken anlaşmıştık. Bana verdiğiniz sözden dönmeyecektiniz. Emrim olmadan inanç sisteminizi ve yaşam tarzınızı değiştirmeyecektiniz!

İsrailoğulları bu sırada hayret edilecek mazeretler ileri sürüyorlar. Bu mazeretlerinden uzun süren kölelik hayatının, psikolojik varyasyonların ve akli yöndeki aptallığın izlerini okumak mümkündür: Soydaşları dediler ki: Biz sana verdiğimiz sözden kendi başımıza caymadık. Çünkü bu mesele gücümüzü aşıyordu: Fakat yanımızda Mısırlılar'a ait birkaç insan yükü süs eşyası getirmiştik. Onlar göç ederken, kendi karılarının yanında emanet bulunan Mısırlı kadınlara ait yığınlarca süs eşyası getirmişlerdi. Karıları bunları da beraber alıp gelmişlerdi. İşte İsrailoğulları, bu yüklerle ifade edilen süs eşyasına işaret ediyor ve diyorlar ki: Biz süs eşyaları haram oldukları için onlardan kurtulmak amacıyla onları attık. Samiri onları aldı ve onlardan bir buzağı yaptı. Samiri, "Samerra"lı bir adamdı. Kendileriyle birlikte yolculuk ediyordu. Ya da İsrailoğullarından biriydi. Bu takma isimle tanınıyordu. Buzağının içinde birtakım dilekler yapmıştı. Rüzgâr içine girdiğinde buzağının böğürmesine benzeyen sesler çıkarıyordu. Bu buzağıda ne can vardı ne de ruh vardı. O sadece bir cesetti -ceset kavramı, içinde hayat bulunmayan bedenler için kullanılır.- Onlar altından yapılmış, böğüren bir buzağı görür görmez, kendilerini zillet yurdundan kurtaran Rabb'lerini unuttular. Altından yapılan buzağıya tapmaya başladılar. Aşağılık bir düşünce ve pörsümüş bir ruhla dediler ki: İşte sizin ve Musa'nın ilahı budur." İlahı burada yanımızda olmasına rağmen Musa gitmiş onu dağ başında arıyor. Musà, Rabb'ine giden yolu şaşırdı ve nereden ona ulaşacağını unuttu.

Onlar bu sözle aptallık ve iğrençliğin da ötesine geçerek yüce Allah'ın gözetimi ve denetimi altında, onun yönlendirmesi ve yol göstermesi ile kendilerini kurtaran, peygamberlerini töhmet altında bırakıyorlardı. Onu, Rabbi ile ilişkisi olmamakla ve ona nasıl varacağını bilmemekle suçlamış oluyordu. Yani ne Hz. Musa doğru yolu bulabilmiş, ne de Rabbi ona yol göstermiş oluyordu!

Halbuki bu konuda aldatıldıkları apaçık ortadaydı: "Oysa onlar, o buzağı heykelinin kendilerine cevap vermediğini, ne zarar ve ne de fayda dokunduramadığını görmüyorlar mı?

Yani tapındıkları bu buzağı, onların sözlerini işiten ve normal buzağıların çağırıldıklarında karşılık verdikleri gibi sözlerine karşılık veren canlı bir buzağı da değildi. Bu nedenle hayvanların düzeyinden daha alçak bir derecede bulunuyordu. Doğal olarak da en basit şekliyle dahi onlara ne bir fayda ne de bir zarar verebilirdi. Ne boynuzlayabilir, ne yarışabilir, ne de değirmen veya su dolabı çevirebilirdi?

Bütün bunlardan ayrı olarak Hz. Harun onlara öğüt vermişti. Hz. Harun da onların peygamberiydi. Kendilerini o zor şartlardan kurtaran peygamberin vekiliydi. Bunun bir sınav olduğunu onlara hatırlatmıştı. "Ey soydaşlarım, bu altın heykel aracılığı ile siz sınav geçiriyorsunuz. Aslında sizin Rabb'iniz rahmeti bol olan Allah'dır. Hz. Harun onların, Hz. Musa'ya verdikleri sözün gereği olarak kendisine uymalarını, Hz. Musa'nın Rabb'i ile buluşmasını tamamladıktan sonra geri döneceğini bildirmişti. Fakat onlar Hz. Harun'un sözünü dinleyeceklerine döneklik yaptılar, onun öğüdünden ve O'na itaat edeceklerine ilişkin peygamberlerine verdikleri sözden caydılar. "Musa bize dönünceye kadar bu buzağı heykeline tapmayı sürdüreceğiz" dediler.

Hz. Musa üzüntülü ve öfkeli bir halde milletine döndü. Onların mazeretlerini dinledi. Böylece onların psikolojik yönden ne denli çöküntü içinde ve düşünce yönünden de ne kadar düzeysiz olduğunu gördü. Öfkenin şiddeti ile kardeşine döndü. Ve bu kızgınlık ve heyecanla kardeşinin saçından ve sakalından tuttu.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
92- Musa dönünce dedi ki: "Ey Harun, onların sapıttıklarını gördüğünde seni engelleyen ne oldu?

93- Niye beni izleyerek onlara karşı koymadın? Yoksa emrime karşı mı geldin?


İsrailoğullarının buzağıya tapmalarına engel olmadığı, ona ibadet edilmesini ortadan kaldırmadığını ve kendisinin ardından yanlış bir şeyin ortaya çıkıp yaygınlaşmasına müsaade etmemesi hususunda, Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- emrine uymadığı için onu azarlıyor. Emrine bağlılık gösterip onu uygulamadığı için onu paylıyor. "Bunu, gerçekten emrime karşı geldiğin için mi yaptın?" diye soruyor.

Kanun akışı içinde Hz. Harun'un tutumu beliriyor. Şimdi o abisini bu durumdan haberdar ediyor. Onun öfkesini dindirmeye çalışıyor.

Bu amaçla onun içindeki merhamet duygusunu harekete geçirmeye gayret ediyor.

94- Harun Musa`ya "Ey anamın oğlu, saçımı-sakalımı çekme, ben `İsrailoğullarını birbirlerine düşürdün, sözümü tutmadın' diyeceksin diye korktum " dedi.

Böylece Hz. Harun'un, Hz. Musa'dan daha yumuşak huylu ve duygularına ondan daha fazla hakim olduğunu görüyoruz. O bu sırada Hz. Musa'nın vicdanında hassas bir noktaya parmak basmaya çalışıyor. Merhamet damarından ona yaklaşıyor. Bu gerçekten hassas bir konudur. Daha sonra bu konudaki görünüşü ona açıklıyor. Kendisine göre abisinin emrine itaatin ne anlama geldiğini izah ediyor, olayın üzerine sert bir yöntemle gittiği taktirde bununla İsrailoğullarının ikiye ayrılmasından, bir kesimin buzağıdan, bir kesiminin ise kendisinin öğüdünden yana çıkarak, ikiye bölünmesinden endişe ettiğini dile getiriyor. Halbuki abisi onu, İsrailoğullarını kollaması ve herhangi bir olayın meydana gelmemesi için görevlendirmişti. Demek ki, Hz. Harun'un bu tutumu da başka bir açıdan kendisine verilen emre itaati ifade etmektedir.

Bu sırada Hz. Musa öfkesini ve tepkisini bu tuzağın asıl sahibi olan Samiri'ye yöneltiyor. İlk etapta ona yönelmeyip, onu sorumlu tutmamasının sebebi şudur: Çünkü bu olayda birinci derecede de sorumlu olan kendi milletiydi. Yapılan menfi propagandaya uymamaları gerekirdi. Sonra ikinci derecede sorumlu olan Hz. Harun'du. Milleti böyle bir işe kalkıştığında engel olmalıydı. Zira O, onların lideri ve işlerinden sorumlu olan kişiydi. Samiri'ye gelince, onun suçu daha sonra gelirdi. Zira, onları zorla bu işe sürüklememiş ve onların akıllarını durdurmamıştı. Onları sadece aldatmak istemişti. Onlar da hemen aldanmışlardı. Halbuki onlar peygamberlerinin yolunda diretebilir, vekilinin öğüdüne kulak verebilirlerdi. Öyleyse birinci derecede sorumlu olan kendileriydi. :kinci derecede onların idarecisi sorumluydu. Tuzak ve aldatma sahibi ise ancak üçüncü derecede sorumlu olabilirdi. Ve Hz. Musa, Samiri'ye yöneldi:

95- Bunun üzerine Musa "Ey Samiri, peki senin amacın neydi?" dedi.

Senin durumun ve maksadın neydi, anlat bakalım. Bu ifade biçimi yapılan eylemin büyüklüğünü ve dehşetini ortaya koymaktadır.

96- Samiri dedi ki; "Ben onların görmediklerini gördüm. Bana gelen ilahi elçinin ayak izlerinden avucumu doldurarak onu èrimiş altın külçesinin bulunduğu potaya attım. Böyle yapmamın iyi olacağı içime doğdu.

Samiri'nin bu sözü ile ilgili pek çok rivayetler var. Samiri'nin gördüğü şey neydi? Ayak izlerinden bir avuç alarak potaya attığı bu elçi kimdi? Bu olayın Samiri'nin yaptığı altın buzağı ile ilgisi neydi? Bu bir avuçluk izin buzağı da meydana getirdiği etki neydi?

Bu rivayetlerin en yaygın olanı şudur: "Samiri Hz. Cebrail'i -selâm üzerine olsun- yere indiği şekli ile görmüş, onun ayağının altından veya atının ayak bastığı yerden bir avuç toprak almış ve bunu altın buzağının üzerine atmıştır. O da bundan ötürü böğürebilecek olmuştur. Veyahut bu bir avuç toprak o altın külçesini böğürebilecek bir buzağıya dönüştürmüştür!

Burada Kur'an-ı Kerim olayın gerçekte nasıl meydana geldiğini anlatmıyor. Sadece Samiri'nin sözünü aktarıyor. Biz Kur'anın olayı bu şekilde verişini Samiri'nin, meydana gelen olayın sorumluluğundan kurtulmak amacıyla bir mazeret olarak ileri sürdüğü şeklinde değerlendirmeyi doğru buluyoruz. Yani Samiri İsrailoğullarının beraberinde getirdikleri Mısırlılar'a ait süs eşyalarını toplamış ve bunlardan bir altın buzağı yapmıştı. Ve bunu, rüzgâr estiğinde buzağının böğürmesini andıran bir ses çıkaracak şekilde yapmıştı. Sonra bu elçi hikâyesini ileri sürerek kendini temize çıkarmaya çalışmıştı. Kurnaz davranarak bu işin sorumluluğunu, elçinin izine yüklemek istemişti.

Hangi açıdan bakarsak bakalım sonuç değişmeyecektir. Neticede Hz. Musa Samiri'yi İsrailoğulları topluluğundan kovduğunu açıklamış ve kararın hayatı boyunca değişmeyeceğini ilan etmiştir. Bundan ötesini ise Allah'a havale etmiştir. Kendi eliyle yapmış olduğu ilahı konusunda ise ona şiddetle karşı çıkmıştır. Böylece onun yaptığı heykelin ilahlık niteliği taşımadığını, yapıcısı olan Samiri'yi bile koruyamadığını hatta kendi kendisini bile savunamadığını somut bir şekilde milletine göstermek istemişti:

97- Musa ona dedi ki: "Çekil karşımdan " Sen hayatı boyunca insanlara `Bana değmeyin' demeye mahkûm oldun. Ayrıca asla yakanı kurtaramayacağın başka bir cezan daha vardır. Şimdi tapmaya devam ettiğin ilahının başına neler geleceğini gör. Onu ateşte eriteceğiz, sonra da parçalarını denize atacağız.

Artık gözüme gözükme! Kovuldun sen! Bundan böyle kimse sana ne iyilik yapacak ne de kötülük! Sen de öyle. -Hz. Musa'nın dinindeki cezalardan biri buydu. Toplumun boykotu ve insanın kovulmuşluğunu ilan ederek hiç kimsenin ona yaklaşmamasını, onun da kimseye yanaşmamasını söyleme cezası.- Diğer ceza ise Allah katındaki azab ve ceza idi. Öfkeyle ve içerlenerek altın buzağının devrilmesini, yakılmasını ve eritilip suya atılmasını emrediyor. Öfke Hz. Musa'nın en belirgin özelliklerinden biriydi. Zaten, yalnız burada Allah için, Allah'ın dini için öfkelenmişti O. Ki bu tür durumlarda öfke güzeldir. Sert tepki gösterilmesi hoş bir tavırdır.

Yakılan ve suya atılan sahte ilah sahnesinden sonra Hz. Musa gerçek inanç sistemini bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.

98- Aslında sizin ilahınız, kendisinden başka ilah olmayan Allah'dır. O'nun bilgisi her şeyi kapsamı içine almıştır.

Bu açıklama ile surede yeralan Hz. Musa kıssasının bu bölümü sona eriyor. Bu kıssada yüce Allah'ın kendisine kulluk yapan ve dinini hayata egemen kılmaya çalışan davetçileri nasıl koruduğu, onlara nasıl şefkatle davrandığı ortaya çıkıyor. Sınavdan geçirilip yanlış yola girdikleri zaman bile... Bunun dışında kıssanın diğer bölümleri burada verilmiyor. Çünkü bundan sonra İsrailoğulları işledikleri günahlar, yaptıkları bozgunculuk ve azgınlık yüzünden cezaya çarptırıldılar. Surenin bütününe ise Allah'ın seçkin kullarının korunduğu ve merhametle muamele edildiği hava hakimdir. Dolayısıyla kıssanın bu tatlı ve şefkat dolu havasını bozabilecek, diğer sahnelerin burada sunulması uygun düşmez.

Bu süre Kur'an'dan söz ederek başlamıştı. Bu Kur'anın Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- sıkıntıya düşürmek amacıyla gönderilmediği belirtilmişti. Kur'an'dan böylece söz edildikten sonra Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kıssasına geçilmişti. Bu kıssada yüce Allah'ın Hz. Musa'yı kardeşini ve milletini nasıl koruyup gözettiği ortaya konmuştu.

Şimdi ise ayetlerin akışı Hz. Musa kıssasından tekrar Kur'ana, Kur'anın asıl fonksiyonuna ve O'ndan yüz çevirenlerin sonlarına açıklık getirmeye geçiyor. Bu kıyamet sahnesinden onların acıklı sonları, canlı bir şekilde sunuluyor. Bu sahnede dünya hayatının günleri gerçekten basitleşiyor. Yeryüzü bütün dağ!arından, taşlarından soyutlanıyor ve dümdüz hale geliyor. Bütün sesler Rahman'a boyun eğiyor. Bütün yüzler, güç ve hayat sahibi Allah'a yöneliyor. Ki belki bu sahne ve Kur'an'daki tehditler insanın iç alemindeki takva duygusunu harekete geçirir. Ona Allah'ı hatırlatır ve O'na bağlanmasını sağlar...

Bu bölüm... Hz. Peygamberin kendisine gönderilen Kur'andan duyduğu endişe açısından -içinin- rahatlatılmasıyla sona eriyor. Unutma korkusuyla Kur'anı hemen tekrar etme gayretinin gereksiz olduğu, bununla kendisini üzmemesi gerektiği, yüce Allah'ın bu konuda işini kolaylaştıracağı ve Kur'anı koruyacağı belirtiliyor. Rabb'inden ilmini artırmasını dilemenin yeterli olacağı bildiriliyor.

Hz. Peygamberin kendisine gelen vahyin okunması sona ermeden, unutma korkusuyla hemen onu tekrar etmeğe özen göstermesi ile ilgili olarak, Hz. Adem'in yüce Allah'a vermiş olduğu sözü unutması, dile getiriliyor. Bu olay, Hz. Adem ile iblis arasında düşmanlığın ilan edilmesi ve Hz. Adem'in neslinden olup Allah'a verilmiş bu söze bağlılık gösterenler ile ondan yüz çevirenlerin akıbetlerinin açıklanması ile sona eriyor. Onların bu sonları bir kıyamet sahnesinde sergileniyor. Sanki bu ruhlar aleminde başlamış olan yolculuğun son noktasıdır. Yani yolculuk burada başlamış. Tekrar dönüp dolaşıp aynı yere gelinmiştir.

Bu süre ilahi mesajı inkâr edenlerin yalanlamalarından, yüz çevirenlerin yüz çevirişlerinden ötürü peygamberin canını sıkmamasını tavsiye eden öğütlerle sona eriyor. Peygamber onların bu tavırları yüzünden canını sıkmamalı, kendi kendini yememeli ve onları dünya hayatında onlara verilmiş iradeleriyle başbaşa bırakmalıdır. Çünkü onların belirlenmiş bir süresi vardır. Ve bu dünyada onlar için birer sınanma yeridir. Peygamber Allah'a ibadet etmeye ve O'nun nimetlerini dile getirmeye kendisini adamalı, içini ve ruhunu bununla sükûna erdirip huzura kavuşmalıdır. Nitekim bu müşriklerden önce de nice milletler yok olup gitmişlerdir. Her şeye rağmen yüce Allah bu millete de son peygamberini göndermekle, onların tüm mazeretlerini geçersiz kılmayı dilemiştir. Öyleyse peygamber, onların yaptıklarıyla canını sıkmamalı ve onları akıbetleriyle başbaşa bırakmalıdır.

"Onlara de ki; "Şimdi siz de biz de bekleme dönemindeyiz. Bekleyiniz ilerde hangimizin düz yolda olduğunu, hangimizin doğru yönde ilerlediğini öğreneceksiniz."
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
99- Sana böylece geçmişin bazı olayların anlatıyoruz. Sana katımızdan öğüt içerikli bir kitap verdik.

100- Kim bu kitab'a yüz çevirirse, kıyamet günü ağır bir günah yükünü sırtında taşır.

101- Onlar ebedi olarak bu yükün altında kalırlar. Kıyamet günü bu yük onlar için ne kötü bir yüktür.

102- Sur'a üflendiği gün, o gün günahkârları korkudan ağarmış gözlerle biraraya toplarız.

103- Kısık bir ses tonu ile birbirlerine "Siz dünyada sadece on gün kaldınız " derler.

104- Aralarındaki konuşmaları biz herkesten iyi biliriz. Bu arada en isabetli görüşlüleri "Siz dünyada sadece bir gün kaldınız" derler.

Hz. Musa'nın durumu ile ilgili olarak sana bildirdiğimiz bu kıssalar da önceki milletlerin haberleridir. Kur'anda bunları sana anlatıyoruz. Ki bu Kur'anda "Zikir" diye de adlandırılır. Çünkü Kur'an Allah'ı ve ayetlerini hatırlatmaktır. Önceki asırlarda meydana gelen bu tür ayetleri hatırlatmaktır.

Kur'an-ı Kerim bu hatırlatmadan yüz çevirenlere suçlular adını vermekte ve onları kıyamet günündeki bir sahnede canlandırmaktadır. Bu suçlular, yolcuların kendi yüklerini taşımaları gibi ağır günah yüklerini taşımaktadırlar. Aman Allah'ım! Ne kötü bir yüktür bu! Mahşer gününde toplanma amacı ile Sur a üfürüldüğünde bu suçlular, üzüntü ve kederden yüzleri mosmor kesilmiş bir halde toplanırlar. Aralarında gizli gizli konuşurlar. Korku, ürkeklik ve mahşer alanım kuşatan dehşet dolu atmosferi sebebiyle seslerini yükseltemezler. Ve onlar yeryüzünde geçirdikleri günleri tahmin ediyorlar. Artık dünya hayatı onların gözünde basitleşmiş ve geçirdikleri günler hayallerinde oldukça silinmiştir. Onlar bu hayatı, birkaç günden öte bir şey olarak değerlendirmiyorlar artık. "Siz dünyada sadece on gün kaldınız. Onların daha akıllı olanları ve daha sağlıklı görüş sahipleri ise onun çok daha kısa olduğunu öne sürüyor. "Siz dünyada sadece bir gün kaldınız." İşte bu şekilde yeryüzünde yaşadıkları koca ömürleri bir anda siliniyor, gözlerinde eriyip gidiyor. Hayatın mutlulukları ve üzüntüleri bir anda basite iniyor. Bütün bunlar hem zaman, hem de değer açısından gayet küçülüyor. Her türlü zevk ve imkânla donatılmış alsa dahi, on günün ne değeri olabilir? Her bir dakikası ve her bir saniyesi mutluluk ve sevinç dolu olsa dahi bir gecenin ne değeri olabilir? Sonsuza dek uzanıp giden bir hayatın yanında bir günün, on günün sözü edilir mi? Mahşerden sonra kendilerini bekleyen ve kesintisiz devam edecek olan bu dönemin yanında, şu kısacık mutlulukların sözü mü edilir?

Sahnenin dehşeti, dağların o gün ne olacağı konusunda sordukları bir soruyla daha bir şiddetlenerek beliriyor. Bu soruya verilen cevap, onların karşı karşıya bulunduğu dehşetin derecesini,bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.

105- Ey Muhammed, sana dağlara ilişkin soru sorarlar. De ki; Rabb'im onları ufalayıp havada savurur.

106- Yerlerini dümdüz ve çırılçıplak bir alana dönüştürür.

107- O alanda hiçbir engebe, hiçbir tümsek göremezsin.

108- O gün insanlar, hiç sağa-sola sapmaksızın, kendilerini toplamaya çağıran görevlinin adımlarını izlerler. Rahmeti bol olan Allah'ın korkusu ile tüm sesler kısılmıştır. Bu yüzden fısıltıdan başka bir şey duyamazsın.

109- O gün rahmeti bol olan Allah'ın izin verdikleri ve sözünden hoşlandıkları dışında hiç kimsenin aracılığı, şefaati işe yaramaz.

110- Allah, insanların geçmişlerini ve geleceklerini tümü ile bilir,

fakat insanların bilgisi O'nu kuşatamaz.

111- O gün bütün yüzler, diri ve tüm varlıkları gözetip yöneten Allah'ın karşısında öne eğiktir. Sırtında zulüm yükü taşıyanlar perişan olmuşlardır.

112- Mü'min oldukları halde iyi ameller işleyenler ne haksızlığa ve ne de ödül kısıntısına uğramaktan korkarlar.

Bu sahnenin korkunçluğu bütün özelliğiyle ortaya çıkıyor. Bir de bakmışsın ki, o göklere yükselen, yere sağlam biçimde oturan dağlar savrulup atılmışlardır. Onca yükseklik, şimdi ovaya dönüşmüştür. Her türlü engebeden uzak dümdüz bir ovaya... Yeryüzü dümdüz hale getirilmiş, yüksek ve alçak bir tarafı kalmamıştır.

Daha sonra her şeyi unufak yapıp savuran ve dümdüz hale getiren fırtına diniyor. Toplanıp mahşer alanına getirilen topluluklar sessizliğe gömülüyor. Canlılık ve hareketin izine bile rastlanmıyor. Sürüler gibi sessiz ve teslim olmuş bir halde, sağa-sola bakmadan ve geride kalmadan mahşer yerinde toplanmaya çağıran görevliyi dinliyor ve onun direktiflerine uyuyorlar. -Halbuki onlar daha önce doğru yola çağırıldıklarında geri duruyor ve yüz çeviriyorlardı. Onların teslim oluşlarını şu cümle ifade ediyor. "O gün insanlar hiç sağa-sola sapmadan kendilerini toplanmaya çağıran görevliye uyarlar." Böylece insanların durumlarını sunan sahneyle hiçbir engebesi kalmamış ve dümdüz hale getirilmiş dağlar sahnesi birbiriyle uyum içinde anlatılmıştır.

Sonra korkunç bir sessizlik ve yıldırıcı bir bekleyiş bütün alanı kaplıyor. "Rahmeti bol olan Allah'ın korkusuyla tüm sesler kısılmıştır. Bu yüzden fısıltıdan başka bir ses duyamazsın. O gün bütün yüzler, diri ve tüm varlıkları yönetip gözeten Allah'ın karşısında öne eğiktir."

Böylece Allah'ın yüceliği bütün bir alanı kuşatıyor. Gözün göremeyeceği kadar engin bir alanı korku, sessizlik ve ürperten bir bekleyiş kaplıyor. Konuşmalar fısıltı şeklindedir. Sorular gizlice sorulur. Herkes sessizlik içinde sonucu beklemektedir. O gün başlar öne eğilmiştir. Hayat ve dirlik veren Allah'ın yüceliği, kudreti bütün gönülleri derin bir yücelikle dolduruyor. Burada Allah'ın kendisine söz hakkı verdiği kimsenin dışında şefaat etme yetkisi yoktur. İlmin tamamı Allah'a aittir. İnsanların bilgisi asla O'nu kuşatamaz. Burada zalimler zulümlerinin cezasını yüklenirler. Hüsrana uğrarlar. İman edenler ise güven içindeler. Hesaptaki herhangi bir haksızlıktan veya adaletsizlikten endişe etmiyorlar. Zira zamanında iyi işler yapmışlardı.

Bu Rahman'ın (Allah'ın) huzurunda bütün bir atmosferi kaplayan ve kuşatan yüceliğin, ihtişamın sergilenişidir.

113- Biz bu Kur'anı böylece sana Arapça bir kitap olarak indirdik. Bu kitapta çeşitli tehditlere yer verdik ki, insanlar kötülüklerden sakınsınlar ya da gönüllerinde uyarıcı bir iz bırakır.

İşte bu şekilde Kur'anda, azabın ve cezanın tablolarını, sahnelerini zengin bir biçimde sergiledik. Belki bu yolla ilahi mesajı yalanlayanların gönlündeki alıcı duyuları harekete geçiririz. Veya ahiretteki acıklı durumlarını hatırlatıp, bu kötülüklerden vazgeçmelerini sağlarız. Nitekim surenin başında yüce Allah şöyle buyuruyordu:

"Biz sana bu Kur'anı sıkıntıya düşesin diye indirmedik."

"Onu Allah'dan korkanlara uyarı olsun diye indirdik."

Hz. Peygamber vahyi alırken Kur'anın sözlerini ve ayetlerini, vahyin inişi sona ermeden hemen tekrar ediyor ve onları unutmaktan korkuyordu. Bu ise onu çok yoruyordu. İşte bunun için yüce Allah yüklemiş olduğu bu görev ve emanet konusunda onun kalbini rahatlatmak istedi.

114- Gerçek egemen olan Allah yücedir. Ey Muhammed, Kur'anın sana vahyedilişi sona ermeden onu okumakta acele etme ve Rabb'im bilgimi artır' de.

Tüm başların önünde eğildiği, zalimleri hüsrana uğrattığı, iyi işler yapan mü'minleri güvene kavuşturduğu, her şeyin asıl sahibi olan Allah gerçekten yücedir. Kur'an-ı Kerim yücelerin yücesinden gelmiştir. Öyleyse Kur'anı aceleyle tekrar etmene gerek yok. Zira onu gönderen bir amaca hizmet etsin diye onu indirmiştir. Onun kaybolmasına asla müsaade etmeyecektir. Sen, Rabb'inden

sadece ilmini artırmasını dile. Verdiği mesajlara gönülden bağlan. Onu yitirmekten korkma! İlim sadece Allah'ın öğrettikleridir. İnsan için değerli olan, boşa gitmeyen ve hüsranla sonuçlanmayan en kalıcı ilim Allah'ın bildirdikleridir.

Sonra Hz. Adem'in kıssası geliyor. Hz. Adem yüce Allah'a vermiş olduğu sözü unutmuş ve sonsuzluk cazibesi önünde zayıf düşmüştür. Şeytanın telkinlerine kulak vermiştir. Bu olay yeryüzünün halifeliği verilmeden önce Hz. Adem için bir sınav niteliğindeydi. İblisin çevireceği dolaplara bir örnekti. Adem'in çocukları bundan ders alacaklardı. Sınandıktan hemen sonra Allah'ın rahmeti kendisine yetişmiş ve onu doğru yola iletmiştir.

Kur'andaki hikâyeler, içinde bulundukları sureyle tam bir bütünlük ve uyum içindedir. Hz. Adem'in hikâyesi, Peygamberimizin unutma korkusuyla Kur'anı çabucak tekrar ettiğini açıklayan bölümden sonra geliyor. Bu nedenle Hz. Adem hikâyesinden özellikle unutmayla ilgili bölüm seçiliyor. Bu iki konuya da, yüce Allah'ın seçkin kullarına yönelik şefkatinden ve koruyuculuğundan söz eden bir surede yer veriliyor. Burada da Hz. Adem'in kıssasından, yüce Allah'ın onu seçtiği, tövbesini kabul ettiği ve kendisine doğru yolu gösterdiği bölüm anlatılıyor. Bunun ardından bir kıyamet sahnesi yeralıyor. Bu sahnede Ademoğullarından Allah'ın emrine bağlı olanların sonu ile ona karşı gelenlerin sonu tasvir ediliyor. Sanki bu, yeryüzündeki yolculuğun sona erip asıl yurda dönüşün bir ifadesidir. Burada herkes dünyada yaptıklarının karşılığını alır.

115- Biz vaktiyle Adem'e o yasak ağacın meyvasından yememesini tembih ettik. Fakat o bu tembihimizi unuttu. Onda güçlü irade bulamadık.

Yüce Allah Hz. Adem'e bir ağacın dışında oradaki tüm meyvelerden yemesini belirtmişti. Bir ağacın yasak edilişi ise iradesini eğitmesi, kişiliğini sağlamlaştırması için gerekli olan bir yasaktı. İnsan ruhunun gerektiğinde, ihtiyaçları aşarak sınırsızca hareket etmesine sebep olan arzu ve isteklerin baskısından kurtulması, bu arzu ve isteklerin egemenliği altına girip, onun kulu olmaması için böyle bir yasak gerekiyordu. İnsanın yükselmesinde en sağlıklı ve şaşmaz kriter budur işte. İnsan kendi arzularını kontrol altında tutabildiği, onlara hükmedebildiği, üstün gelebildiği ölçüde, beşeri yükseliş merdiveninde çıkmaya başlar. Bu arzular ve istekler karşısında zayıf düşüp onlara mahkûm olduğu ölçüde ise hayvanlığa doğru yaklaşır ve aşağıya doğru iniş başlar.

Bu nedenle yüce Allah'ın yardımı insan denen bu yaratığa ulaştı. İradesini denemek, direnme gücünü ölçmek, şeytanın süslü gösterdiği arzular ile iradesi ve Rahman'a verdiği söz arasındaki mücadeleyi yaşamasını istemiştir. İşte ilk denemenin sonucu açıklanıyor. "Fakat o tenbihimizi unuttu. Onda güçlü irade bulamadık." Sonra olayın detayına geçiliyor.

116- Hani meleklere "Adem'e secde ediniz " dedik de hemen secde ettiler. Yalnız iblis bu emre uymadı.

Kısaca bu şekilde veriliyor. Bu sahne başka surelerde detaylı olarak veriliyor. Çünkü burada özellikle nimet ve koruma-kollama sözkonusu ediliyor. Onun için korumadaki nimetin görüntüleri öncelikle anlatılıyor.

117- Bunun üzerine dedik ki: "Ey Adem, bu şeytan senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Yoksa sıkıntı çeker, mutsuz olursun. "

118- "Şimdi cennette acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. "

119- "Yine burada susuzluk çekmeyecek, sıcaktan kavrulmayacaksın. "

Bu uyarılar yüce Allah'ın Hz. Adem'i koruduğu ve gözettiği için kendisine karşı gelen, günah çukuruna batan ve Rabb'inin emrettiği şekilde Hz. Adem'in önünde secdeye yanaşmayan düşmanına karşı uyarması, oyunlarından sakındırması anlamına geliyordu. "Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Yoksa sıkıntı çeker, mutsuz olursun. Çalışma, zorluk, kovulma, sapıklık, ürkeklik, şaşkınlık, hayıflanma, bekleyiş, üzüntü, mahrumiyet ve yoksulluk... gibi nice şeylerle mutsuz olma, cennetin dışında sizi beklemektedir. Burada, firdevs cennetinin içinde, kaldığımız müddetçe bunların hepsinden güvencede bulunuyorsunuz demektir." Şimdi cennette acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. "Yine burada susuzluk çekmeyecek, sıcaklıktan kavrulmayacaksın." Cennette kaldığın sürece bütün bunlara karşı güvencedesin... Açlık ve çıplaklık, susuzluk ve kavrulmayı tam karşılamaktadır. Bunların hepsi bir bütün olarak insanın yeme, içme, giyinme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını elde etme uğrunda karşılaştığı zorlukları simgelemektedir.

Ne var ki, Hz. Adem'in deneyimlerden haberi yoktu. Buna ilave olarak da insanın ebedi kalma, hakim olma arzularına karşı zaafı vardır. Şeytan işte bu gedikten kendisine nüfuz etmişti.
 

Ekrem

Yönetici-Admin
Yönetici
Süper Mod
Üyemiz
Katılım
22 Şubat 2011
Mesajlar
9,111
Tepkime puanı
81
120- Fakat şeytan "Ey Adem, ölümsüzlük ağacını ve hiç yıkılmayacak egemenliğin sırrını sana göstereyim mi?" diyerek onu ayarttı.

Şeytan Hz. Adem'in gönlündeki en hassas noktaya dokunmuştu. İnsanın ömrü sınırlıydı. İnsanın gücü sınırlıydı. Bu nedenle insan uzun hayatı, kayıtsız bir hakimiyeti elde etmek istiyordu. İşte şeytan bu iki gedikten ona yanaşıyordu. Hz. Adem, insanın fıtratını ve insanın zaaflarını üzerinde taşıyan bir yaratıktı. Tabii ki, belirlenmiş bir planın ve gizli bir hikmetin gereği olarak ... Bu nedenle verdiği sözünü unuttu. Ve yasağı çiğnedi.

121- Böylece ikisi de o ağacın meyvasından yediler. Meyvayı tadar tatmaz ayıp yerlerinin farkına vardılar. Bunun üzerine cennetteki ağaçların yaprakları ile örtünmeye koyuldular. Adem Rabb'inin emrine karşı geldi ve yoldan çıktı.

Ayeti kerimede geçen "Sev'at" kavramı, onların avret yerleri anlamında olduğu açıktır. Daha önce bu yerleri kendilerine gizli iken şimdi görünmüştür. Yani bu, her ikisinin bedenlerindeki iffet yerleridir. Onların bu davranıştan sonra cennet yaprakları ile oraları örtmeye çalışmaları, onları kapatmak için adeta yarışmaları da bu görüşü desteklemektedir. Bu, onların bünyelerinde zaten var olan cinsel duyguların uyarılmasına yol açan bir nesne de olabilir. Bu cinsel duygular uyanmadan insan iffet yerlerinin açılması halinde utanmaz ve onlara karşı uyanık bulunmaz. Cinsel duygular harekete geçtiğinde ise insan avret yerlerine karşı hassaslaşır ve onların açılması halinde utanır.

Bu ağacın onlara yasak edilmesinin nedeni, yasak meyvenin Allah'ın dilediği bir zaman sonra onların bedenlerinde bu cinsel duyguları uyarmak içindi. Aynı zamanda Allah'ın yasağını unutup ona karşı gelmeleri, onların azimlerini kırmış ve yaratıcıları olan Allah ile bağlarını koparmış bu nedenle de bedensel arzuları onlara egemen olup cinsel duygularını uyarmış da olabilir. Sonsuzluk arzusu da bir nesil sahibi olmak için onların cinsel arzularını uyarmış olabilir. Çünkü şu sınırlı olan ömrün ötesine uzanabilmenin, insanın eli altında bulunan yolu da budur. Onların yasak ağaçtan yemeleriyle birlikte ayıp yerlerinin kendilerine görünmesi ile ilgili yorumlar genelde bu tarzdadır. Yüce Allah ayeti kerimede "Ayıp yerleri meydana çıktı" demiyor. "Ayıp yerlerinin farkına vardılar" diyor. Bu da gösteriyor ki, onların bu ayıpları kendilerine kapalıydı. İçten gelen bir dürtüyle onlar bunun farkına vardılar... Başka bir ayette iblisten şöyle söz edilmektedir:

"Fakat şeytan, gözlerinden saklı tutulan ayıp yerlerini meydana çıkarmak amacı ile..."

Şeytanın üzerlerinden soyduğu elbise somut bir elbise değil de, ayıp yerlerini örten bir duyu olabilir. Bu durumda o duygu, suçsuzluk, arınmışlık ve Allah ile bağını sürdürme hissi olmuş olur. Ne olursa olsun bunların hepsi, daha önce de belirttiğimiz gibi, kanıtsız birer tahminden öteye geçemez: Biz bunların hiçbirini desteklemiyor ve hiçbirini benimsemiyoruz. Bunları sözkonusu etmemizin nedeni, insanlık hayatının birinci deneyiminin kolay anlaşılmasını sağlamaktır.

Allah'a karşı geldikten sonra yine de yüce Allah'ın rahmeti Hz. Adem ve eşine yetişti. İşte bu birinci deneyimdi.

122- Fakat bir süre sonra Rabb'i, onu seçkinlerden yapa, tövbesini kabul ederek kendisini doğru yola iletti.

Düşman olduktan, özür diledikten ve bağışlanma isteğinde bulunduktan sonra. Burada Hz. Adem'in bütün yaptıkları açıklanmıyor ki, surenin tüm atmosferini Allah'ın rahmeti kuşatsın.

Bu ilk karşılaşmadan sonra her iki amansız düşmanın, sürekli bir savaş meydanı olan, yeryüzüne inmeleri emrediliyor.

123- Allah dedi ki; Her ikiniz de cennetten yere ininiz. Sizler birbirinizin düşmanısınız. Benden size bir hidayet geldiğinde kim benim doğru yola çağıran mesajıma uyarsa o, ne sapıtır ve ne de sıkıntıya düşer.

Böylece insanlar ve şeytanlar arasındaki düşmanlık açıklanmış oldu. Artık Hz. Adem ve çocukları için hiçbir mazeret kalmamış oluyordu. Hiç kimse "ben gafil avlandım" "bilmediğim için aldandım" diyemezdi. Çünkü artık öğrenmiş ve bilmiş oluyorlar. Bu yüce emir, bütün aleme ilan edilmişti. "Siz birbirlerinizin düşmanısınız."

Yerleri ve gökleri titreten bütün meleklerin şahit olduğu bu açıklamanın yanında yüce Allah, kullarına yönelik merhametinin sonucu olarak, doğru yolu gösterecek peygamberlerini de göndermiştir. Elleriyle kazandıklarının cezasını çekmeden onları uyarmayı uygun görmüştür. Hz. Adem ile iblis arasındaki düşmanlığı ilan ettiği günde, kendilerine doğru yolu gösteren peygamberlerin geleceğini ve bundan sonra doğru yolda gidenleri ödüllendireceğini, sapıklığa düşenleri ise cezalandıracağını açıklamıştır.

124- Ama kim benim uyarıcı mesajıma sırt çevirirse o geçim sıkıntısına düşer ve kıyamet günü onu kör olarak toplantı yerine süreriz.

125- O der ki "Ya Rabb'i, beni niye kör olarak toplantı yerine sürdün, oysa daha önce benim gözlerim görüyordu. "

126- Allah da ona der ki: "İşte böyle. Vaktiyle sana ayetlerim geldi de onları unutmuştun. Bugün de böylece tarafımdan unutulursun.

127- Biz azıtarak Rabb'inin ayetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Hiç kuşkusuz ahiret azabı daha ağır ve daha süreklidir.


Hikâyeden sonra yeralan bu sahne, onun devamı niteliğindeymiş gibi sunuluyor. Bu ilke, kıssanın sonunda yüceler aleminde açıklanmıştı. Öyleyse bu çok eskiden beri belirlenmiş bir hükümdür. Bunda asla geri dönüş ve değiştirme olmaz.

"Kim benim doğru yola çağıran mesajıma sırt çevirirse o geçim sıkıntısına düşer."

Kişi Allah'ın yolunu izlemekle sapıklıktan ve mutsuzluktan yana güven içinde olur. Bunlar cennetin kapısında onları beklemektedir. Yüce Allah yalnız yolunu izleyenleri, sapıklık ve mutsuzluktan koruyacaktır. Mutsuzluk, sapıklığın ürünüdür. İsterse sapıklığa düşen, dünyanın bütün imkânlarına sahip olsun. Bu imkânların bizzat kendileri bile mutsuzluktur, onun için hem dünyada mutsuzluk, hem ahirette mutsuzluk... Haram olan nimetleri ve kazançları mutlaka bir keder izler. Sürekli üzüntü içindelerdir. İnsan Allah'ın doğru yolundan sapınca şaşkınlığa, huzursuzluğa ve bunalımlara girer. Oradan oraya sürüklenir. Bir türlü dengeli istikrarlı olamaz. Mutsuzluk, yemyeşil-gür bir çayır gibi görünse de zehirli otları da barındıran bir otlak gibidir. Çünkü hemen ardından ahiret yurdunda en büyük mutsuzluk gelir. Allah'ın doğru yolunu izleyenler ise yeryüzünde sapıklık ve mutsuzluktan uzaktırlar. Bu ise kaybedilen cennetin tekrar geri gelişidir. Ahiret gününde ise zaten oraya dönecektir.

"Ama kim benim uyarıcı mesajıma sırt çevirirse o geçim sıkıntısına düşer."

Allah ve O'nun geniş rahmeti ile bağını koparan yaşam, ne kadar bolluk ve eğlence dolu olsa da sıkıntı doludur. Bu Allah ile bağını koparmanın vE onun huzurundan koruyuculuğundan mahrum olmanın sıkıntısıdır. Şaşkınlığın, ürkekliğin ve kuşkulu hayatın sıkıntısıdır. İhtirasın ve endişenin sıkıntısı. Elindekine dört elle sarılma ve onları kaybetmeme endişesinden kaynaklanan sıkıntı. Arzuların parıltıları ardında sürüklenme ve kaçırdığı her şeye karşı duyulan hayıflanma sıkıntısı. İnsanın kalbi Allah'ın koruyuculuğu dışında başka hiçbir yerde huzura kavuşamaz. Allah'ın kopmayan sağlam kulpuna yapışmadan, güvenin huzurunu hissedemez. Şüphesiz ki, imanın verdiği huzur, hayattaki tüm lezzet ve rahatlığın üstünde bir durumdur. İmanın huzurundan mahrum olmak ise, öyle bir mutsuzluktur ki, fakirlik ve yoksulluğun sebep olduğu mutsuzluk asla onunla bir olamaz.

"...Uyarıcı mesajıma sırt çevirirse..." Benimle bağını keserse... "O geçim sıkıntısına düşer ve kıyamet günü onu kör olarak toplantı yerine süreriz." Bu da onun sapıklığına benzer bir sapmadır. Dünyada Allah'ın mesajından yüz çevirdiği için bu şekilde cezalandırılıyor. Bu kişi körlüğünün nedenini anlayamadığı için soruyor "Ya Rabb'i beni niye kör olarak toplantı yerine sürdün, oysa daha önce benim gözlerim görüyordu." Kendisine şöyle cevap veriliyor. İşte böyle. Vaktiyle sana ayetlerim geldi de onları unutmuştun. Bugün de böylece tarafımdan unutulursun.

"Biz, azıtarak Rabb'inin ayetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Hiç kuşkusuz ahiret azabı daha ağır ve daha süreklidir.

Rabb'inin uyarıcı mesajından yüz çeviren, savurganlık yapmıştır. Savurganlık yapmış, en kıymetli hazine ve en büyük servet olan elinin altındaki doğru yolu bir kenara itmiştir. Gözlerini, asıl yaradılış amacının dışında kullanıp, Allah'ın ayetlerini hiç görmeyen insan da savurganlık yapmıştır. Artık dayanılmaz bir sıkıntı içinde yaşamayı hak etmiştir. Kıyamet gününde ise kör olarak mahşere getirilecektir!

İfadedeki ahengin bütünlüğü ve tasvirdeki uyumun olağanüstülüğü, cennetten kovuluş ve ardından mutsuzluk ve sapıklık. Ve karşısında tekrar cennete dönüş, mutsuzluk ve sapıklıktan kurtuluş. Yaşamdaki bolluk ve karşıtı darlık sıkıntı. Doğru yolda yürüme ve tam karşısında körlük. Bu olay, bütün bir insanlığın da hikâyesi olan Hz. Adem kıssasının bir yorumu olarak yer alıyor. Kıssanın sergilenmesine cennetteki bölümden başlanıyor. Ve yine cennette sona eriyor. Nitekim bu hikâye A'raf suresinde de geçmişti. Bununla beraber surelerin konu farklılığı, bu surelerde sergilenen tabloların farklılığını da beraberinde getirmişti.

Bu gezinti tüm yönleriyle sergilendikten sonra konunun akışı, önceki milletlerin akıbetlerine doğru kayıyor. Bu mesele zaman açısından, kıyametten daha yakındır. Kıyamet gayb konularından biri olup bilinememesine rağmen bu olay gözle görülebilen bir realite olarak gözlenmektedir.

128- Vaktiyle yok ettiğimiz nice eski kuşakların acı sonları onları doğru yola iletmiyor mu? Oysa onlar bu yok edilmiş kuşakların oturdukları konutları geziyorlar. Sağduyu sahiplerinin bu olaylardan çıkaracağı birçok dersler vardır.

129- Eğer Rabb'inin daha önce verilmiş bir hükmü ve belirlenmiş bir vadesi olmasaydı yok edilmeleri kaçınılmaz olurdu.


İnsan, geçmiş nesillerin sonlarını düşündüğünde, gözleriyle onların erimiş toprak haline gelmiş evlerini, tarihi mimarilerini seyrettiğinde, hayalinde bu evlerde yaşayan o insanları canlandırdığında, geçip giden bedenlerini-kişiliklerini, yok olan ruhlarını, hareketlerini ve duruşlarını, düşüncelerini ve umutlarını, arzularını ve amellerini... Evet bu bütün hayalleri, somut tabloları, heyecanları ve duyguları düşündüğü zaman... Sonra gözlerini açıp, boşluk ve ıssızlıktan başka bir şey görmediğinde... İşte o zaman insan önceki milletleri yutan gücün kendisini de yutmak üzere olduğunun farkına varır. O zaman önceki milletleri yakalayan kudret elinin kendisini de yakalayabileceğini anlar. O zamanda artık uyarmanın ne demek olduğunu anlar. İbret alınacak olayların gözleri önüne serildiğini görür. Önceki milletlerin akıbetleri aklı başında olan insanlar için bir

ibret olması gerekirken bu insanlar ne oluyor da doğru yola gelmiyorlar: Sağduyu sahiplerinin bu olaylardan çıkaracakları birçok dersler vardır.

Eğer yüce Allah'ın üstün bir hikmetin gereği olarak onları, bu dünyada azap ile cezalandırmamaya ilişkin sözü olmasaydı, öncekilerin başına gelenler onların da başına gelirdi. Fakat senin Rabb'in daha önce onlara söz vermiş ve onlara belirlenmiş bir süre tanımıştır: "Eğer Rabb'inin daha önce verilmiş bir hükmü ve belirlenmiş bir vadesi olmasaydı, yok edilmeleri kaçınılmaz olurdu."

Belli bir süreye kadar ertelendiklerine, kendi hallerine bırakılmayıp, mühlet verildiklerine göre -Ey Muhammed- onlara karşı ve sırf bir sınanma aracı olarak kendilerine verilmiş. O dünya hayatının güzelliklerine karşı senin bir sorumluluğun yoktur. Onlara sunulanlar sırf bir sınanma aracıdır.

Yüce Allah'ın sana nimet olarak verdikleri, onlara sınanma aracı olarak verdiğinden çok daha iyidir.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt